Yazının başlığını bir kitaptan alıntıladım; “Holografik Evren”. Yazarı Michael Talbot.*

Kitaba göre holografik evren; zihnin paranormal yeteneklerini, fizikteki en son keşifleri, beyin ve bedenle ilgili çözümsüz bilmeceleri yeni bir teori olarak açıklıyor. Kitap, bilimsel bir içeriğe sahip olduğu için bazı yerleri bizlerin kolay anlayabileceği terimler içermiyor ancak, hayal gücünü çalıştırmayı ve beynimizde farklı ufuklara kapı aralamayı sağlayabiliyor.

Kitabın bir bölümü çok ilgimi çekti. Burada kanser hastalığının tedavisinde kullanılan “İmgeleme Teknikleri” nden bahsediliyor. İmge: Zihinde tasarlanan ve gerçekleşmesi özlenen şey, hayal, hülya olarak tarif edilmiş Türk Dil Kurumu’nda. Yani olmasını istediğiniz bir şeyin hayalini/resmini beyninizde canlandırıyorsunuz. İşte bu teknik, sağlık alanında kullanılıyor. Hastalara bir dizi gevşeme ve zihinsel imgeleme tekniği öğretiliyor ve sonuçlar büyük ölçüde olumlu çıkıyor. Elbette bunun için hastanın istekli ve savaşçı bir karaktere sahip olması gerekiyor. Kısa sürede öleceği söylenen hastalar arasında öleceğine inanmayan, aynı inanç ve kararlılıkla kısa sürede kanseri yenen hastalardan örnekler verilmiş.

“Aşk, Tıp ve Mucizeler” kitabının yazarı Bernie Siegel’e göre “Tüm hastalıklar bir dereceye kadar zihinden kaynaklanıyor ve bu durum büyük bir umut ışığının doğmasına neden oluyor.” Siegel; “Kişi hastalığı yaratma gücüne sahipse, iyileştirme gücüne de sahiptir.” diyor.

Holografik Evren kitabından devam edelim… Yazar; olumlu düşünmenin iyileştirme üzerindeki gücünden bahsederken şöyle bir uyarıda bulunuyor; “Eğer kemoterapi alan birini tanıyorsanız, kendisine beklentilerinde olumlu olmasını söyleyiniz. Zihin, büyük bir güçtür.” 

Kitabı okurken, aklıma Covid-19 sürecinde yaşananlar geldi. Özellikle de 65 yaş üstü insanlara pompalanan “ölüm korkusu” senaryoları ve sürekli “yaşlı ve hasta” olarak nitelendirilerek kendilerine olan güvenlerinin yok edilmesi. Eğer virüse yakalanırlarsa kurtulma şanslarının olamayacağı; hele bir de altta yatan başka hastalıkları varsa ölümün kaçınılmaz olacağı ve bunun 24 saat ekranlardan dayatılması. Yine bu gruptaki insanların aylarca eve hapsedilmesi… Aşı olayında ilk uygulamanın ileri yaş grubuna yapılması…

Acaba 65 yaş üstü bu insanlardan kaçı psikolojik çöküntü yaşadı? Kaçı bu nedenle hayata küstü ve mücadeleden vazgeçti, bilen var mı?

Hele o hastanelerin yoğun bakım servislerindeki karantina uygulamaları… İnsanların bir anda kendilerini bir hastanenin yoğun bakım servisinde, kefen misali beyazlar içindeki hastabakıcılar ve doktorların ortasında bulmaları… Günlerce yoğun bakımlarda sevdiklerinden uzakta kalmaları ve onlara hasret içinde ölmeleri, ki bunlardan birisi de annemdir… Bu insanlar acaba neler hissettiler?

Covid-19 hastası olmayanlara bile aynı zulüm uygulandığı için annem, yanında sevdikleri olmadan, korkutucu bir yoğun bakım servisinde hayata veda etti. Onu on beş saniye bile görmemize izin vermediler. “Ben niye buradayım, neden burada değilsiniz? Benim kötü bir hastalığım mı var?” diye diye gitti benim annem… Bir akrabamızın annesi de aynı şekilde…

Şimdi sormak istiyoruz; acaba bu insanlar da annem gibi terk edildiği duygusunu yaşamış olabilirler mi? Annemin doktora, “beni bırakıp gittiler” dediğini bizzat doktor söyledi. Bu durumda kendilerini bırakıp yaşamaktan vazgeçmiş olabilirler mi? Bu soruların cevabını kim verecek?

İnsanları ailelerinden uzakta, cenaze namazları bile kılınmadan, Covid-19 mezarlarına gömdüler; üzerlerine kireç dökerek… Çoğu kişi sevdiklerinin mezarına bile sokulmadı. Bu insanların yakınlarının düştüğü psikolojik durumu düşünebilen var mı? Kaçı ağır travmalar geçirdi? Kaçı yaşama sevincini kaybedip hayata küstü, bilen var mı? Bu ailelere herhangi bir destek sağlandı mı? Hiç sanmıyorum.

Bugün hâlâ Covid-19’dan ölenler var. Ben merak ediyorum bu hastaların yanına sevdikleri alınabildi mi? Camilerden kaldırıldıklarını, korona mezarlıklarına gömülmediklerini, üzerlerine kireç dökülmediğini biliyoruz. Peki, bugün ne değişti?

Artık, yüksek moral ve inancın hastalıkların tedavisinde büyük bir etkisinin olduğunu tıp dünyası da kabul ediyor. Peki, neden bizim hastanelerimizde buna önem verilmiyor? Biz, annemizin yanında on beş saniye kalsaydık, elini tutabilseydik sonuç belki de daha farklı olacaktı!

Korku; insanların bütün metabolizmasını altüst eder. Ama elinizi tutan bir el olursa, yalnız olmadığınızı hissederseniz bu, durumu tersine çevirir, üşümezsiniz…

Bizim doktorlarımızın, sağlıkçılarımızın bile yüzü gülmüyor… Özel hastanelere girdiğiniz zaman size insan değil, müşteri muamelesi yapılıyor… Özellikle de gece düşmeye görün; onca teste ve görüntüye rağmen dört hastalığı sayıp, bir türlü teşhis koyamayan bir doktorla ya da oksijen maskesi takmayı bilmeyen bir hemşire ile baş başa kalmanız işten bile değil. Şikâyetlerin sonucu her zaman sağlık sisteminin lehine çıkıyor. Şiddet gören sağlıkçılar her daim haklı ama şiddet uygulayan hasta yakınının ruh durumu ile ilgilenen yok… Neden bu yola başvurduğunun sorulduğunu hiç duymadım. Elbette sağlıkçılarımız başımızın tâcı ama hata hiçbir zaman tek taraflı olmuyor. Örnek olarak; oksijen maskesini yanlış taktığı için annemin uzun süre oksijen alamamasına neden olan hemşirenin boğazına sarılsaydım suçlu kim olacaktı?

Sonuç; insan zihni, olumlu düşünceler kadar, olumlu dış etkenlerden de etkilenir. İçeriden ve dışarıdan uygulanan olumlamaların insanın hastalığına ya da sağlığına büyük ölçüde etki yaptığını bilim dünyası da kabul ettiğine göre, sağlık sistemimizin insancıl boyutunun yeniden düzenlenmesinin büyük yararı olacağı kanaatindeyim. Para ve ilaç her şey demek değildir, bunu öğrenmiş bulunuyoruz. Gerisi ise sistemleri yöneten vicdanlara kalmış.

Sağlıklı ve sevgi dolu günler diliyorum.

*Michael Talbot. ”Holografik Evren” Omega Yayınları. 2020, 5.Baskı