Her defasında zamana bırakalım dedik hayatlarımızı. Bıraktık da. Savaşmayacak kadar korkaktık. Sadece kötü şeylerden değil kendimizden de korktuk. Yapabileceklerimizden, isteklerimizden, arzularımızdan, hayallerimizden korktuk. Kaçmaya çalıştığımız gerçeklerden, geriye ittiğimiz duygularımızdan korktuk.
Ama bir şeyi unuttuk. Zaman bize asla merhamet etmez.
Kendimizi yönetmek bu kadar mı zordu ki altıncı boyutun acımasızlığına sığındık. Tamam, güçsüzüz. Belki biraz da yorgun. Ama bu kadar çabuk teslim bayrağını neden göğe çektik. Ne tür bir yılgınlık bize bu teslim bayrağını çektirdi.
Aşk ve zaman… Zamanın sürekli ahenginde aşkın muhtaç düşüren sarhoşluğuna vardık. Çünkü zaman sürekli hayatımız da varken ve onun varlığına bu kadar alışmışken, aşkın o kör eden duygusunu ister istemez içimize çektik. Dikkat bile etmedik söylediklerimize. “Zamana bırakalım.” Sahte aşkın saf umuduyla dudaklardan dökülen iki kelimelik cümle ömrümüzü bizden çaldı yavaşça.
Bırakıp gideceklerini bile bile bu cümleyle avuttuk kendimizi. O saliseyi düşündük sadece. Ve zamana bırakalım diyerek diğer salisenin kaderini tik takların ellerine bıraktık. Hayatımızdan vazgeçtik.
Yaşıyor muyum?
 Yaşıyorum. Yürüyorum ve nefes alıyorum. Sahte kahkahalar atıp geceleri karanlığa boğuyorum hatıralarımı. Uykusuzluktan bayılıncaya kadar boş bir oda da oturup senle sohbet ediyorum.
Yaşıyorum.
Hayatım zamanın acımasızlığında zamanın dediklerini yaşarken kader diyorum. Sanki benim elimde değilmiş gibi kendimi avutuyorum. Duyduklarımı unutmaya çalışıyorum.
Ve hayatımın dizginlerini ZAMANA BIRAKIYORUM…