Günlerden 17 Nisan’dı. Takvim öyle yazıyordu.
Ne olmuş 17 Nisan da?
İzninizle günümüzden 72 yıl öncesine gidelim. İşte 17 Nisan 1940'da TBMM tarafından köy insanını, öncelikle köy insanını ilgilendiren 3803 Sayılı yasa ile Köy Enstitülerinin kurulması için kabul edilmişti.
Aslında adsız olarak bu müesseselere benzer bir çalışma Kastamonu–Gölköy, Eskişehir-Çifteler, Kırklareli-Kepirtepe, İzmir-Kızılçullu da yapılıyordu. Atatürk, Anadolu insanının aydınlanması, bilinçlenmesi için bir çalışmanın yoğun olarak başlatılmasını istemişti. Bir bakıma bu dört yerleşim biriminde bir deneme yapılıyordu. Model iyi bir sonuç getirirse ülkenin çeşitli yerlerinde geciktirilmeden açılarak hizmete konulacaktı. Bu çalışmadan belli bir eğitimci bilgilendirilmişti. Çalışma olumlu sonuç vermeye yönlenince kuruluşların gerçekleştirilmesi için yasa çıkarılmıştı.
Türkiye Cumhuriyet’inin Kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, yasanın kabulünden iki yıl önce genç yaşta aramızdan ayrılmıştı.
Ayşe nine askerdeki oğlundan gelen mektubu okutmak için köy katibinin köye gelmesini beklemeyecekti.
1928'de gerçekleştirilen Harf Devrimi kısa sürede yurdun her yanında etkisini ve tepkisini göstermeliydi. Ülkedeki okur-yazar sayısı o kadar azdı ki bir istatistik bilgisine ulaşmak olanaksızdı.
Halk, Harf Devrimini aksaksız ve geciktirmeksizin bir biçimde gerçekleştirmeli, okur-yazar olmalıydı. Bu öyle sanıldığı gibi kolay bir eylem değildi.
Önce bu dalda görev alacak elemanlara ihtiyaç vardı. Bu elemanlar kimlerden oluşmalıydı?
Öncelikle 19 Şubat 1932'de Halkevleri açıldı. Bu kuruluşların başkanları dönemin valileri, kaymakamları, Nahiye Müdürleri idi.
Öğretmenler Halk Dershanelerinde görevlendirildi. Bu çalışmalar şehir ve kasabalarda sürerken, köylerde görev alabilecek eğitmenlerin yetiştirilmesi için askerde çavuş, onbaşı rütbesini kazanan köy çocukları yukarda belirttiği 4 ilde 6 aylık kurslardan geçirilerek köylerde görevlendirildi.
Anadolu'da okuma-yazma seferberliğinde en önde olan kişiler eli öpülesi eğitmenlerdi.
17 Nisan 1940 yılında ise 3803 sayılı yasa ile Köy Enstitüleri ülkenin hemen her yönünde kurulmaya, öğrenci kadrolarını oluşturmaya başlandı.
Köy İlkokullarından mezun olan köy çocukları 5 yıllık bir eğitimden sonra öğretmen olacaklar ve köylere gönderileceklerdi.
Köyden dışarı çıkmayan çocukların okulların nerede bulunduklarını bilmesi zaten mümkün değildi. O dönemde eğitim kurumlarında görevli yöneticilerin bir çabası sonucu bizler okullara gidebildik.
Önce bize güvenen ve daha sonra okullara girişimizi sağlayan tüm görevlilere şükran borçlu olduğumuzu belirtmek durumundayım.
Yolculuğa çıktığımız on arkadaş henüz köyden dışarı çıkmamış, gördükleri her yeniliği ve güzergahı saptamak zorundaydı. Kamyon, Tren, Vapur bunlar ancak kitapların sayfalarında gördüğümüz resimlerden ibaretti.
Eski bir kamyonla ilk hedefimiz Amasya'ya ulaşmak, oradan da trenle Samsun'a, oradan da vapurla İnebolu'ya varmamız gerekiyordu. Nitekim bir gece Samsun'da bir gecede İnebolu'da konaklamak zorunda kaldık. O dönemde her gün bir otobüs kaldırılabiliyordu İnebolu'dan, Sabahı bekledik. Çok heyecanlıydık, gece uyuduk mu uyumadık mı pek hatırlayamıyorum. Erken saatte otobüs yanında yerimizi aldık. Benim cebimde 10 lira vardı, onu da otobüse verdim o kadar. Babam Avrupa’dan Anadolu'ya gelirken getirdiği pulluğu otuz liraya satmış bana yol harçlığı yapmıştı.
Ekonominin ne durumda olduğunu tahmin edebiliyor musunuz? İkinci Dünya Savaşı var gücü ile sürüyor ister istemez bizde bir ülke olarak etkileniyorduk.
Öğle sonu Kastamonu Gölköy Köy Enstitüsü karşısında otobüsümüz durdu. Şoför işte gideceğiniz yer ilerde bu yolu takip edin gidin dedi.
Mevsim yaz aylardan Ağustos sıcak bir gün. Terledik yürürken. O zaman nereye bastığımızın bile farkında değildik. Bir süre sonra genişçe bir kapı önünde durakladık. Burası okulumuzun giriş kapısıydı. Beyaz elbiseli iki ağabey kapının iki yanında nöbet tutuyordu.
Nöbetçinin biri bize içeri alarak tek katlı bir binanın kapısına kadar götürdü. Bekleyin burada dedi. Biraz sonra ilgili görevli geldi. Bize beyaz elbise verdiler. Ben onları çok sevdim. Çokça yamalı bir pantolondan kurtulmuştu. Yorgunluğum o anda gitti diyebilirim.
Bizim duhulümüz sonrası 18 Köy Enstitüsünde ki öğrenci sayısı 10161 kişiye yükselmişti. 18 köy Enstitüsünde 101 kadın 259 erkek öğretmen bulunuyordu.
Kampananın sesi ile uyandık. Elimizi yüzümüzü yıkadıktan sonra bir meydanda sıra olduk. Önümüzde uzun bir bina vardı tek katlı. Burayı yemekhane imiş. Uzunca bir masaya on arkadaş oturduk. Masa üzerinde büyükçe bir kapta çay vardı. Birde kepçe vardı. Bir arkadaş kepçe ile çayı alüminyum tabaklara koydu. Çay şekeri eritilmişti. Aradan bir süre geçtikten sonra çay için alüminyum bardaklar geldi. Onlara çok sevindik.
O günün iş mevsimi gereği toplandığımız meydanda ben ufak olduğum için tuğlacılar gurubuna alındım. Tuğlaları iki katlı bina yapımı için iskelede yürüyecektim. Bacaklarım titremeye başladı, işi seviyordum amma böyle sallanan bir merdivende tuğla taşımamıştım.
Çalışmak benim için alışılmış bir yaşam biçimi idi. Arkadaşların çalışma zoruna gitmiş olacak ki yakınmalar başladı. Öyle çalıştıktan sonra babamın işini görürdüm gibi sözleri duyar oldum. Bir gün arkadaşın başıma tıklaması ile uyandım. Biz gidiyoruz. Gelirsen beraber gideriz. Teşekkür ettim. Ben orada da burada da çalışmak zorundayım dedim.
Arkadaşlar yayan birkaç günde anca köye ulaşabilmişler. Annem geldikleri duyunca ziyaretlerine gitmiş beni sormuş. Söylediğimi söylemişler anneme. Arkadaşların ayakları patlamış, yara bere içinde kalmışlar. Okul ile Çorum arasında ki mesafeyi bir düşünün. Aynı arkadaşlar bir yıl sonra okula döndüler, birinci sınıftan başladılar.
Yaz mevsimi öğrencilerin bir bölümü izine ayrılmışlar. Onların yarım bıraktıkları işleri biz devam ettiriyorduk. Kirecin, kırmızı tuğlanın yapışı konusunda kısa sürede bilgilendik. Kamp yeri gibiydi tuğla ocağı. Daha önce bir yazımda kireç ve tuğla ile ilgili bilgileri aktarmıştım. Yalnız yıllar geçmesine rağmen, o dönemdeki çalışma hızımızı unutamıyorum.
Uzun yaz günleri nedeni ile saat 17.00 sıralarında dörtte bir ekmek ile kuru üzüm yada birkaç incir veriliyordu. Onları ayaküstü atıyorduk mideye.
Mecitözü köyleri gerçekten Kastamonu ya uzaktı o dönem. Bir izine gelmek ve geri dönmek 60 liraya mal oluyordu. Bir kaç kez izine gidemediğimi biliyorum.
Arkadaşlar uzaklıktan yakınıyordu hep. Ama yapılacak bir şey yoktu.
İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç'un geldiğini duyduk.
Arkadaşlar kısa birkaç cümle ile durumumuzu izah etmişler. Bana götürmemi söylediler. Ben hepsinden küçüktüm. Arkadaşlar aslında fedai olarak beni seçmişlerdi. İtiraz etmedim. Tonguç ile müdürümüz ağaçlar altında gölde bir masa başında iken Tonguç'un eline kağıdı uzattım. Ara sıra okul müdürüne bakıyordum, gözaltından sararıp soluyordu. Beni şikayet ediyor zannetmiş olmalıydı. Tonguç yazılanı okuduktan sonra bir bana bir de müdüre baktı. Müdür bey çocuklar çok haklı, izine gitsinler oradan Ladik Akpınar'a gitsinler dedi. Müjdeyi arkadaşlara götürdüğümde alkışlandım.
Binayı tamamladıktan sonra bizim sınıf izine ayrıldı. İzin sonrası doğruca Ladik-Akpınar Köy Enstitüsüne gittik. Yolculukta 8 lira harcamıştık. Ne kadar güzel dendi.
Akpınar'da iki yıl kaldıktan sonra diplomamızı alarak köylerde ki görevlerimize döndük. Diplomamızda 20 yıl mecburi hizmet yazılıydı. Devlet nerede çalıştırmak isterse orada olacaktık. Bunu bazıları bir ayrıcalık olarak gördü. Maaşımızı üç ayda bir İl Özel İdaresi tarafından karşılanıyordu. Aylığımız 20 liraydı. İlk öğretmenliğim de üç sınıf 108 öğrencim vardı. Bir dershanemiz vardı, birleştirilmiş sınıflar projesini uyguluyordum.
Anadolu da bilhassa kız öğrencilerin devamını sağlamak çok zordu. 07-16 yaş okula devam için bir engeldi adeta köy çocukları için. Yakınmalar üzerine 07-14 yaş arası zorunluluk getirilince biraz rahatlandı diyebilirim. Kentlerde okula devamsızlık diye bir sorun yoktu. Sorun yalnız köylerde vardı. 15 yıl sonra kırsaldan kente gidişimiz beni daha da rahatlattı. Tek sınıf elli. Elli beş dolayında öğrenci.
Reşat Şemsettin Sirer bir gezi sırasında İlköğretim Genel Müdürü Tonguç a,”Bu çocuklar bir gün başımıza bela olmasınlar“ demişti.
Kırsalda yaşayanlar uyanırsa siyasiler rahatça oy alamayacaklardı. Bunu çok iyi bildiklerinden çok değişik suçlamaları üretmekten geri kalmadılar. Asıl guruplaşma 17 Nisan 1940 yılında 3803 sayılı yasanın oylaması sırasında belirginleşmişti. 148 milletvekili oylamaya katılmamıştı.
Köy çocuklarının cahillikten aydınlığa ulaşması bu ülke için sakıncalı görülürken, ABD den barış gönüllülerin Türkiye'ye gelmesinde ve görevlendirilmesinde sakınca görülmüyordu. Bu konuda asıl değerlendirmeyi okurlarımın yapacağına inanıyorum.
Köy Enstitüleri’nin bu ülkeye çok sayıda yararlı insan yetiştirdiğini unutmamak gerekir. Köy Enstitüleri çemberinin giderek genişlemesi onun bir sonucu değil midir?
Bir süre zamanınızı çaldım, beni bağışlayacağınızı biliyor, saygılar sunuyorum.