İslam felsefesine Tanrı, vacibu’l-vucud yani zorunlu varlık olarak tanımlanır. Varolması için bir başka varlığa muhtaç değildir, bu açıdan “Vacibu’l-vucud bizatihi” de denir. Tanrı’nın dışındaki her şey, evren diye isimlendirilir ve varolması için bir başka varlığa ihtiyaç duyar, bu nedenle vacibul-vucud bigayrihi de denilir.

Bu husus önemli, “Bir Nefes Felsefe”ye dair önceki yazılarımızda belirttiğimiz üzere, Tanrı ve evren arasında birleşme, özdeşlik ve birbirine bürünme (ittihat ve hulul) durumu yoktur. Peygamberler, Ruhu’l-kuds ve/ya Cebrail denilen aracı vasıtasıyla fizik ve metafizik irtibatını sağlarlar. Bir daha peygamber gelmeyeceğine göre ondan sonra bilge insanlar, faal (etkin) akıl aracıyla bu irtibatı tefekkür ve tahayyül gücüyle  fizik ve metafizik alan arasındaki irtibatı sağlarlar ve zamansızlık-mekansızlık aşamasına ulaşabilirler.  Meşşai filozofların sudur öğretisi ile Tanrı-evren irtibatını açıklama çabaları, İşraki ve Ekberi geleneğin bu bakış açısı karşısındaki konumları, filozof, muhakkik alim ve müteellih kavramlarına verdikleri anlamları sonraki yazılarda kademeli olarak müzakere edeceğiz.

·         Fârâbî ile Felsefeye Giriş ve İlimlerin Tasnifi

Fârâbî, İlimlerin Sayımı adlı eseriyle felsefi analizlerine giriş yapıp, teorik ve pratik ilimler diye ilk önce ikili bir ana tasnif yapar; ardından ilimleri dil, mantık, talimi/pozitif, ilahiyat ve  medeni ilimler diye beş kısımda inceler. İlk önce dil/lisan ilmi hakkında bilgi verir. Tasavvur ve tasdik sürecine geçmeden önce toplumdaki dil anlayışını, lafızların ilkelerini tekil ve birleşik lafızların ilkelerini açılar ve düşündüklerini düzgün bir şekilde yazıya geçirilmesinin önemi üzerinde durur.

·         Mutluluğun Anahtarı: Mantık

  Felsefenin amacı mutluluğu elde etmek (tahsilu’s-saade), mantık ise bunun anahtarıdır (miftahu’s/saade) diyerek dil bilim ile olan ilişkisini açıklar. ilim/disiplin hem de bir sanat olarak incelenir. Bu bağlamda sanat olarak, bütün halinde, aklı düzelteceğine ve yanlış yapılması mümkün olan bütün makul şeylerde, insanı doğru yola ve gerçek ( hak) tarafına yöneltmeye yarayan kanunları ve insanı makullerde yanlıştan, sürçmeden ve hatadan koruyan ve muhafaza eden kanunları verir. Bir de yanlış yapan bir kimsenin makullerde yanlış yapmış olup olmadığından emin olunmazsa, onun denemesi (imtihan) için kullanılan kanunları gösterir.

Modern felsefede pozitif ve beşeri (manevi/tinsel) ilimler ayrımı, anlama ve açıklama kavramları, hermeneutik okumalarının önemi malumunuz.  Müslüman filozofların ilk dönemde yaptıklarını, evrenin nasıl yaratıldığı açıklamak için talimi ilimler bağlamında, sayı/aritmetik, hendese/geometri, optik/menazır ya da perspektif, yıldızlar, musiki, ağırlıklar, mekanik/hiyel/tedbirler ilimlerini bilmenin gerekliliğini vurgularlar.

Platon’un akademisine geometri bilmeyen gelmesin sözünü hatırladığımızda Müslüman filozofların hendese/geometri ve aritmetik üzerinde önemle durdukları ve musiki de bu çerçevede incelediklerini, hem teorisyen hem de uygulayıcı olduklarını hatırlamamız iyi olur.

Yıldızlar ilminin astroloji gibi olası yanlış kullanımlarının dışında öğretime dayalı olan kısmı üzerinde dururlar yeryüzü ve gökyüzündeki cisimleri üç ana noktada incelerler. Ağırlıklar ilminden kasıtları da ölçülebilenler ve ağır nesnelerin kaldırılması, bir mekandan diğer yere nakledilmesi için yapılan aletlere dair yöntemlerdir. 

Evrenin nasıl yaratıldığını açıklamak için tabiat ilmini de ayrıntılı bir şekilde açıkladıktan sora niçin yaratıldı sorusu bağlamında ilahi ilimleri inceler. Başlangıçta söylediğimiz bizatihi zorunlu varlıktan kastını belirtir. Ardından evrenin yani Tanrı’nın dışındaki mevcudatın ondan nasıl ortaya çıktığını ve bu varlıklarından nasıl istifade ettiği üzerinde durur.  Nihayetinde nasıl ve niçin sorularının cevabı verildikten sonra medeni ilimler (fıkıh-kelam-ahlak) ile pratik felsefe temellendirilir. Hakiki mutluluk ve öyle sanılan mutluluk arasındaki fark belirtilir. Hangi hususların hakiki olana ulaştıracağı üzerinde durulur.  Bunun toplumsal boyutunun riyaset (başkanlık) sistemi ile olacağını, bunun erdemli ve cahili kısımları olma ihtimallerini açıklar. Özetle, Tanrı’nın evreni nasıl yarattığı pozitif ilimlerle açıklamak ve niçin yarattığını anlamak için ise tinsel/manevi/ilahiyat disiplinleri önemlidir.  (Ebu Nasr el-Fârâbî, İlimlerin Sayımı, telif ve Tercüme M.Uyanık, A..Akyol, Elis Yayınevi, Ankara 2019, 73 vd)

·         Dil-Tefekkür ve Mantık İlişkisi

Burada hakikatin son ilahi sunumunun Arapça olması ve Tanrı-evren/insan irtibatının nasıl kurulduğuna, niçin yaratıldığına dair kıyamete kadar insanların kendi dilleriyle tutarlı bir şekilde temellendirmelerinin önemi yatar. Biz merkezi İslam coğrafyasında yatay ve dikey farklılaşma bağlamında bunu “Arap, Fars ve Türk Akıllarının Ortaya Koyduğu Müslümanlık Tasavvurları”  diye okuyoruz. Çünkü dil bilgisi hatasız konuşmanın; mantık ise doğru düşünmenin kurallarıdır. Dil bir dış konuşma, mantık ise bir iç konuşmadır, yani dilin lafızla ilişkisi ne ise mantığın kavramlarla olan ilişkisi de odur. 

Fârâbî, dil ve mantık ilişkisi üzerinde dururken, gramerin bir milletin diliyle ilgili kuralları içerdiğini;  mantığın bütün insanlığın düşüncesine ait kanunları ifade ettiğini bu nedenle vurgular. O, Ebu Said es-Sirafî’nin mantığın Yunan dili ve düşünce yapısına özgü olduğu görüşünü reddeden hocası Ebû Bişr Mettâ tarafında yer alarak mantığın evrensel yapısını vurgular;  ama hocasının tartışma sürecindeki aksaklıklarını da giderecek çalışmalar yapmayı da ihmal etmez.

Fârâbî’nin hocası Matta’nın ben mantıkçıyım, dil bilgisi ile ilgilenmiyorum, zira mantıkçının ona ihtiyacı yoktur, ama dil bilimcinin mantığa ihtiyacı vardır, mantık düşünceyi araştırırken dil bilim sözü araştırır, cümlesindeki açığı kapatmak için İlimlerin Sayımına önce dil bilimle girmiş onun nahiv ile ilgisini ayrıntılı bir şekilde temellendirmiş olabilir. Nitekim İbn Sina’da bu müzakere katılmış,  dilden ayrı bir konusunun olduğunu göstermek suretiyle mantığın konumunu belirginleştirmeye çalışmıştır.

Bağdat felsefe okulunu kuran mantıkçılarından olan Ebû Bişr Mettâ’nın talebeleri, mantığın konusunun “tümel anlamlar ve onlara delalet eden lafızlar” olduğunu vurgulamış ve böylece mantığın, lafızları dil biliminde olduğu gibi incelemediğini göstermek istemişlerdir. Buna rağmen lafızlar hâlâ mantığın konusu olarak kalmıştır.

Bu ilmin konusunun belirginleştirilmesi yönündeki tutum aynıyla İbn Sînâ’nın eserlerinde de görülmektedir. Ancak seleflerinden farklı olarak o, mantığın konusunun lafızlarla ilişkilendirilmesinden oldukça rahatsız olmuş ve önceki filozofları bu hususta eleştirmiştir. İbn Sînâ’ya göre çözüm, mantığın konusu olan şeyleri lafızlardan bağımsız olarak ele almaktır ki “ikinci makuller” öğretisi, kendisinin “konusu itibariyle mantığı dilden soyutlama” düşüncesine güçlü bir argüman teşkil etmiştir. Bu tartışmalar oldukça önemlidir çünkü günümüzde modern ve sembolik mantıkta matematik ve cebirsel dil kullanıma dair ilk vurgudur

Konu dağıtmadan son olarak Fârâbî’nin Sirafi’nin edatlar ile mantık ilişkisine dair soruları 13. yüzyıldan itibaren Avrupa mantıkçılarının gündemine “syncategoremate” terimiyle girdiği; özellikle 19. Yüzyıl mantık ve dil çalışmalarının konusu olduğunu söylediğimizde o dönemin tartışmalarının ne kadar ufuk açıcı olduğu görülmektedir.  (Osman Bilen, “Ebû Bişr Mattā ile Ebû Sa'îd es-Sîrâfî Arasında Mantık ve Gramer Üzerine Bir Tartışma” İslāmiyât (7/2), 2004, 155-172, Harun Kuşlu, “Ebû Bişr Mettâ’dan İbn Sînâ’ya Mantığın Konusu: Söz ve Lafızlar mı Yoksa İkinci Makul Anlamlar mı?". İslam Araştırmaları Dergisi, 2019: 1-28; http://byvm.kapadokya.edu.tr/1.-METTA-B.-YUNUS-ILE-EBU-SAID-ES-SIRAFI-ARASINDAKI-MANTIK-DIL-TARTISMASI)

·         Paradigmalar Mücadelesi Olarak Üç Tarz-ı Tefekkür

Bu bilgilerden hareketle Fârâbî’yi Üç Tarz-ı Tefekkür yani Arap, Türk ve Fars Akıllarının ortaya koyduğu Müslümanlık tasavvurlarını inceleyerek Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırma çabasında hareket noktası almamızın bir gerekçesini daha belirliyoruz. Bir Acem (Arap olmayan) olarak Fârâbî’nin dil-düşünce-mantık kurgusunun önemli etkisi vardır.

 Onun Süryani dil bilimci ve hocası Matta’yı takip etmesini önemsiyoruz, ama Sirafi’nin müzakerelerde söylediklerinin çok önemli olduğunu söylüyoruz. Çünkü o dönemlerde zihniyet anlamında bir Arap mantığı, Yunan mantığı ve Bizans mantığı olduğunu görüyoruz. Nitekim Ümeyye oğullarının Müslüman olmadan önce de Bizanslılarla siyasi ve ticari ilişkilerde bulundukları, kurdukları Emevi devletinde de bunun etkisi olduğu görülmektedir.

Abbasiler ile Arap olmayanların Perslerin sonra da Türklerin (Acemler olarak) etkisini artmasıyla aslında bir Horasan (yani “Işığın Doğduğu” yer anlamında bir Doğu) devletine dönüştüğünü görüyoruz. Önce yüzyılı aşkın bir süre “Pers Aydınlanması”, ardından yüzyıllar sürecek bir “Türk Aydınlanma” süreci ve bu anlamda Arap, Fars ve Türk zihniyetlerinin ürettiği Müslümanlık tasavvurlarından söz emek mümkün. Hatta Halife Memun’un iyice sistematik hale getirdiği Beytü’l-hikme de yaptırdığı çevirilerle Pers etkisini azaltmak ve Helen-Bizans verilerini güncellemek çabası diye okumak da mümkün.

Biz de buradan hareketle bilim dilinin Arapça, edebiyat dilinin Farsça olması nedeniyle Türk Aklının ürettiği felsefî birikimi Türkçe ifade eden (klasik) metinleri okuyor ve Türkçe Felsefenin öncüleri olduğunu söylüyoruz.

Bu bağlamda İslâm dinini yaşayabilmek için gerekli ‘itikadî (Maturidi) ve fıkhî (Hanefî) ilkeleri Türkçe ifade eden Yesevî’nin Divan’ı, Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig’i, Edip Ahmet Yükneki’nin Atabetü’l-Hakaik’i “Türk Felsefesinin Kurucu Metinleri” olarak inceliyoruz.

Bu çerçevede Samaniler’den boşalan alanı ele geçiren Karahanlılar, Gazneliler’deki Sünni Müslümanlık tasavvurununun etik-politik temellerini jeo felsefe bağlamında inceliyoruz. Gaznelilerden bağımsızlaşan Selçuklu (Büyük, Anadolu, İran ve Suriye Selçuklularındaki) izdüşümünü, bu birikimin Osmanlı Devletine olan etkisini ve Türkiye Cumhuriyetindeki sürekliliğini araştırarak Türk Felsefesinin teşekkülünü anlayıp, açıklamaya çalışıyoruz.

Böylece dil bilim ve nahiv bilgisinin milletlere özgü lafızlarla ilgili ilkeleri incelerken, Tanrı-evren-insan irtibatına dair tasavvurları nasıl dış konuşmaya, yazmaya tutarlı bir şekilde dönüştürdüklerini, bunların mantıksal temellerini araştırıyoruz.   

Her toplumun kelimelere verdiği anlamların zaman ve mekân farklılığıyla değişiklik göstereceğini, ama mantık ilminin verileriyle bütün milletlerin kullandığı lafızlara anlaşılacak şekilde sunmayı önemsiyoruz. Böylece tikel/tekil bir anlama tasavvurunun Tümel/evrenselleşme ve somutlaşma sürecini inceleyerek insanlığın genel felsefi birikimine olası katkıları artırmaya çalışıyoruz.  

Not: Bu yazının yayımlandığı gün (25.11.2022) Damla Arzu Biçirici tarafından hazırlanan “Hilmi Ziya Ülken’e Göre Jeo-Felsefe Olarak Anadoluculuk: Türk Felsefesinin Temellendirilmesi Açısından Bir İnceleme” başlıklı tez savunulmaya alınacak.