Genç bir adam ünlü filozof Sokrates’e gelerek;

“Bilgi kazanmak ve bilge biri olmak için yüzlerce km yol yürüyerek sana geldim, bana bilgi verir misin?” diye sorar.

Sokrates; “gel beni izle” der ve bu gençle birlikte sahile doğru yürürler. Su bellerine gelinceye kadar suyun içinde yürümeye devam ederler. Sonra Sokrates genç adamı yakalar ve başını suyun dibine batırır; adamın bütün direnmelerine rağmen onu suyun altında tutar.

Nihayet, adamın direnme gücü tükenince sudan çıkarır, sahile taşır ve pazar yerine döner.

Genç adam gücünü toplar toplamaz Sokrates’i bulur ve ona kızgınlıkla, “sen ki bilge bir kişisin, bana neden bu kadar kötü davrandın?” der.

Sokrates gence sorar: “Suyun içindeyken her şeyden çok ne istedin?”

Genç adam: “hava istedim tabi ki” der.

Bunun üzerine Sokrates şunu söyler:

“Bilgi ve anlayışı hava kadar istediğin zaman, ona hava kadar ihtiyaç duyduğun zaman kimseden bunu sana vermesini beklemeyecek; buna her yerde ve her zaman sen sahip olacaksın.”

Yani diyebiliriz ki, “bilgi ‘insan taşısın diye değil yaşasın diye insanın hizmetine sunulmuş bir nimettir. Çünkü onu taşıyan hamal oluyor; yaşayan ise kemal buluyor”. Zira sahip olduğumuzu sandığımız bilgi gözle görülmeyendir ve o bilgi hayata yansıdığı zaman görünür ve işe yarar hale geliyor.

Bilgiye bu fikriyatla baktığımızda ise hayatın her alanında “güven adası” olması gereken müslümanın, ait olduğu manevi dinamikleri yani sahip olduğu imanını kaleme benzetebilmek mümkün sanırım.

Nasıl, hep beraber bakalım;

Bu tespitime göre müslümanın imanı (kalemin sahibine hürmeten) kainat kitabına dil, din, ırk, renk, mezhep ayırmaksızın iyiliği, sevgiyi, merhameti ve adaleti yazmakla mükellef bir kalem; kıldığı namaz, tuttuğu oruç, verdiği zekat, nasip olunan hacc ise iman kaleminin mürekkebidir. O kalemin görevi ise kainat kitabında kaderinin kaderiyle kesiştiği her yaratılmışın yaşamını katıksız sevgisiyle, engin merhametiyle, ucu kendisine dokunsa bile şaşmaz adaleti ile cennete çevirmektir.

Öyleyse bu bakış açısıyla diyebiliriz ki; bir kalem nasıl ki insan beynindeki görünmeyen bilgiyi kâğıda döküp yazılı hale getiriyorsa, iman iddiasındaki her birey de içinde var olduğunu söylediği görünmeyen imanla, hayatın sayfalarına davranışlarıyla sevgiyi, merhameti ve adaleti yazan insandır.

Bu bakışı kabul edecek olursak da olduğu gerçeğiyle yüzleşiriz. Bu “yazma” işini başarabilen insan da; bulunduğu yerin “şeklini alan” kişi değil, bulunduğu yere “şeklini veren” kişi haline gelir.

Bu konuda “anlaştıysak” sizi zihnimdeki kavgaya ortak edip asıl soruma gelebilirim;

Peki bizler sahip olduğumuz zengin bir manevi mirasa ve bunların sunduğu dinamiklere rağmen (ilkin insan sonra da müslüman sıfatımızla) nasıl oldu da “şekil veren” değil de “şekil alan” kişi haline geldik ki kalemlerimiz “yazmaz” oldu?

Hepimizin ‘bildiği’ gibi aşkın bir sevgi hamuru ile yoğrularak yaratılan kâinat, “adalet ve merhamet” terazisi üzerine oturtulmuştur ve bu terazinin dengede durması huzur; dengesizliği ise huzursuzluk, gözyaşı, acı demektir.

Sorumuza sağlıklı bir cevap bulabilmek adına daha önceki yazılarımda değindiğim bir konuyu burada yeniden açmakta fayda var;

Kitabullah ısrarla benim daha önceki yazılarımda da değinmeye çalıştığım üç tane önemli puttan bahseder ve bu putların isimlerinin geçiyor olması kıyamete kadar etkilerini yitirmeyecekleri yönünde bir işaret koyar önümüze; ama aynı zamanda bunlara meyledilen bir toplumda sözünü ettiğim dengenin bozulacağı, kalemlerin “iyilik, sevgi ve adalet adına” değil “nefret, düşmanlık, kin, öfke” adına yazacağı konusunda da ısrarla uyarır. Zira büyük bir çoğunluğumuzun isimlerini kulaktan dolma bilgilerle öğrendiğimiz ama (hep olduğu gibi) anlamlarını yazık ki merak etmediğimiz Lat; yönetim ve iktidarın, Uzza; gücün, Menat ise paranın sembolü olarak öne çıkıyor.

Bu kelimelerin etimolojik anlamlarına yöneldiğimizde (yani kökenlerini araştırdığımızda) Lat kelimesinin evreni yaratan ‘ilah’ kelimesi ile aynı kökten geldiğini ve eski çağlarda Aramice/İbranice’ye kadar uzanan Arapça’nın kök dillerinde kişiyi ‘içeriden yöneten şey’, ‘mutlak itaat, otorite’yi ifade ettiğini; Uzza kelimesinin ‘güç, kuvvet’ anlamına gelen ‘Aziz’ isminin farklı bir şekilde telaffuzu olduğunu; Menat kelimesinin ise ‘para,ekonomik güç, sahip olma yetisi’ anlamını taşıdığını görüyoruz.

Kitabullahın “neden” bu kelimeleri andığı, bu kelimelerin işaret ettiği ‘tehlike(ler)in’ neler olabileceği, bu kelimelerin günümüzdeki karşılığı “ne olabileceği” türünden sorulara ise, ilahi kelam yalın bir dille kendisi cevap veriyor;

Bu üç kavram, o gün için belki taştan tahtadan bir takım heykellerdi ama şehre (Mekke’ye) hâkim insanların o günkü “mülk hırsını” ifade etmekteydi. Her ne kadar dışsallaşıp Kabe’nin içine, sağına ve soluna heykel olarak dikilmişlerse de; bu hırsı esasında onların (Ebu Cehil, Ebu Lehep, Velid b. Muğire gibi şehre hakim çetenin yani Yeda Ebu Lehep’in) içsel dünyalarında, tutku ve ihtiraslarında aramak gerekiyordu. Çünkü önemli olan önce bunların yüreklerden sökülmesiydi ki; onların dışsallaşmış halini Mekke’nin Fethi ile bir saate yakın bir sürede yerle bir eden Alemlere rahmet olan, içsel halleriyle tam yirmi üç yıl boyunca mücadele verdi.

Kitabullah’ın tüm zaman ve mekanlara hitap eden “evrensellik” ilkesinden yola çıkarak, anılan ve ‘tehlikesi’ işaret edilen bu üç kelimeyi alıp yaşadığımız çağın göğsüne monte ettiğinizde ise o günün dengesini bozan üç ana unsurun bugün de canlılığını olduğu gibi koruduğunu görüyorsunuz.

Zira “otorite” olarak andığımız Lat, “devlet, saltanat, taht, lider, ecdad, egemenlik, sınır, ulus” olarak; “güç” olarak andığımız Uzza, “silah, petrol, toprak, nüfus, nüfuz” olarak; “para” olarak andığımız Menat ise “sermaye, banka, altın, gümüş, dolar, euro” olarak karşımıza çıkıyor.

Bugün sadece sekiz kişinin mal varlığının dünyadaki tüm insanların yarısının mal varlığına eşit olduğu bir dünyada otorite sevdasından doğan emperyalizm; güç tapıncından ortaya çıkan faşizm; para hırsından tüm kültürleri yerle bir eden kapitalizm kavramları ise bu konudaki taşları yerine oturtuyor.

Bu anlam derinliği ise; müslümanların kalemlerinin dünya nüfusunun üçte birlik karşılığı olana iki milyara yakın sayılarına ve bu sayının yaklaşık yüzde yetmişbeşinin otuzbeş yaş altı olmasına rağmen neden “sevgi,merhamet ve adalet” adına bir şey yazamadıkları sorusuna yöneltiyor bizi.

Özellikle günümüzdeki ahvalimizi tam anlamıyla resmedecek bu sorunun sizdeki cevabını bilmiyorum ama aklımla kalbimin buluştuğu kendi cevabımı paylaşmadan geçmek istemiyorum;

Öncelikle “iman” dediğimiz ve “görmediğine inanmak, güvenmek” olarak tabir edeceğimiz kavram çok katlı bir binadır ve bence bu binanın temeli “şuur” yani bilinçtir.

Zira şuura ulaştıracak “niçin” sorusundan çok uzakta “nasıl” sorusu ile meşgulüz.

Mesela “niçin namaz kılmalıyım” sorumuz yok, “nasıl namaz kılmalıyım” var. Bu yüzden namaz ruhsuz bir oturup kalkma veya sözüm ona “borç ödeme” seansına dönüşüyor ve kılana bir şey kazandırmıyor.

Niçin oruç tutup, aç kalayım” düşüncemiz yok, “orucu ne bozar” düşüncesi var. Bu yüzden otuz gün aç, susuz kaldığımız halde sokaklarımız halen aç, yoksul ve kimsesiz insanlarla dolu ve asıl gayesi “nefsi tezkiye edip yeryüzünden yoksulluğu silmek olan” orucun bu gayesini atlayıp; on iki ay boyunca aklımıza, feraset ve basiretimize, bir ay ise midemize oruç tutturmuş oluyoruz.

“Nasıl” diriltileceğini sormaktan önce “niçin” yaratıldığını sorgulamayan şuurdan nasiplenmemiş bir zihin, pek tabi ki toplumun kabullerinin peşine düşüp onlara kutsallık atfedecek ve giydirdiği kutsallık gömleğini ısrarla “muhafaza” etmeye çalışacaktır. Üstelik bu “muhafaza”nın elindeki “iman” kaleminin mürekkebini bir vakum gibi emdiğinin farkında dahi olmadan.

Alın başınızı ellerinizin arasına ve bu yazıyla olsun beş dakikalığına düşünün ne olur;

Kadın ve kızlarımıza “nasıl” örtüneceklerinden önce “niçin” örtünmeleri gerektiği anlatılmış olsaydı etrafımız “örtülü çıplaklar” ile dolup taşar mıydı? Tesettür kavramı alimlerimizin teferruatları arasına karışırken, tesettür modası milyar dolarla anılıp karuni çıkarlar arasında kapitalizme kurban gider miydi? Bugün tesettür modasına akan paralar ile dünyadaki açlığı kaç kez kökünden kurutacağınızı bir araştırın isterseniz!

“Nasıl” namaz kılacağımız, “nasıl” oruç tutacağımız, “nasıl” hac yapacağımızdan önce bunların amacını ve dışa dönük yansımasını ortaya koyan “niçin yapmalıyız” sorusunu kendimize sormuş olsaydık; bu saydığım ritüeller ruhsuz birer tekrarın dışına çıkıp elimizdeki “iman” kalemi ile kâinat kitabına sevgi, saygı, şefkat, rahmet,adalet ve merhameti yazmaz mıydık?

Her yıl din görevlileri rehberliğinde kutsal topraklara giden yüz binlerce hacı adayımıza tavafın nasıl olacağı, kurbanın nasıl kesileceği, şeytanın nasıl taşlanacağı anlatılırken haccın niçin emredildiği ve orda ortaya konan her davranışın niçin yapıldığı anlatılmış, idrak ettirilmiş olsaydı (bu amaca ulaşabilenlere selam olsun); şeytan taşlayıp hacı olan kardeşlerimiz, döndükleri zaman hala aynı şeytani düşünce ve sistemlerin peşinde olur veya dün taşladığının bugün yanında yer alır mıydı?

Niçin sorusu sorulamadığından değil midir ki; peygamberin yirmi üç yılda inşa ettiği topluluk asırlar sonra da olsa bir daha ortaya çıkmamıştır? Niçin sorusu sorulamadığından değil midir ki; tevhid tecvidin arkasında, itikat amellerin gerisinde, şuur ve tahkik taklidin gölgesinde kalmıştır?

Bir tık yukarı çıkıp bitirelim;

Kitabullah’a bütünsel olarak baktığımızda kalemin ve kaderin sahibi; İkra (Oku) ayetini Cebrail ile yollarken yirmi üç yıl sonra indireceği son ayeti de biliyor muydu? Pek tabi ki biliyordu. Ama bunu 23 yıl gibi geniş bir zaman dilimine yaydı.

Niçin?

İlk inen ayetler (özellikle Mekki olanlar) bir şuur gayesi taşırken yani “niçin” sorusuna cevap verirken; sonraki yıllarda inen ayetler ise (Medeni ayetler) bu şuuru yaşama taşıyıp “niçin”in bu kez “nasıl”ına cevap verdi. Yani “yap” denilmeden önce “neden yapmalıyım” şuuru verildi ki; yirmi üç yıllık vahiy sürecinde “namaz kıl” emrinin 13.yılda, içkinin tümüyle yasaklanmasının 17.yılda, tesettür emrinin 18.yılda, hacc emrinin 19.yılda, faizin kesin olarak yasaklanmasının ise 23.yılda Veda Hutbesi ile bildirilmesi bu tespitimi doğrular.

Kitabullah’ı nüzul yani iniş sırasıyla okuduğunuzda “niçin”den “nasıl”a bir yolculuk yapıldığını görmek çok zor değil. Zira bu yolculuk tüm zamanlara örnek olabilecek bir toplumun inşasına “nereden” başladığı ve buna “nasıl” devam ettiği konusunda bize rehberlik yapar.

Alak Süresi ile başlayıp Nasr Süresi ile bitireceğiniz bu yolculukta Mekke’yi yaşamadan yani oradaki yokluğu, sıkıntıyı, darlığı, ambargoyu soluklamadan; Medine’yi inşa edemeyeceğiniz, medeniyete kavuşamayacağınız ve oradaki bolluğa eremeyeceğiniz gerçeği benliğinize tokat gibi çarpar. Çünkü “iman” kaleminin mürekkebi Mekke’de yaşanan acı, gözyaşı,sıkıntı dolu o yılların gölgesinde “niçin” sorusu ile dolmuş; Medine ise bu kalemin kâinata yazdığı sevgi, barış, kardeşlik, merhamet ve adaletin çağlar ötesine günümüze taşınan gerçekliğinin kitabını yazmıştır.

Kendi öz evladını diri diri toprağa gömen kömür karası bir toplumdan; yürürken yerdeki haşerat ezilmesin diye ayağına çıngırak bağlayan elmas gibi bir topluma nasıl ulaşıldı sanıyorsunuz?

Kitabullah’taki her bir ayet iman iddiasında olanlar için birer işarettir ve hiçbir işaret ‘bana bak’ demez, ‘gösterdiğim yere bak’ der. Gösterdiğim yere bak ki iman kalemin dokunduğun her yere; kaderinin kaderiyle kesiştiği herkese sevgiyi, kardeşliği,merhameti, barışı, adaleti satır satır yazsın; ilmek ilmek nakşetsin ki bu dünyada inşa etmeye çalıştığın cennet ötelerde gerçekten “evin” olsun!

Kalemiyle sevgiyi, merhameti,adaleti nakşedenlere selam olsun!