Rivâyete göre Beşinci Abbâsî halifesi Hârun Reşid, sarayın bahçesindeki bir gül fidanını çok beğenir. Biçimi, eşsiz kokusu ve müstesnâ rengiyle dikkatini çeken bu gülü özel bakıma alması için bahçıvana emir verir.

Bahçıvan da sultandan aldığı bu emir dolayısıyla, gülün üzerine âdeta titremeye başlar. Her seher ilk işi, o gülün bakımını eksiksiz yapmak olur. Yine bir sabah gülün bakımını yapmak için yanına gittiğinde bir de bakar ki, gülün dalına konan bir bülbül, ne kadar yaprak varsa hepsini gagalayarak yere düşürmüş. Gülün dallarında tek bir yaprak bırakmamış.

Büyük bir korku içerisinde halifeye koşar. Huzûra kabul edilince:

“Sultanım!” der,

“Üzerine titrediğimiz gülün yapraklarını bir bülbül gagalayarak yere dökmüş, gülün üstünde tek bir yaprak bırakmamış.”

Hârun Reşid, bahçıvanın söylediklerini sükûnetle dinledikten sonra, telâş göstermeksizin şu cevâbı verir:

“Üzülme bahçıvan efendi, üzülme! Bülbülün yaptığı yanına kâr kalmaz.”

Sultanın bu cevabı üzerine rahat bir nefes alan bahçıvan ise işine döner. Aradan henüz birkaç gün geçmiştir ki, bahçıvan, gülün yapraklarını düşüren bülbülü bir yılanın yakaladığını ve yutmak için otların arasında kaybolup gittiğini görür.

Heyecanla yine halifeye gelir:

“Sultanım! Çok sevmiş olduğunuz gülün yapraklarını döken bülbülü bir yılan yakalamış, yutarken gördüm.”

Sultan yine telâşsız:

“Merak etme efendi!” der,

“Bülbülün âhı yılanda kalmaz. O da ettiğini bulur.”

Bahçıvan yine işine döner. Bir ara bahçede çalışırken, bülbülü öldüren yılanın otların arasından kendisine yaklaşmakta olduğunu görür. Hemen elindeki küreğiyle vurarak yılanı öldürür.

Yine halifenin huzuruna gelip sevinç içerisinde:

“Sultanım! Bülbülü öldüren yılanı, ben de bahçede küreğimle öldürdüm.” diyerek durumu anlatır.

Hârun Reşid yine sakin:

“Bekle bahçıvan efendi bekle!” der,

“Yılanın âhı da sende kalmaz. Sen de yaptığının karşılığını görürsün.”

Nitekim çok geçmez, bahçıvan işlediği bir hata sebebiyle halifenin huzuruna çıkarılır ve cezalandırılması istenir. Halife de onun zindana atılmasını emreder. Askerler, yaka paça zindana doğru götürürken geriye dönen bahçıvan Sultana şunları söyler:

“Sultanım!Bülbülün yaptığı yanına kâr kalmaz!» dediniz, onu yılan yuttu. «Bülbülün âhı yılanda kalmaz!» dediniz, onu da ben öldürdüm. Şimdi benim yaptığım da yanıma kalmıyor, zira sen zindana attırıyorsun. Kimsenin yaptığı yanına kalmıyor da, senin ki mi kalacak? Demek sana da bir yapan çıkacak, öyle ise gel sen bana yapma ki, bir başkası da sana yapmasın.”

Hârun Reşid bir müddet sükût ettikten sonra, bahçıvana hitâben «Doğru söyledin!» diyerek askerlere şu emri verir:

“Bırakın bahçıvanı, çiçeklerini sulamaya devam etsin.”

Bunun üzerine, Sultan ile bahçıvan arasındaki konuşmaya şâhit olan veziri şöyle der:

“Sultanım, gereken cezâsını vermediğiniz takdirde bahçıvanın yaptığı yanına kalmış olacak.”

Hârun Reşid, bu sözler üzerine şu hakîkati ifâde eder:

“Hayır! Kimsenin yaptığı yanına kâr kalmaz. En ağır şekliyle âhirette ödemeye tehir edilir!Ama gâfil insanlar bunun farkına varamaz da, yaptığı yanına kâr kaldı sanır.”

Evet, farklı kişilere isnad edilerek anlatılan çok farklı versiyonları olsa da ibret dolu bu nükte “alma mazlûmun âhını, çıkar âheste âheste” şeklinde yerleşmiş dilimize.

Diyor ya hani irfan ehli;

“Gücüne güvenip zayıfları ezme. Yarın kıyamette bir arpa değerindeki bir kul, koca bir padişahı çekip yüce mahkemeye götürür.” diye.

Dinsel terminoloji açısından bakıp manevi dinamiklerimize döndüğümüzde bu konu çok net aslında;

Kitabullah’ta 324 yerde “zulüm”, 174 yerde de “şirk” kavramı geçer. Zulüm “ötekine haksızlık yapmak”, şirk de “Allah’a ortak koşmak demek ve bu iki kavramın nerede ve nasıl kullanıldığına baktığımızda, ikisi hakkında da “affetmez dendiğini görüyoruz.

Mesela; “Zulmedenleri Allah affetmez ve onlara bir yol da göstermez.” (Nisa;168) ve “Allah ortak koşanları affetmez, bundan başka dilediğini (layık gördüğünü) affeder.” (Nisa;48).

Keza zulmün Allah’a karşı haksızlık, kendi nefsine karşı haksızlık ve öteki (insanlara) karşı haksızlık şeklinde üç anlamda kullanıldığını görüyoruz;

Buradan ilk ikisi için tek yanlı af ve mağfiret yolunun açık, ancak üçüncüsü için hakkını yediği kişiden “daha dünyadayken helallik dilemedi ve bunu sonraki davranışları ile de ispat etmedi ise” tek yanlı af ve mağfiret yolunun kapalı olduğunu görüyoruz.

Yani tabiri caizse “Bana veya kendi nefsinize karşı işlediğiniz suçları affedebilirim, ama kul hakkı ile karşıma gelmişseniz sizi ben bile kurtaramam. Bu, kurtarmaya gücüm yetmediğinden dolayı değil; kullarıma (insanlara) gösterdiğim saygı ile hak ve özgürlüklerin katımdaki değerinden dolayı böyledir.” denmek isteniyor.

Ayrıca konuyu irdelediğinizde insanlara önderlik etmenin ölçüsünün soy sop değil; adalet ve zulüm ölçütü olduğunu görüyoruz;

“Bir zamanlar, Rabbi İbrahim’i bir takım olaylarla sınamış, kendini ispat edince ‘Ben seni insanlara önder yapacağım.’ demişti. ‘Soyumdan da önderler yap.’ deyince Allah, ‘Zalimler önder olamaz’ buyurmuştu.” (Bakara; 124).

Ayetin mesajı çok açık;

Ey “Allah ile yürüyen”in (İsrail) torunları olduklarını iddia edenler! Keza Ey “Allah’a kulak veren”in (İsmail) torunları olduklarını iddia edenler! Ey “Sevgi ve merhametin babası”nı (İbrahim) ataları olarak kabul edenler!

Allah İbrahim’i sizden iki bin yıl önce tıpkı bu yetim Muhammed (s.a.v) gibi doğruluk ve dürüstlük (el-emin) üzere buldu. Onun Allah’ın yani vicdanın ve merhametin evrensel sesi olabileceğini gördü. Buna lâyık olduğunu gösterdi. İbrahim’le birlikte büyük bir yürüyüş başlattı. Onu iyilik ve adalet timsali olarak insanlığa önder yapacağına söz verdi. İbrahim soyumu da önder yap diye talepte bulununca ona, iyilik ve adalet yolundan ayrılanlar, zalimler önder olamaz dedi.

Bu nedenle yeryüzünde seçilmiş bir soy yoktur. Kim iyilik ve adaleti ayağa dikerse, kim vicdan merhametin sesi olursa, kim doğruluk, dürüstlük yolunda yürürse ancak onlar insanlığa öncülük etmeye lâyıktır. Soyunuzla övünmeyi bırakın. İsrail oğulları veya İsmail oğulları olmak sizi kurtarmaz. Nitekim siz İsrail oğulları “Allah ile yürüyüşü” terk ettiniz; kuruntularınızla, vehimlerinizle yürüyorsunuz. Siz İsmail oğulları da “Allah’a kulak vermeyi” bıraktınız; Kâbe’yi putlarla doldurup Lat’a, Menat’a, Hubel’e kulak veriyorsunuz.

Şu halde sevgi ve merhametin babası İbrahim’in yolunu sürdüren, küllenmiş o köze yeniden üfleyen işte şu aranızdaki yetim Muhammed (s.a.v) dir. Artık sevgi ve merhametin yeni sesi budur. Kuruntularınızı bir kenara bırakıp söylediklerine kulak verin, onun yürüyüşüne katılın.

Konuya devam edip aynı yöntemle ilerlediğimizde zulmedenlerden başkasına düşmanlık beslenemeyeceğini, dahası “savaşın” yegane sebebinin inkar, şirk veya başka dine mensup olma değil; baskı, zulüm ve zorbalık olduğunu okuyoruz;

“Hiçbir fitne (zulüm ve zorbalık) kalmayıncaya ve din (adalet) Allah için sağlanıncaya kadar onlarla savaşın. Şayet vazgeçerlerse zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur.” (Bakara; 193)

Bu ayette de “halka eziyet eden, insanları baskı ve zulüm altında inleten, bundan vazgeçmeye niyetli olmadığını da her defasında ispat eden zorbalara anladığı dilden cevap vermeniz gerekiyor. Barış için gerekirse savaşmaktan çekinmemelisiniz. Unutmayın, savaşın bir tek sebebi vardır; baskı, zulüm ve zorbalık. Bunun dışında kimseye durduk yere saldırmayın” mesajı var.

Zira bu ayet bu şekilde yorumlanmazsa “Dinde zorlama yoktur” (Bakara; 256) ilkesi ile çelişilmiş olacaktır. Çünkü fitnenin (zulüm ve zorbalık) zıddı adalettir.

Görülüyor ki Kitabullah “zulüm” kavramına olağanüstü bir vurgu yapıyor. “Şirk en büyük zulümdür” demesinden de anlaşılacağı gibi, zulmü şirkten daha büyük bir suç ve günah olarak görüyor. Yeryüzün önderliğini (devlet, siyaset) ve savaşın yegane meşru sebebini buna bağlıyor ve nihayet ahirette affedilmeyecek yegane suç ve günahın da “zulüm” olduğunu söylüyor.

Zulüm kavramını kısaca “bir hakkı yerinden oynatmak; kul (insan) hakkı yemek”, adaleti ise “yenen hakkın iadesi, yerine konması” olarak okursak; tarih boyunca vahyolunan şeriatlar (hukuk) ile insanların canlarını, mallarını, akıllarını, nesillerini, dinlerini, ırz ve namuslarını koruma altına alıcı hükümler vazedilerek; dünyanın bununla ayakta durabileceğini, insanlığın bu sayede insanlıktan çıkmadan yoluna devam edebileceği hatırlatılıyor.

Tüm bu tespitleri alt alta topladığımızda görüyor ve anlıyoruz ki Allah, kendine karşı işlenen suçlar dahil tüm günahları layık gördüğüne (dilediğine) affedeceğini söylüyor ve O’nun merhametinden başka bir şeyin bu hususta kurtarıcı olmayacağını beyan ediyor, fakat kul hakkı yemeyi (zulmü), hakkı yenene sormadan affetmeyeceğini ısrarla hatırlatıyor. Bu hususta hakkı yenene (mazluma, mağdura) hem dünyada hem ahirette yetki (insiyatif) verdiğini, çünkü hak sahibinin o olduğunu söylüyor. Bunun için de “Kul hakkıyla karşıma gelmeyin” diyor.

Kul hakkı yenince yani “ah” alınınca da kısaca anlatmaya çalıştığım bu kodlama üzerinden sayısız ilişkiler ağı içinde yaşam süren insan “ah” aldıkça “ah” doğuruyor.

Bu algı içinde kurduğumuz her ilgi ve ilişkiyi, bizden ötekine giden pozitif ya da negatif bir sinyalle ilişki çemberimizin tüm fertlerinden de bize doğru müspet ya da menfi bir enerji akımı olarak okursak kimi enerjilerin ruhumuza gıda olurken, bazılarının da maddî-manevî bünyelerimize yok edici virüsler ektiğini görebiliriz. Buradaki asıl mahâret, bu ilişkiler ikliminde “âh” almamak.

“Peki başımıza gelen her musibet, sıkıntı ve olay bir ‘ah almaktan’ mı kaynaklanır” derseniz “hayır” tabi ki.

Bazı musibet ve sıkıntılar işlenen bir hatanın, yapılan bir yanlışın bedeli olarak çıkar karşımıza. Bazıları ise salt “imtihan” vesilesi iledir ve kesinlikle orada (anıldığı üzere) bir “hakedilmişlik” bulamazsınız ki bunun en bariz örneği olarak Taif’te taşlanan Alemlere rahmet olanı verebiliriz. Sayısını çokça artırabileceğimiz bu imtihan neticelerinin kula manevî arınma ve olgunluk kazandırdığını hem güncelde hem de tarihsel serencamda görebilmek çok zor olmasa gerek.

Ancak özellikle mazlumun, anne-babanın, üzerimize emeği geçen üstad ve ustaların âhlarının er ya da geç can yakıcı sonuçlar doğurarak dünyayı zindana, âhireti ise hüsrana çevirdiğine eminim ki bir çoğunuz def’aten şahit olmuşsunuzdur. Kimi ayağa, kimi başa ve kimi de kalbe batan birer diken misali olan bu “ah”lar; kimini mülkünden, kimini makamından ve nicelerini de huzur ve saadetinden ediyor.

Bu yüzden olsa gerek ki ben bu konuyu hep bir bumeranga benzetirim;

Eminim küçükken yapmayanımız yoktur. Bir tepeye çıkar ve avazımız çıktığı kadar bağırırdık; “Aaaaaaa!!!” diye. Ses olduğu gibi yankılanarak bize dönerdi. Ağzımızdan çıkan “Aaaaa!!” bağırışının hiçbir zaman “Bbbbb!!” olduğunu görmedik hiçbirimiz.

Konferans ve söyleşilerimde sıklıkla yer verdiğim bu örnekleme aslında aynı zamanda anlatmaya çalıştığım sürecin de kodlarını fısıldıyor. Zira İlahi yazılımın işleyişi gereği bizim halk diliyle “İlahi adalet” dediğimiz kodlama uyarınca işlenen her günah veya başkalarına yapılan her yanlış bu kodlamanın tecellisi olarak sahibinden mutlaka bir bedel istiyor ve “aaaa!” haykırışımızın “bbbbb!” ye dönüşmemesi gibi kâinata ne ekiyorsanız o gelip sizi buluyor.

Yani aldığımız her nefesin, dillendirdiğimiz her kelimenin, yediğimiz her hakkın, ağlattığımız her gözün, acıttığımız her kalbin hesabını hesabını zerre kadar şaşmaksızın soruyor İlahi kodlama.

“Hani nerde, görmek istiyorum!” diyenlere de Şems-i Tebrizi çağlar ötesinden cevap veriyor;

“Sana affedilemeyecek kadar büyük hata yapan birine,akıl sınırlarının bittiği yerden başlayacak ceza vermek istiyorsan bütün samimiyetinle affet. Hissedilen her şeyi arşivleyen kader, kendisiyle en iyi biçimde ilgilenecektir.”

Allah ise “asla ihmal etmeyeceğini, rahmeti üzerine farz kıldığından “olur da kulum hatasını anlar, yanlışından döner” diye imhal (erteleme) edebileceğini ama boynuzsuz koyunun dahi boynuzlu koyundan hakkını alacağını ve bunun adil olan, adaleti emreden Allah’ın vaadi olduğunu; O’nun asla vaadinden dönmeyeceğini” kendisi belirtiyor ısrarla Kitabullah’ta.

Dolayısıyla bu ilahi kodlamanın kodları herkesin anlayacağı düzeyde açık;

Önceki günlerde güldüren emin olun ki “o son gün de” gülecek! Önceki günlerde ağlatan “o son gün de” ağlayacak! Yaşatan yaşayacak, öldüren ölecek! Kahreden kahrolacak, sevince boğan sevince boğulacak! Mutlu eden mutlu olacak, azap çektiren azap çekecek! İnsanların dünyasını cennete çeviren cennete, cehenneme çeviren cehenneme girecek!

Bu yüzden diyor ya ârifler, “ne yaparsanız yapın tenha bir köşede ağlayan iki çift göze sebep olmayın, ömrünüze bulaşır temizleyemezsiniz “ diye.

Ama “kul hakkı“nın öyle kafamıza vura vura öğretildiği gibi “sadece elle tutulup gözle görülen kavramlar” olmadığını; “güven,samimiyet,dostluk,kardeşlik,vefa,arkadaşlık” kavramlarının ‘can kırıklar‘ına dönüşmesinin de bu hukuka dahil olduğunu unutmamamız gerekiyor.

Bu yüzden yapmamız gereken şey adaletle, eşitlikle, hoşgörüyle, kutuplaştırmadan; dinini, dilini, rengini,ırkını sormadan; o an gereken her neyse, geçmişin veya geleceğin etkisinde kalmadan, bunu “mutlak doğru” olan iyiliği beslemeye bağlı kalarak, dünyevi ihtirasların gölgesinde değil, vicdanın ışığında yapmak zorunluluğumuz var.

Çünkü insanın ilacı yine insan ve başkasının kalbinden başka evimiz yok hiçbirimizin.