Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş felsefesini anlamak için merkeze aldığımız Yusuf Akçura’nın Üç Tarz-ı Siyaset incelemesinden hareketle bu tanımlama kurgulanmıştır. Osmanlı Devleti siyasî, iktisadî ve içtimaî açıdan değişen dünya düzenine Üç Tarz-ı Siyaset ile uyum sağlamaya çalıştı.

Bu anlamda Tanzimat ve Islahat Fermanları, 1. ve 2. Meşrutiyet’in ilanları ile yeni sisteme adapte olma gayretleri olarak görülebilir.  Akçura’nın  Osmanlı(cı)lık, İslam(cı)lık ve Türk(cü)lük öğretilerinin devlete üç farklı bağlılık şeklinde incelenmesi gibi, biz de “ Üç Tarz-ı Tefekkür”ü  “Dünya Müslümanlık” tasavvurlarının kadim dünyada yatay ve dikey farklılaşmasını anlama çabası olarak görüyoruz.  Çağdaş bir düşünür olan Muhammed Arkun’nun “ İslam Aklı Eleştirisi ve İctihad” adlı eserini örnek alarak bin beş yüzyıllık tarihi birikimin Arabistan, Mısır ve Kuzey Afrika, Türkistan coğrafyalarında yaşayan insanların hayatlarını nasıl değiştirdiğini ama aynı zamanda buraların kültür dokusuyla da yeni tasavvurlar oluştuğunu incelemektir.

Bunu Türkistan/Atayurt-Türkiye/Anayurt hattında yaşanılan dinî n bilgisi ve bunun sunumunu gösteren dilin tecrübesinden hareketle yapmayı deniyoruz. Aslında bu yeni bir yerelleşme, mahallileşme değildir, Arap, Fars iktidar çatışmaları dışında İç Asya/Atayurt’ta (Türkistan) gelişmiş Türk Müslüman tasavvurunun tikel (yerli/milli) değerlerinin Ön Asya/Anayurtta (Türkiye) yaşanan yeni soru ve sorunlar karşısında yeniden okunma çabasıdır. Bu arayışın ortaya koyduğu düşünce yapısının 28 Şubat 1997 itibarıyla yaşanılan “Gerçek İslam”, “Türk İslam’ı”, “Halk İslamı”, “İslam’ın Türk-Anadolu Yorumu” gibi fikirlerin jakoben/totaliter bir yapı sunmadığını özellikle belirtmek gerekmektedir.

Böylece Hz. Muhammed (sav) gönderilen Kuran’ın hedefleri (Makasidul-Kur’an) ile bunların farklı zaman ve mekânlarda uygulanma Emevî-Abbâsî, Fâtimî, Selçuklu, Memlûk, Safevî, Osmanlı devletlerinin yöntemleri ve hedefleri (Makasidu’s-Şeria) arasındaki farka işaret edip, “modern ve varoluşçu bir dindarlık” tasavvurunu müzakereye açıyoruz.    Diğer bir ifadeyle modern anlamda sivil, özgürlükçü bir hukukî ve felsefî  bir tipolojiyi dinî verilerle bir araya getirme çabasına katkının ahlak ve siyaset felsefesi açısından Ebu Hanife, İmam Maturidî, Ahmed Yesevî, Yusuf Hâs  hacip ve Fârâbî  gibi âlimlerin öğretilerini yeni okumalara tâbi tutmakla mümkün olacağını düşünüyoruz. Çünkü bu âlimlerin eserlerinden (düşünce tarihi) hareketle “varoluşçu bir dindarlık ve demokrat tipoloji” ortaya konulabileceği kanaatindeyiz.

·         İslam Aklı’nın Arap Aklı’na Dönüşmesi

M. 610 yılında ilahi mesajlarının sonuncusunu hayata geçiren Hz. Muhammed (sav) kısa süre de içinde yaşadığı toplumun sorunlarına çözüm önerileri üretecek düzenlemeleri Risalet (peygamberlik) ve “Riyaset” (devlet başkanlığı) görevleri bağlamında yapmaya başladı.

İnsanların doğuştan gelen temel haklarının korunmasını temin edip, dönemin sosyal ve ekonomik şartları altında dezavantajlı gruplara dâhil olanların yani çocuk, engelli, kadın (cariye) ve erkek köleler hayat standartlarını düzene sokacak ıslahatlar hayata geçirildi. Bu açıdan dönemin ekonomik-politik düzenine ve oligarşiye karşı mazlum ve mağdur (proletarya)nın sesi oldu.    Bize göre, onun vahiy gelmeden önceki tavrını pasif muhalefet, yani sistem içinde kalan, mevcut sistemle çatışmayan ama sistemin (şirk) dinî ve politik-ekonomik düzenine de teslim olmayan  “Hanif” öğretisine göre yaşayan bir duruşu vardır.

 Bu muhalif tavrına rağmen Onun daha yirmi yaşında haksızlık ve mağduriyete uğrayanların haklarını korumak için toplumun önde gelen tacirleri tarafından kurulan Hılfu’l-Fudûl (erdemliler ittifakı) cemiyetine üye olarak almaları, vahiy öncesindeki kabul görmesinin işaretidir. Çünkü bu cemiyet farklı dünya görüşlerine sahip olan insanların temel ahlâkî ilkelerde anlaşarak ortaya çıkan haksızlıkları gidermek, yapılan zulmü engellemek amacıyla uzlaşmalarının bir toplumsal zorunluluk olduğunun ifadesidir.  Nitekim o dönemde siyasî , iktisadi ve sosyal (kabilevi) yapıdan güçlü olan bazı insanların özellikle ekonomik alanda hegemonik güç kullanmaları karşısında adalet sağlandığı için mağdur ve sessiz kalanların sesi olunduğu gibi diğer insanlara da moral oluyordu.

·         Dönemin Oligarşik Sistemine Direniş

Vahiy geldikten sonra ise aktif muhalefete geçerek, yeni sistemi hayata geçirmeye başladı. Hz. Muhammed, Mekke’ye ve Kâbe’ye o dönemde dinî  anlamda hâkim olan şirk yapısını Tevhid ile sarstı. Siyasî  ve ticari açıdan  etkin olan aristokrasi ve oligarşiyi ise ortaya koyduğu yeni ıslahatçı sistem ile bozdu.

Kur’an bu zihniyette olanları “bölgenin varlıklı ve şımarık kişileri” olarak nitelendiriyordu. Zenginlik ve lüks içinde yaşayan aileler olarak Ümeyye ve Mahzumoğulları öne çıkıyordu.  Çünkü o dönemde Mekke ticaret merkeziydi ve Kâbe ve içerisindeki putlar siyasî ve iktisadî açıdan çıkar/ganimet kaynağıydı.  Mevcut kurulu düzene yönelik ıslahatlarından dolayı ona yönelik her türlü baskı ve nihayetinde ayrıntılı bir şekilde planlan suikast girişimlerinde bulunulması üzerine Medine’ye hicret etti ve bu tarih yeni sistemin doğum tarihi oldu.

Medine’ye davet edenler arasında Yahudi kabilelerin olmasına dikkat edilmelidir. Arap ve Yahudiler Sami ırkındandır. Hz. Muhammed’in söyledikleriyle Hz. Musa’nın şeriati arasındaki yakınlığın yanı sıra Medine’deki Yahudi tacirlerin  konumlarını korumak istemelerinin de  etkisi olabilir.

Bilindiği üzere Medine’de Evs ve Hazreç kabileleri, Yahudi Benu Nadir ve Benu Kureyza kabileleriyle birlikte yaşıyorlardı. Dolayısıyla Araplar Museviliğin temel öğretilerinde haberdardırlar. Peygamberimiz getirdikleriyle benzerliklerini görünce Medine’de birlik ve beraberliklerini sağlayabilmek için aradıkları liderin Hz. Muhammed olabileceğini düşünüp bir heyet gönderdiler. Diğer bir ifadeyle Medine halkı kabile savaşlarını sona erdirebilecek ve bölgelerindeki Yahudi kabilelerine karşı da dinî  ve siyasî  anlamda direnişlerini güçlendirecek bir lider olarak görüp ona elçiler gönderdiği tezi vardır. Ama bir de Yahudilerin de Peygamberimizin vahiy öncesindeki Hanif tutumu, Hılfu’l-fudul’daki ticari haksızlıkların giderilmesindeki rolü, vahiy geldikten sonra da Hz. Musa ve Hz. İsa’nın mesajlarına vurgu yapması, en azından ekonomik konumlarını korumalarına katkı sağlayacağını umup destekleme olasılığını güçlendirir. 

Peygamberimizin geri Mekke’ye gelişi ve 632 yılında Veda Hutbesiyle sistemin temel unsurları dünya kamuoyuna iletti. İslam Aklı’nın Arap Aklı’na nasıl dönüştüğünü tespit için buradaki temel vurgunun insanlar doğuştan eşitliğine olduğuna dikkat etmek gerekir. Veda hutbesinde insanların tarağın dişleri gibi olduklarını kimsenin kimseye üstünlüğü olmadığının vurgulaması bu bağlamda önemlidir. bu hukuki ve müspet bir eşitliktir. Sıradan bir insan ile yöneticiyi eşit kılan bir hüviyet verilir. Dolayısıyla burada hürriyet de felsefi olmaktan ziyade hukuki bir kavram olarak ortaya çıkar, bütün fertler arasında tam bir hak eşitliğidir. Bu anlamda İslamiyet bir kanun ve nizam hakimiyeti (nomokrasi)dir.

·         İlk Kırgınlığın İç Savaşlarla Kırılmaya Dönüşümü ve Karşı Devrim

Peygamberimizin vefat edip daha defni bile yapılmadan  “Sakifetü Beni Saide” diye bilinen müzakereleri Fars ve Arap Akıllarının ortaya koyacağı Müslüman tasavvurları açısından “ilk kırgınlık an”  olduğunu düşünüyoruz.  Bu nedenle öncelikle Müslümanların çağlarını doğru algılayıp yaşamaların önündeki en büyük engelin tespiti gerekir. Bu, Müslüman toplumların yaşadıkları tarihin ve o tarih içinde yarattıkları kültürün ayrı olduğu gerçeğini unutarak, bu ayırımı analiz edecek yerde, onunla hiçbir alakası olmayan ve menkıbelere dayanan yanlış ve deforme edilmiş bir tarih bilinci üretilmesinden kaynaklanmaktadır. Nitekim Hz. Ebubekir’in vefatı ve Hz. Ömer’in şehadeti, ardından Hz. Osman’ın uygulamaları ve şehadeti malum.

Kırgınlığın artık “kırılma” dönemine girmesiyle birlikte Cemel, Sıffın, Harre iç savaşları yaşanıyor. Kerbela olayı Arap ve Fars Müslüman tasavvurlarının kilit noktası. Türklerin ontolojik olarak Müslüman olmadıkları bu olay sonrasında epistemik duruşları Ehl-i beyt sevgileri, Müslümanlık tasavvurlarının merkezi belirleyicilerindendir. 

İslam Aklının “Arap Aklına” çevrilmesi Harre savaşı ve Mekke’nin talan edilmesidir, artık karşı devrim gerçekleşmiş, Hz. Muhammed’in getirdiği adalet ve özgürlük temelli sistem, tekrar patrimonyal yapıya yani ebevi nizama, cahili sisteme dönüşmüştür. “İmamlar Kureyşten olur”, sözüyle de bunun teolojik temeli tesis edilmeye çalışılmıştır.

Hadisler üzerinden yöneticiye meşruiyet arama çabalarında üç temel eğilim vardı: “Benu Saide “Gölgeliği”nde daha peygamberimizin defni bile yapılmadan Ensâr’dan Hazreç Kabilesinin Reisi Sa’d b. Ubade’nin halife seçilmesini isteyenler, “Sizi yöneten Habeşli bir köle bile olsa onu dinleyin ve itaat edin” hadisine dayandılar. Hz. Abbas başta olmak üzere Hz. Muhammed’in akrabalarının desteklediği Hz. Ali’yi seçmek isteyenler “Benim yanımda Ali, Musa’nın yanında Harun konumundadır” hadisini dayanak aldılar. Hz. Ömer gibi halifenin Ebu Bekir olmasını isteyenler ise “İmamlar Kureyş'tendir” hadisini temel alıyorlardı.

İlk hadis, Mutezilenin tamamı ve Hâricî” diye nitelen Ehl-i Şurat, ikincisini ise Ehl-i Şîa savundu. Şehristânî’nin “hâricî” terimini ümmetin ittifak ettiği meşrû bir halifeye baş kaldıran herhangi bir kimse olarak tanıması da bu olaydan dolayı olsa gerektir. Bu husus üzerinde son bölümde yeniden duracağız.

·         Araplar ile Arap Olmayanlar (Acem) Arasında İktidar Mücadelesi

 Emevî (Arap) İslamı döneminde başkent Bağdat olmuş, İran, Horasan, Türkistan bölgelerine seferler yapılmıştır. Arap olmayan Acem (Fars ve Türk) Müslümanların hayatları yeni sistemle değişmiş, ama aynı zamanda kendi kültürel birikimlerini yeni dinî  tasavvurlarına aktarmaya başlamışlardır. “Himaye edilen statüsündekiler “anlamındaki mevlâ/mevâlî ile birlikte “Arap Olmayan (Acem) Aklı” ve bunların siyasî, itikadî , ictimai tasavvurları da İslam Dünyasında etkin olmaya başladı. Araplar Abbâsîler’in iktidara gelmesiyle devlet idaresine hâkim olan gayri Arap unsura karşı yavaş yavaş harekete geçtiler. Böylece Araplar ile Arap olmayanlar arasında iktidar mücadelesi başlamış oluyordu.

Arap ve Fars Aklı arasındaki ayrım için Peygamberimiz dönemindeki siyasî ve iktisadî şartlara baktığımızda Batı’da önce Roma, sonra Bizans, Doğu’da Perslerin Sâsânî devletleri olduğunu görürüz. Halkların bunlara karşı gösterdikleri direnişlerin/isyanların derin sosyal nedenlere dayanmasına rağmen daima dinî renk ile sunulduğunu hatırlamak gerekir.

Bizans’ta da benzer çatışmalar vardı. Nesturî ve Monofizist Hırisitiyan mezhepleri ülkeyi yöneten Ortodoks inancına şiddetli karşı çıkıyorlardı. Sâsânî bölgesi ise Mânîlik, Yahudilik ve Hristiyanlığın hep birlikte resmi Mazdek dinine karşı mücadeleye atıldıkları bir savaş alanına dönüşmüştü. Bu açıdan Peygamberimizin İslam Aklı ve İslamî tebliğindeki adaletli ve eşitlikçi, çok yönlü eğilimleri, dönemindeki sosyal ve dinî  direnişlere  olumlu geldiği söylenilebilir. Özellikle sefaleti hem bir sorun ve aynı zamanda toplumsal olarak herkesin günahı olduğunu düşünüp, bir vergi sistemi olarak zekât düzenlemeleri önemliydi. Çünkü bu tür vergiler, yoksulların sefaletini, zenginlerinde kayıtsızlığını bertaraf ettiği için toplumsal dengenin korunmasını sağlamıştır.

Özetle, Hz. Muhammed’in getirdiği sistem bütün olarak ele alındığı zaman iktisadî, siyasî ve dinî açıdan çok boyutlu yenilikler getirmesinin fetihleri hızlandırmıştır. Öncesinde Roma-Bizans ve Pars-Fars-Sâsânî devletlerinin çatışma alanı olan yerler, fetihlerle birleşmiş, yeni ve muazzam bir ekonomik alan doğmuştu. Roma-Bizans ve Pars-Sâsânî devletlerinin çatışma alanıydı, İslam fetihlerle bunları bir araya getirdi, yeni ve muazzam bir ekonomik alan doğdu.  

Bu durum Haçlı ve Moğol saldırılarına kadar önemli oranda devam etti. 11. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren artık İslam dünyasında Fars ve Türk Akıllarının siyasî/fikrî, iktisadi ve ictimai Müslümanlık tasavvurları görülmeye başlandı. Arap Aklı Emevî ve Abbâsî (Sünnî) modelinin karşısında Şiî devletler çıkardı. Türk ve Fars Müslümanlık tasavvurlarıyla birlite İslam dünyasında Horasan Müslümanlığı, Mısır Müslümanlığı, Mağrip Müslümanlığı yaşanmaya başladı. Yatay ve dikey farklılışma bağlamında hem bu coğrafyada yaşayanların hayat tarzlarını değiştirdi, hem de bu insanlar kadim kültürleriyle yeni sistemi yorumlayıp ona farklı bakış açıları getirdiler.

Not: Ramazan bayramımız kutlu olsun. Mevlam üzerimizdeki akıl tutulmasını gidersin bayram hürmetine. Bir sonraki yazıda “Fars Aklı ve Şiî Müslümanlık Tasavvuruyla Özdeşleşmesi (Ne Derece Tutarlıdır?) üzerinde duralım.