Demokratik ülkelerde bir siyasal gelenek vardır:
Millete, devlete, halka zarar veren bir olay, bir felaket, bir facia yaşandığı zaman ya da bir başarısızlıkla karşılaşıldığı zaman sorumlu kişi istifa eder… Bu olumsuzluğu, suçlanmayı onuruna yediremez…
Şimdi bu onlarca istifa örneğinden bir kaçını buraya alalım:
1-Gölde tekne faciası sonucu 15 turist hayatını kaybedince istifa eden Makedonya eski Ulaştırma ve İletişim Bakanı Mile Janaki,
2- Ülkesindeki Amerikan üssünü kapatma sözüne sadık kalamadığı ve parti üyelerinden birinin yolsuzluğa karışması sebebiyle istifa eden Japonya Başbakanı Yukio Hatoyama,
3- 49 kişinin öldüğü tren kazası sonucu istifa eden Mısır Ulaştırma Bakanı Rashad al-Mateeni,
4- Vadettiği yaşlılık maaşını uygulamaya geçiremediği için istifasını veren Güney Kore Sağlık ve Refah Bakanı Jin Yong,
5- Devlet kasasından çikolata almak için 60 lira kullandığı için istifa eden İsveç Maliye Bakanı Mona Sahlin,
6- Elektrik faturalarının kabarık gelmesi ülke genelinde protesto edilince istifa eden Bulgaristan Başbakanı Boyko Borisov…
Bizde iktidar partisi de muhalefet partileri de çok pişkin… “İstifa” diye bir sözcük yok onların sözlüğünde…
Yukarıda saydığım olayların 10 katı, 20 katı ülkemizde gerçekleştiği halde bir tek istifa görmedik… Böyle durumlarda annem bu tür adamlar için, “Yüzü manda derisinden daha kalın” derdi…
Neler yaşamadık, nelere tanık olmadık şu vatanda… Hızlı tren faciaları, maden kazaları, ayakkabı kutularından çıkan paralar, ÖSYM hileleri, Deniz Fenerleri, oy hırsızlıkları, haksız yere tutuklanıp yıllarca yatan askerler, siviller…
Saymaya kalksam bir kitap olur…
Ama herkes yerinde, herkes görevinin başında, bir eli yağda bir eli balda, yaşamını sürdürmeye devam ediyor…
Halk onlardan ve yaptıklarından memnun… Meydanlarda, salonlarda, sokaklarda, caddelerde “Seninle gurur duyuyoruz” diye, avazı çıktığı kadar bağırıyor… Yüzü manda derisinden daha kalın olan pişkin politikacılar da bir tepki almayınca, bir protesto ile karşılaşmayınca koltuklarına daha sıkı sarılıyorlar ve asla makamlarını terk etmeyi düşünmüyorlar…
Mübarekler sanki koltuklarına Japon yapıştırıcısı ile yapışmışlar…
Peki, iktidar böyle de muhalefet ondan çok mu farklı? Daha mı duyarlı, daha mı onurlu hareket ediyor? Hatalarını, yanlışlarını görüp de “Özeleştiri” mi yapıyor?
Bir aciz, bir şaibeli, yolsuzluk batağına saplanmış, itsen yıkılacak bir iktidar karşısında 8 – 9 kez seçim kaybetmiş bir parti başkanı niçin başarısızlığını kabul edip de çekip gitmez?
Niçin hâlâ başarılı olduğunu ileri sürüp, makamını, koltuğunu bırakmamak için direnir, işgal eylemini sürdürür?
Kısa bir zaman dilimi içerisinde vekillerinin yarısını meclis dışında bırakan bir Devlet Bahçeli’nin “Genel başkanlığı”, önderliği, yöneticiliği kalmış mıdır artık?
Neden hâlâ görevini sürdürmek için ısrar eder? İstifa etmenin adını bile anmaz… Bırakın istifa etmeyi, üstüne üstlük, bir de Divan’da bulunan arkadaşlarına da “istifa gibi bir şeyi aklınızdan geçirmeyin. Eksikliklerimizi görüp bunları gidereceğiz, bazı şeyleri yapmaya sıfırdan başlayacağız…” der?
Oysa gerçek gün gibi, güneş gibi ortadadır…
Hem Y-CHP, hem MHP, AKP’ye her seçimde yeniliyor… İzledikleri politik çizgi, politik programlarla ve yöneticilik vasıflarıyla RTE karşısında “HAFİF” kalıyorlar ve eziliyorlar…
Yenilen pehlivan güreşe doymazmış… “Bi daha… Bi daha… Bi daha ki sefere…” diye diye hem partilerini, hem kendilerini küçük düşürüp, güçsüzleştirerek, bu halkın, bu milletin geleceği ile oynuyorlar…
Yazıktır, günahtır bu cennet vatana…
Kimse gökten zembille inmemiştir başkanlık koltuğuna… Orası kimsenin babasının mülkü de değildir…
Görevini yapamayan gider, yapan gelir…
Her şeyden önce bir partinin bir programı, ilkesi, tutarlı bir politik çizgisi olmalıdır. O, bir gün PKK’nın yanında, bir gün karşısında, bir gün Atatürk’ün yanında, bir gün karşısında, bir gün AKP’nin yanında bir gün karşısında, bir gün laik, bir gün anti laik olmamalıdır. Olunmamalıdır.
Şimdi benim bu sözlerim karşısında sol tarikat müritleri yine bana isyan bayrağını açacaklardır… Benim ne AKP yandaşlığımı, ne hainliğimi bırakacaklardır.
Artık şunu anlamaları gerekir: İlkesiz, programsız, futbol takımı tutar gibi parti tutma, kimseye yarar getirmez.
Başkanlar da hata yapar. Başkanlar da değişir. Değiştirilir… Oysa bu sol tutucular, başkanlarını bir seçti, pir seçtiler… Onları ömür boyu “dokunulmazlık” zırhına sardılar… Parti başkanlığına seçilen kişi, koltuğa oturduktan sonra kutsallık kazandı, ilahi bir kişiliğe büründü. Büründürüldü.
Hani derler ya “Şeyh uçmaz, mürit uçurur…” Bilim, akıl, uygarlık düşmanı gericiler, nasıl şeyhlerini uçurdularsa, sol tutucular da liderlerini uçurdular… Ne eleştirdiler, ne özeleştiri yaptılar ne de eleştirenlere izin verdiler… Eleştiri yapanları hainlikle, işbirlikçilikle, ajanlıkla suçladılar…
Oysa bu suçlamaları yapmadan önce kendilerine şu soruları sormaları gerekmez miydi?
1-CHP hâlâ Atatürk’ün partisi midir? Onun ilkelerine, devrimlerine, “Altı Oku”na sahip çıkmakta mıdır?
2-Tam bağımsızlıktan yana mıdır? Mustafa Kemal’in başlattığı devrimleri sürdürecek niteliğe sahip midir?
3-Laikliği yeterince savunabilmekte midir?
4-Atatürk, “Benim iki büyük eserim vardır; bunlardan birincisi, Cumhuriyet; ikincisi de Cumhuriyet Halk Partisidir” demiştir… Yani Cumhuriyet gibi onu da Türk milletine emanet etmiştir.
5-Peki, Y-CHP, emaneti koruyup kollayabilmiş midir?
Yurtsever CHP’lilerin “Hainlik, AKP yandaşlığı” gibi ucuz ve basit suçlamaları bir yana bırakıp, önce bu sorular üzerine düşünmesi gerekir… Bu çaba, onlara, Türkiye’nin içinde bulunduğu sömürü, talan ortamından çıkış yolunu da gösterecektir…