Uğur Mumcu’ya yapılan bombalı suikast hepimizi şok etmişti. Gözlerin kilitlendiği televizyonlar, yaşadığı dönemin en iyi gazetecilerinden, aydınlarından, yazarlarından birinin parçalara ayrılan, karlar üstündeki bedenini gösteriyordu. Tarih 24 Ocak 1993’tü, Türkiye’nin en kara günlerinden biriydi ve bu cinayetin çok daha uzun yıllar tartışılacağı günler bizi bekliyordu.

Uğur Mumcu’yu Taksim’deki The Marmara Oteli’nin bir toplantı salonunda, ölümünden bir veya iki yıl önce düzenlenen bir panelde görmüş ve dinlemiştim. Usta bir gazeteci olarak siyasi konuları değerlendirirken, mizah yeteneğiyle birikimini ve sözcükleri ustaca kullanarak salonda bulunan konukları arada bir güldürüyordu. Konuşması bağlayıcı ve akıcıydı. Tarih 1991 veya 1992 olmalıydı.

Uğur Mumcu’nun konuşmasının ardından salona Tansu Çiller girdi. Çiller, Süleyman Demirel’in Başbakan olduğu dönemde atanan ve yıldızı yeni parlayan Ekonomi Bakanı idi. Salona girmesiyle beraber fotoğraf makinelerinin flaşları patlamaya başladı ve Tansu Çiller kürsüye gelene kadar da etrafındaki kalabalık ve ilgi seli onu takip etti. Çiller kürsüde kısa bir konuşma yaptıktan sonra aynı hızla ve diğer konuşmacıları dinlemeden, beraberindeki heyetle beraber çekip gitti. Ve panel kaldığı yerden devam etti… 

Ankara’ya otobüsler kaldırılacaktı. Uğur Mumcu’nun cenazesi vefatından 3 gün sonra kalkacaktı… 

Neredeyse bütün sivil toplum örgütleri otobüs ayarlamak için harekete geçmişti. Dönemin SHP İlçe örgütlerinde büyük bir hareketkilik vardı. Herkes tutulan otobüslere binmek üzere telaşla hazırlanıyordu.

Suikastın yaşandığı ilk günkü şok, televizyonlara umutsuzca bakışlar, bir şeyler öğrenebilme kaygıları acıyı hiç azaltmamıştı. Biriken bu enerji ancak ve ancak insan sellerine karışarak ve binlerce insanın kendini yollara vurmasıyla, belki bir nebze akıtılabilirdi.  

Ankara’da bitmek bilmeyen bir yağmur vardı. Simsiyah şemsiyeler, insan sellerinin izerinde onlarla beraber akıyordu. Dinmek bilmeyen bir yağmur ve soğuk bir hava… 

İstanbul’dan arkadaşım Sevim Dalga ile beraber Uğur Mumcu’nun cenazesi için tutulan otobüslerden birine atlamıştık. Elimizde birer şemsiye, üstümüzde kalın montlar, ayaklarımızda çizmeler olmasına rağmen bütün gün hangi yöne gittiğini bilmediğimiz cenaze konvoyuyla beraber “bir şemsiyeler denizinde” sürüklenir gibi yürüyorduk. Aslında hiç kimsenin yağmura aldırdığı da yoktu, şoku henüz atamamıştık, sadece yürüyorduk… 

O sabah otobüsten indik ve Ankara’da nereden nereye yürüdüğümüzü hiç sorgulamadan, sadece yürüdük…

Bir ara kalabalık selinin en önlerine doğru yaklaştığımızı ve Uğur Mumcu’nun eşi Güldal Mumcu’yu gördüğümüzü hatırlıyorum. Güldal Mumcu’nun başında, kulaklarını örten, çenesinin altından bağlanan siyah bir başlık vardı, hatırladığım kadarıyla şemsiye taşımıyordu. Onun, hayatına büyük bir zarar verilmesine rağmen, dimdik yürüyen, onurlu bir kadın olduğunu düşündüm…

Cenazenin ardından, bizi korumayan şemsiyelerle beraber, çevremizdeki grubun yönlendirmesiyle yönümüzü bularak, bizi Ankara’ya getiren otobüse geri döndük. Yağmur hiç durmamıştı. Sırılsıklam ıslanmıştık ve herkes bitkin durumdaydı. Saatlerce, saatlerce yürümüştük…

İstanbul’a geri döndük.

Uğur Mumcu’nun ölümünden sonraki aylarda kapı kapı dolaşıp onun yazdığı kitapları ciltler halinde satıyorlardı. Ben de hala kütüphanemde sakladığım Uğur Mumcu’nun mevcut tüm kitaplarını o dönemde alıp okumuştum.  

Uğur Mumcu, katıksız bir Atatürkçü, aydın, çağdaş bir gazeteciydi. Günümüzün pek çok gazetecisi, aydını onu hala örnek alıyor ve o pek çok konuşmanın ana öznesi olmayı sürdürüyor. Çünkü Mumcu cesur, dürüst, korkusuz ve araştırmacı gazeteciliğin ilk ve en büyük temsilcilerinden biriydi. 

Sade, yalın, halkın anlayacağı dilde bir yazı üslubu ve konuşma biçimiyle iletişim kuruyordu. Esprili, kıvrak zekalı, iyi bir konuşmacıydı. 

Ben Uğur Mumcu cinayetinin tam olarak aydınlatılamadığını düşünüyorum. Uğur Mumcu’nu eşi Güldal Mumcu’nun “İçimden Geçen Zaman” ve ağabeyi Ceyhan Mumcu’nun “Kardeşim Mumcu” isimli kitapları, Mumcu cinayetinin karmaşıklığını ortaya koyuyor.  

Uğur Mumcu gibi pek çok suç örgütüne savaş açmış bir Kalem’i, pek çok odak kırmış olabilir. Aslında onun sonsuza kadar yaşaması ve suç odaklarına dikkat çekmesine yardımcı oldular… 

Ayça Yılmaz