Televizyon kanalları arasında amaçsızca dolaşırken bir programa takıldım. Öfkeli bir konuk veryansın ediyordu. Merak ettim izledim. İzledikçe üzüldüm, üzüldükçe kahroldum. Programın konuğu, adının önünde “prof.” unvanı olan, ilâhiyat tahsili yapmış bir akademisyendi. Veryansın ettikleri ise, laik ve sol düşünceye sahip insanlardı. Laik düşünceye sahip insanlara “Laikatak” diyor. Sol düşünceye sahip olanlara ise ağzına gelen her türlü hakaret cümlesini sarf etmekten hiç çekinmiyordu. Ağzından düşürmediği, dinci kesim tarafından (Dikkat! Dindar değil) hakaret maksadıyla oluşturulduğu muhtemel olan “laikatak” melezinin anlamı şöyle olmalı: 
Laikatak: “Din ve devlet işleri birbirine karıştırılmamalıdır” diyen, “laiklik hastalığına tutulmuş” insanlar. Yani hasta insanlar…
Cumhuriyet ve Atatürk ile sorunları var. Yıldızları hiç barışmamış! Laik sistem o kadar rahatsız ediyor ki, bu düşünceye sahip kişilere her fırsatta hakaret ediyorlar, aşağılıyorlar, dinsizlikle suçluyorlar. Sıradan insanlar olsalar “ cahillik” deyip geçeceğiz ama bunlar okumuş, ilahiyatçı, akademisyen. Türkiye Cumhuriyeti’nin üniversitelerinde yıllarca öğrenci yetiştirmiş eğitimciler. Bu prof… da kendi ifadesiyle 30 yıl eğitim vermiş.  Eğittiği genç dimağlara, hangi ayrımcı düşünceleri dayattığını düşünmek bile insanı ürpertiyor…
İzlemeye devam ediyorum. Sadece laiklere saldırmıyor. Bir eğitimci düşünün ki, parasız eğitim isteyen öğrencilere verilen hapis cezasını hak ettiklerini söyleyebiliyor. Hem eğitimci hem de baba… Kendi çocukları da var... Cezayı öylesine savunuyor ki başkalarının çocuklarına duyduğu nefret, sesine ve yüzüne yansıyor. Yüzü öfkeden kızarmış, neredeyse ağzından köpükler saçarak, bu ülkede üniversitelerin zaten parasız olduğunu, 300 ile 600 TL. arasında bir harç alındığını, bunu da devletin kredi olarak verdiğini söylüyor. Sayesinde, Türkiye’de üniversitelerin parasız (!) olduğunu da öğreniyoruz… Program sunucusu ise, buğulu gözlerle konuğunu izliyor. İzleyiciden utanmasa boynuna sarılacak…
Öğrencilere verilen 8,5 yıl hapis cezasına karşı çıkanları “Ergenekon” kafalı olarak yaftalıyor. Karşı çıktığı her kesime “namussuz” ve “alçak” diyor. Kısaca iktidara karşı olan her kesime saldırıyor, bağırıyor, hakaret ediyor, kin ve nefret saçıyor. Kraldan fazla kralcı olmuş, asayı eline almış, vurdukça vuruyor… Meydan boş, ortam müsait, attıkça atıyor…Hızını alamıyor, Atatürk’e geliyor. Atatürk’ün dışişlerini oluştururken, Enver Paşa’ya bağlı olan Teşkilat-ı Mahsusa’dan hiç kimseyi almadığını, tamamını Selanik’ten getirttiğini, bu insanların çok iyi yabancı dil bildiğini ama aynı zamanda da çok iyi dans edip, içki içtiklerini vurguluyor... Çağımızın en büyük aydınlanma devrimcisi olduğunu tüm dünyanın kabul ettiği, yaşamı boyunca 4 binin üzerinde kitap okumuş Mustafa Kemal Atatürk’ün değer yargılarını, hiç sıkılmadan içki ve dans becerisine indirgeyebiliyor. 
Düşünce sığ olunca yapacak bir şey yok ama bu zat, sığ sulardan iyice batağa doğru gidiyor. Attıkça atıyor, battıkça batıyor.  “Cumhuriyet döneminde bir tek baraj ve fabrika yapılmadı yapılanları da yobaz dedikleri o insanlar yaptı” diyor ve benimde kan beynime sıçrıyor. Cumhuriyet’in ilk yıllarında hayata geçirilen fabrikaları, yolları ve daha pek çok projeyi (Bugün hepsi babalar gibi yabancılara satıldı), İzmir İktisat Kongresi’ni ve beş yıllık kalkınma planlarını düşünüyorum. Bu sözlerin insaf ve vicdan ile hiçbir bağlantısı bulunmuyor. Bir akademisyen, halkın gözünün içine  baka baka gerçekleri nasıl böylesine saptırabilir?
Tarihçi olduğunu iddia eden bu akademisyen belli ki Cumhuriyet tarihi okumamış, es geçmiş. Osmanlı tarihinde takılmış kalmış. Adının önünde prof. unvanı olan her kişi, gerçek aydın değildir. Gerçek aydın, beynini örümcek ağlarından temizlemiş, geçmişte takılıp kalmamış, ileriye bakan, aydınlatan insandır.
İslam’ı çok iyi bildikleri iddiasıyla ortalığa dökülen bu kişiler ne yazık ki İslam’ın şekil şartlarını çok iyi öğrenmelerine karşılık özüne inememişler. İslam dininin esasının sevgi, hoşgörü ve merhamete dayandığını idrak edememişler. Yüce Allah bu erdemleri her kulunun kalbine bahşetmez. Bunlara da bahşetmemiş ki, söylemleri öfke, kin ve nefret dolu…
Programa bir eleştiri gönderiyorum. Ama gelen mesajlardan, çok normal olarak, sadece övgü içerenlerinden söz ediliyor ve program sona eriyor.
*
Türk toplumu giderek ayrışmakta, birbirinden nefret eder hale gelmekte… Medyada boy gösteren sözde aydınlar, birleştirici değil, ayrıştırıcı söylemleriyle insanları birbirinden uzaklaştırmaktadır. Esasında Cumhuriyet rejimine ve dönemine duydukları kin, bugün karşı tarafta duran her kişi ve kesimle hesaplaşmalarına neden oluyor. Rüzgârlar onlardan yana estiği için de, o kanal senin bu kanal benim savrulup duruyorlar. Söylemleriyle Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlığını halka indirmeye çalışıyorlar. Ancak başarılı olamıyorlar…
Bunlara birilerinin dur demesi gerek. RTÜK ya da bu kanallardan sorumlu başbakan yardımcısı kim varsa bu programlara el atmaları, bu insanların ayrımcı, kin ve nefret dolu konuşmalar yapmalarına engel olmalıdır. Bu programların insanımıza faydasından ziyade zararı dokunmaktadır. Hiç kimsenin insanlara kin ve nefret aşılamaya hakkı yoktur. Bu ülke insanına yazık olmaktadır. Terör bir yandan, işsizlik öte yandan. Salı sendromlarını hiç saymıyorum. Bu yetmezmiş gibi insanların kalplerine nifak sokan bu programlar toplumun her kesimini etkiliyor. İnsanlar öfke dolu. Ne yapacaklarını nereye gideceklerini bilemiyorlar. Her gün cinayet haberleri okuyoruz. Kadın cinayetleri aldı başını gitti. Üniversitelerde bıçaklar, satırlar ortaya çıkmaya başladı. Maçlar da kesici aletler havada uçuyor. Gençlerimiz birbirini öldürüyor. Şiddet toplumu olduk. Toplumun ruh hali bozuldu. Bu millete kötülük etmeye kimsenin hakkı yok.
Mevcut yönetime yaranmak uğruna ağzına her geleni söyleyen bu hastalıklı beyinleri programlardan el çektirin. Bunların iktidara da bir faydası olmaz. Aksine zararı dokunur.
Bu millete yazıktır, günahtır…
Rüzgârlar hep aynı yönden esmez, bazen de yön değiştirir ve tersten esmeye başlar. Bugün geçmişi sorgulamaya kalkanları da gelecekte birileri sorgular…