Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya!...

“ Sakarya Türküsü” üstat Necip Fazıl’ın çok yönlü yorumlanabilecek şiirinin adıdır. Başlı başına bir dünya görüşü, bir medeniyet anlayışı, bir tarih yorumlaması ya da bireysel anlamda güçlü bir vizyon veya bir muhayyiledir “Sakarya Türküsü”. Büyük Doğu vizyonunun bir özeti, düş kurabilen bir toplumun şiirsel başkaldırısıdır aslında. İçinde tarih, fikir, dava ve dava adamlığının çektiği çileler vardır. İnsanlığın yüce meziyetlerinin yanında, sahip olduğu zillet ve yetmezlikler de dile getiriliyor bu şiirde. Bütün bu insani özelliklerin derin, ironik ve ince eleştirilerini de eklemek mümkündür buraya.
”İnsan bu, su misali kıvrım kıvrım akar ya”
Mısrasında üstat, insanoğlunun faydacılığının yanında değişim ya da başkalaşım katsayısının altını kalın çizgilerle çiziyor. “Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya” derken de; faydacıların hayata bakış açısı ya da yaşama pratiği ile, dava adamlarının davranışları arasındaki derin fark ortaya konulmaya çalışılıyor. Daha net bir ifade ile bu ilişki ortaya konuluyor. Birileri için hayat çok imkanlı ve kolay gerçekleşiyorken, birileri için “ yokuşlarda susamak” adeta bir kadere ya da alın yazısına dönüşebiliyor üstat için. Bu asimetrik işleyiş aslında, hayatın doğasında var olan bir çelişkidir. Bu çelişkiyi anlamak bazıları açısından mümkündür. Özellikle inananlar için bu kolay bir durum. Ama bu çelişkiyi herkese eşit düzeyde anlatmak zor. Hatta zor ötesi bir durum da denebilir buna. Kısaca söylemek gerekirse, bu çelişkiyi ancak “Büyük Doğu” gibi vizyonu olanlar ya da adanma kültürüne uzak olmayanlar anlayabilir. Burada aslında Kastetmek istediğim, kanaat önderleri ve nefsini aşmış dava adamlarıdır.
Üstad’a göre hayatın bir akışı vardır. Bu akışın içinde her şey yer alır. Tarih, yıldız, insan ve fikir gibi. Aslında bu unsurlar, hayatın asli unsuru ya da asli cevheri konumunda olan dinamiklerdir. Hayat büyük oranda bu gerçekliklerin üzerine inşa edilir. Bu inşa süreci, genellikle insanoğlunun kurucu irade olarak ortaya koyduğu tercihle ilgilidir. Rabbim alternatif olarak iki tercih sunmuştur yaratılana. üstadın “ Oluklar çift; birinden nur akar; birinden kir” mısraında belirttiği gibi. Kul isterse nura ( Allah’ın adaletine veya doğrularına), isterse kire ( Şeytanın iradesine ) teslim olur. Cüz-i irade bağlamında kul’un böyle bir tercih hakkı vardır. Mantığını ve konseptini bizim kurgulamadığımız modern toplum yapısında, birinci tercih maliyetli ve sıkıntılı bir süreci temsil eder. Çünkü böyle bir konseptte; uzun dönemde dava adamları çile çeken ve bedel ödeyen, kısa vade de ise faydacılar kazanan taraf olurlar.
“Fakat Sakarya başka, yokuş mu çıkıyor,
Kurşundan bir yük binmiş, köpükten gövdesine;
Çatlıyor, yırtınıyor yokuşu sökmek için.”


Mısralarında üstat; Sakarya’nın zorlanarak akmasını, Müslüman Türk Milletinin yedi düvel tarafından engellenmesi, tezgahlarla boğulmak istenmesi ve şu anda verdiği ağır imtihanı, adeta bu günün feraseti çerçevesinde dile getirme olarak yorumlamaktadır. Aynı zamanda bu yorum, pek çok aymaza “tarih ders alınmazsa tekerrür eder” gerçeğini de haykırmaktadır. Ben burada üstadın hassasiyetine aynen ve daha fazlası ile katıldığımı ifade ediyor, bu yokuşu, sırtımızda ki kurşuna inat aşacağımıza inanıyorum. Çünkü Türk Milleti; büyük millet, İslam’a hayırlı ümmet ve refleks gösterdiğinde bütün dünyanın dengelerini yeniden kurabilen potansiyelin doğru adresini temsil eden halkın adıdır. Bu necip milletin zor zamanlarda risk üstlenme ve her şeye rağmen irade ortaya koyma yeteneği vardır. Kalıbımı basarak diyorum ki, bu yetenek hiçbir zaman bitmeyecektir. Çünkü bu yetenek, bir cevher-i asli meselesidir. İşte yazdığımız Çanakkale Destanı, Sakarya Meydan Muharebesi ve istediğimizde “ Misak-ı Milli Sınırlarımıza” yeniden dönebileceğimizi gösteren, Suriye topraklarına huzur amaçlı ve insani kaygıları fazlası ile vicdanında taşıyan operasyon örneği bunun ispatıdır.
“Hey Sakarya, kim demiş suya vurulmaz perçin?
Rabbim isterse, sular büklüm büklüm burulur,
Sırtına Sakarya’nın, Türk tarihi vurulur.”
Derken üstat; Rabbim isterse eğer, hayatta bütün zorlukların üstesinden geline bilineceğinin altını çizmekte, ol deyince olmakta olan bir fani dünyanın ve Yüce Rabbinin huzurunda bir hiç mesabesinde olan kul’un içine düştüğü acziyetin resmini çizmektedir. Sakarya bazılarına göre, tarih yapan ve tarih yazan bir milletin (Yüce Türk Milletinin) sembolik adıdır. Bu millet isterse eğer, yeniden çil çil kubbeler serpebilir ötelerin ötesine. Yani maveraya. Bunun adı; kimilerine göre Büyük Doğu, kimilerine göre kızıl elma ya da Nizam-ı Alem Ülküsüdür. Adı ne konulursa konulsun, hepsinin merkezinde Allah’ın rızası vardır. Zira Müslüman Türk’ün hayat pratiğinde ve medeniyet algısında, Rıza-i Bariye yer vermeyen bir hayat boş ve anlamsızdır.
“Eyvah, eyvah, Sakaryam, sana mı düştü bu yük?
Bu dâva hor, bu dâva öksüz, bu dâva büyük!..”
Burada üstat, bir bilinen ama, çoğu zaman da görmezlikten gelinen ya da anlaşılmazlığa kurban edilen bir asimetriye işaret etmektedir. O da, dava adamlığının yaşadığı ya da yaşamaya mahkum olduğu kaderdir. Bu kaderin içinde; horlanmak, dışlanmak, yetim ya da öksüz çocuk muamelesi görmek veya tetikçiliğe maruz kalmak gibi karşılaşılabilecek olumsuz refleksler fazlası ile vardır. İçinde yaşadığımız dünyada yük; bir avuç idealistin sırtında kalmakta ve dünyayı boynuzunda taşıyan öküz misali, dünyanın bütün hesabı ondan sorulmaya kalkışılmaktadır. Bu dünya, Müslümanlar açısından, inananların cehennemi ve esas dünyayı kurtarmanın alt yapısıdır.

Takdir edilir ki, ekmeden biçmek mümkün olmadığı gibi, çile çekmeden olgunlaşmak ta mümkün değildir.” Hamdım, yandım, piştim” örneğinde olduğu gibi. Burada bütün çilelere gülüp geçmek yürek ister. Hem mangal gibi ve hem de ağlayan bir çocuğun gözyaşları kadar samimi. Bu yüzden, bizim medeniyetimizin bir diğer adı da gözyaşı medeniyeti olarak bilinir.
“İnsandır sanıyordum mukaddes yüke hamal.
Hamallık ki, sonunda, ne rütbe var, ne de mal,
Yalnız acı bir lokma, zehirle pişmiş aştan;
Ve ayrılık, anneden, vatandan, arkadaştan.”
Üstat birinci kıtada; insanoğlunun mukaddes yüke ( Allah’ın Davasına) talip olacağını ümit etmekte ve bu hamallığın içinde dünyevi ödüllerin olmayacağını, bilakis insanın vicdanını acıtan her türlü ayrılığın olabileceğine dikkat çekmektedir. Ama bu ümidin, her zaman beklenen düzeyde gerçekleşmediğini gören birisi olarak sitemini de ifade etmektedir. Ve devam ederek; özellikle anne, vatan ve arkadaş ayrılığına vurgu yapmaktadır. Çünkü bu tür ayrılıklar; insanı en çok yoran, hayattan en çok kopartan, ancak aynı zamanda insanı Allah’a en çok yaklaştıran imtihan örnekleridir. Bizim medeniyet algımızda, bu durum “acıları bal eylemek” ifadesinde kendisini bulur. Yani Allaha hamt ederek, olumsuzlukları tolere etmek ya da Allah rızası için çilelere katlanmak ve onu bir imtihan vesilesi olarak kabul etmek, acıları bal eylemenin reel pratiğe aktarımının bir başka şeklidir. Hasılı sabretmek ve katlanmak zor iştir. Sabır; insanoğlunun zillete boyun eğmesi değil, bilakis deruni bir inançla zorlukların üstesinden gelme iradesini tereddüt etmeden ortaya koyması eylemidir. Bu eylem; hem inanç, hem de yürek gerektiren bir eylemdir.
“Şimdi dövün Sakarya, dövünmek vakti bu ân;
Kehkeşanlara kaçmış eski güneşleri an!
Hani Yunus Emre ki, kıyında geziyordu;
Hani ardına çil çil kubbeler serpen ordu?”
Üstat; gönül iklimini kaybetmiş Müslüman Türk Milletini, tarihsel anlamda nostalji üzerinden kendisi ile yüzleşmeye davet etmekte, Türk’ün gönül aleminin işaret taşlarından biri olan Yunus Emre’yi ve onun sevgisini örnek almamızı ima etmektedir. Devamında da medeniyet inşa eden, huzur üreten ve insanlığı kucaklayan gönül iklimini gök kubbemizde sanat eserlerine dönüştüren ve böylece insanlığın hizmetine sunan, bir medeniyet özlemine vurgu yapmaktadır.
Üstat, “Nerede kardeşlerin, cömert Nil, yeşil Tuna; Giden şanlı akıncı, ne gün döner yurduna?” sorusu ile; özlemini, arayışını ve sitemini ortaya koymakta, Müslüman Türk Milletinin bu tarihsel misyona yeniden ve daha güçlü bir şekilde sahip çıkmasını istemektedir. Çünkü o inanmaktadır ki; hakim olduğu bütün coğrafyalara huzur ve güven taşıyan, hatta “Vistülde Türk atları sulandıkça Lehli rahattır” dedirten medeniyet inşacısı bu millet ve onun huzur bekçiliğini yapan, hilal bıyıklı ve hilal yürekli akıncıları, çekildikleri dünyalarından bir gün ve Allah’ın izni ile yeniden, ait oldukları medeniyete geri döneceklerdir. Amenna ve saddakna. Ben de bütün kalbimle ve ruhumla inanıyorum ve diyorum ki; tarih bir kere daha Rabbimizin izniyle hükmünü icra edecektir. Ve böylece, üstadın sorusu da cevabını bulmuş olacaktır.
“Mermerlerin nabzında hâlâ çarpar mı tekbir?
Bulur mu deli rüzgâr o sedayı: Allah bir!
Bütün bunlar sendedir, bu girift bilmeceler;
Sakarya, kandillere katran döktü geceler.”
Burada; Allah’ın adının ve adaletinin hükmünü icra etmesi, girift bilmecelerin çözümünün kolay olması, kandillere katran dökerek, nuru ve aydınlığı yok eden dünyevi hırsların insanlığın erdemiyle aşılmasının, öze dönüşle mümkün olabileceği anlatılmaktadır. Böyle bir sonucun şahsen ben, toplumsal fütuhat duygusunun yeniden kazanılması ile kotarılabileceğini düşünüyorum. Takdir edilir ki, bir toplumun tefessüh duygusundan fütuhat duygusuna evrilmesi kolay değildir. Bu süreç, hem zor ve hem de zaman gerektiren bir süreçtir. Ben şahsen milletimizin, söz konusu bu evrilme sürecinin uzatmalarını oynadığına inanıyorum.
“Vicdan azabına eş, kayna kayna Sakarya,
Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!”
Özellikle bu iki mısra; saf, masum ama bir o kadar da delikanlı Anadolu çocuklarının layık görüldükleri muameleyi özetlemektedir. Kendi yurdunda garip, kendi vatanında parya muamelesi görmek. Anadolu insanının bu mısralarla özdeşleşen kaderini temsil etmektedir. Aslında bu bakış açısı; özünden kopmayı entellektüelizm olarak kabul eden, bir grup azınlığın hayatı anlama biçiminin ta kendisidir. Bu elitist yaklaşım tarzının sahipleri, kerameti kendilerinden menkul görmektedirler. Onlara göre, yönetme gücü salt o guruba aittir. Anadolu insanının böyle bir hakkı olmadığı gibi, böyle bir yeteneğinin olduğundan bahsetmek te abesle iştigaldir. Onların hakkı vergi vermek ve vatan için bedel ödemekten ibarettir. Son yıllarda; Anadolu insanı lehine evrilen bu anlayış, boğulmak istenmekte ve temel rahatsızlık unsuru olarak kabul edilmektedir. Ancak inanıyorum ki, Türk Milletinin içinde bulunduğu yükseliş trendi, eninde ve sonunda neşvü nema bulacaktır. Böyle bir sonuç, Anadolu insanını, tekrar öz vatanının sahibi kılacak ve onu parya muamelesine maruz kalmaktan kurtaracaktır.
Sakarya; sâf çocuğu, mâsum Anadolu'nun,
Divanesi ikimiz kaldık Allah yolunun!
Sen ve ben, gözyaşiyle ıslanmış hamurdanız;
Rengimize baksınlar, kandan ve çamurdanız!
İlk iki mısrada üstad, saf ve masum Anadolu insanının, her türlü olumsuz muameleye ya da engele rağmen değişmediğine dikkat çekmekte ve Allah’ın yolunun yegane savunuculuğunu yapmaktan da geri durmadığını anlatmaktadır.

Diğer iki kıtada da, Anadolu insanı olarak hamurumuzun göz yaşı ile yoğrulduğuna ve Anadolu’nun her karış toprağının kanla sulandığına vurgu yapmaktadır. Yani bu coğrafyanın zor bir coğrafya olduğunu ifade eden üstad, bu coğrafya da yaşamanın bedelinin de yüksek olduğunun altını çizmektedir.
Akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader;
Aldırma, böyle gelmiş, bu dünya böyle gider!
Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz;
Sen kıvrıl, ben gideyim, Son Peygamber Kılavuz!
Burada üstad; bir taraftan yorgunluğun ve bıkkınlığın etkisi ile teslimiyeti çağrıştıran bir sitem gönderirken, dava adamlığını tekrar hatırlayarak, yolun Allah’ın yolu olduğunu ve bu yolun rehberinin de Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V.) olduğunu hatırlatmayı da temel vazife olarak kabul etmektedir.
Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya;
Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya!..
Son mısralarda bütün motivasyonunu, gücünü ve imanını toplayarak ait olduğu misyonun farkına varan üstat, Sakarya sembolü üzerinden bir milleti ayağa kalkmaya davet etmektedir. Bu davet; bir milleti kutsal vizyon çerçevesinde Allah’ın yolunda yürümeye, yeni bir medeniyet algısı üretmeye ve İslam da dirilişe çağrıdır. Zor günler ya da zor zamanlar yaşıyoruz. Küresel destekli FETÖ-PDY, İŞID ve PKK terör örgütlerinin saldırılarına rağmen, Misak-ı Milli iradesini ortaya koyarak delikanlıca duruş sergileyen Devlet Büyüklerimize ve Güvenlik Güçlerimize, yine tarihin her döneminde İslam’ın adalet duygusu içinde ve gerektiğinde keskin kılıcı rolünü oynayan Türk Milletine, Rabbimden kolaylıklar diliyorum. Rabbim Türk Milletini, Türk- İslam Dünyasını korusun ve yüceltsin.