2002 Kasım ayı itibariyle CFR’nin memorandumunu tüzükleştirerek iktidara gelen / getirilen parti ile karşıdevrim süreci tavan yapmıştır.  Zamanımızın iktidarı, 20. yüzyılın başındaki adem-i merkeziyetçi Prens Sabahattin tarafından kurulan, İngilizci Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın torunudur. 21. yüzyılda değişen ise İngilizlerin yerini ABD ve AB’nin, Mütareke Matbuatının yerini de yandaş medyanın almasıdır. Değişmeyen etken ise halkın sahte hürriyet şekeri ile kandırılma taktiğidir.
Kemalist Devrim’in kurumlarının tasfiye edilmesi için hamle üzerine hamle yapılmaktadır. Cumhuriyet’i ve kazanımlarını savunacak yapılar ya sindirilerek teslim alınmakta ya da iç operasyonlar düzenlenerek parti, sendika, dernek vb yapılar denetim altında tutulmaktadır. “Kazanmak için her şey mubahtır.”
Karşıdevrimin böylesine saldırganlaştığı bir dönemde hayatın sosyal pratiği devrimi kaçınılmaz olarak toplumun gündemine getirecektir. Bu konuyu devrimi “Kesin Hesap Vakti ya da Devrim Sürecinde Türkiye… adlı yazımızda ifade etmeye çalışmıştık.
Dedik mi? Dedik…
Gelelim Kemalist Devrim’in yeniden ihya ve inşası için mücadelenin lokomotifi olan “Tam Bağımsız Türkiye” ortak paydasıyla ittifak etmesi gereken sosyal yapılara…
İşçi sendikaları, kamu sendikaları (memurlar), köylülük, esnaf, milli burjuvazi, A’dan Z’ye birleşik cephenin sosyoekonomik dökümüdür.
Dedik mi? Dedik…
Devrim mücadelesinde gençlik, ordu ve aydınlar…
Yukarıda ifade etmeye çalıştığımız antiemperyalist, tam bağımsızlıkçı birleşik cephe içinde gençlik, ordu ve aydınların konumlarını yerli yerine oturtamazsak devrim sürecinin kan damarlarını kesmiş oluruz.
Gençlik ve aydın kavramlarının toplumsal yapılarda sınıfsal bir içerme olmadığını söylemek malumun ilanıdır. Bu konuda bir çelişme ve tartışma olacağını zannetmiyorum.
Gençlik ve Aydınlar…
Gençlik kesimi, bütün devrim süreçlerinde tepkimeyi hızlandıran katalizör etkendir. Aydınlar ise sürecin müttefiki olan sosyal yapılara bilinç taşımada benzer bir işleve sahiptirler. “Gençler ve genç kalanlar”… Bir kez daha altını çizmeliyiz ki gençlik ve aydınlar tek başlarına sosyoekonomik bir yapı değildirler. Daha açıkçası sınıf değildir.  Ama mücadelenin olmazsa olmazlarıdır.
“Haydi gençler, siz devrim yapıyorsunuz… Ben de sizinle yürüyorum…”  vb. ifadeler devrim sürecinin somut analizini görmezden gelen söylemlerdir. Devrim treninin lokomotifine körük tutacak olan gençlere “Siz lokomotif oldunuz” diyen anlayış, 1968 – 1980 Türkiye’sinden ders alamamaktır. Tarih, ibret alamayanlar için ne yazık ki tekerrür eden ve tekerrür edecek bir yolculuktur.
Bu konuyu “Gençlik ve Devrim Üzerine…” adlı yazımızda işlemiştik.
Bunca toz duman içinde gençlik ve aydınlardan söz edilmekte, ancak şu soruyu soran çıkmamaktadır
"Nerede Türkiye’nin üniversiteleri?"
12 Eylül 1980 darbesinden sonra YÖK ile denetim altına alınan üniversitelerin başına mafya modeli siyah poşet geçirilmiştir. Türkçesi evrenkent olan yapılara körebe oynatılmaktadır. Yön duyguları, YÖK ile yok edilmiştir. Bir kısım öğretim üyesi ve aydın YÖK’e karşı çıkmışlarsa da çoğunluk “Kuzuların Sessizliği”ni oynamayı yeğlemiştir. Bugün yaşananların yolunu üniversitelerimiz kendileri döşemiştir. AKP iktidarına düşen ise siyah poşeti boğma teliyle sıkarak işi tamamlamak olmuştur.
Her ilde en az bir üniversite, neredeyse her mahallede bir fakülte, her ilçede bir yüksek okul açan anlayış evrenin kenti olan yapıları ABD ve AB’nin cici çocuklarına dönüştürmüştür. “İlim kendin bilmektir” der ya Yunus Emre, bizim bilim dünyamız dünyaya ve kendi hallerine bakarkörü oynamaktadırlar. Yeşilçam’ın sulu gözlü melodramlarında, trafik kazası sonucu kör olan şarkıcının büyük bir şok yaşayarak yeniden görmeye başlaması gibi... Üniversitelerimize hayırlı şoklar diliyorum.
Burada Prof. Dr. Alpaslan Işıklı hocanın başkanlığını yürüttüğü TÜMÖD (Tüm Öğretim Üyeleri Derneği)”nin kaç üyesi var, ülkede kaç öğretim üyesi var, sorusunun sayısal karşılığı tam bir KPSS sorusudur!
Ordu…
Hangi devrim vardır ki ordu katılmamış olsun. Devrim süreçlerinde ordunun nerede durduğu belirleyici etkendir. Ordu eğer devrimden yana ise tarihin çarkları ileri doğru dönmüş, eğer ordu karşıdevrimden yana ise ilerlemeci süreç kesintiye uğramıştır.
Rusya’da 1917 Ekim Devriminde, Anadolu’da Kemalist Devrim’de, Çin Devrimi’nde ordu, mücadelenin koşan ayağıdır. Kemalist Devrim ve Çin Devrim’i emperyalist işgale karşı bağımsızlık savaşı verilerek zafere ulaşmış mücadelelerdir. 
Burada şu gerçeği beraberce hatırlamalıyız. Türk ordusu Sevr Anlaşması gereği terhis edilmeye başlanmıştır. Ordumuzun yeniden kurulması Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde gerçekleşmiştir.
Ordu mu, Meclis mi?
Nisan 1920… Meclisin kuruluş çalışmaları Mustafa Kemal Paşa’nın istediği gibi gitmemektedir. Yunus Nadi Bey moral vermek için şunları söylemiştir. “Paşam, mühim olan ordudur. Neden rahatsız oluyorsunuz?”
“Hayır” der Mustafa Kemal Paşa, “Mühim olan meclis’tir. Meclis olmaksızın, milletin iradesi tecelli etmeksizin, ordu falan kuramazsınız. Orduyu kurmak büyük servetlerle olabilir. Ve bu ancak milletin rızasıyla gerçekleşebilir.” 
O dönemdeki Meclis tam bir birleşik cephedir. Dedikten sonra yazımıza dönemlim… 
Darbeler ve ordu ilişkisinde emperyalizm olgusu yerli yerine oturtulmadan sağlıklı çıkarımlar yapılması mümkün değildir. Ordunun yaptığı darbede içindeki etkin yapıyı, örneğin Türkiye’de NATO’yu görmeden yapılacak nitemler yanıltıcı olacaktır. Ordu, darbe, ABD, NATO, CIA ilişkileri konusunda yazılanlar yaşadıklarımızın ayan beyan ifadesidir. 12 Eylül 1980’de “Bizim çocuklar kazandı” diyen kimdir?
Türkiye’de hangi sosyal yapıların ne gibi tarihsel işlevleri olduğunu en iyi analiz edenlerin başında emperyalistler gelmektedir. Derler ya, hüner yangın çıktıktan sonra söndürmeye çalışmak değil, yangının çıkmasını önleyecek tedbirleri almaktır. Emperyalizm, tam bağımsız Türkiye’nin çoban ateşlerini yakacak hemen her yapıyı denetim altına almaya çalışmaktadır.
Bu gerçekliğin en güzel uygulama alanlarından biri Türkiye olmuştur. NATO ile Türk ordusu denetim altına alınmaya çalışılmış ve yönlendirilmiştir. 1990’dan sonra değişen dünya dengeleri karşısında yeni bir dünya stratejisi belirleyen, kendi içindeki NATO uzantısı yapıyı (Özel Harp Dairesi) tasfiye eden Türk ordusuna karşı hamle yapılmıştır. 2003’te Süleymaniye’de askerlerimizin başlarına çuval geçirilmesi bugün yaşananların işaret fişeğidir.
ABD Büyükelçisi’nin Washington’a gönderdiği Wikileaks Türk Silahlı Kuvvetleri’ndeki generalleri üçe ayırdıkları ifade edilmiştir. Birincisi Atlantikçiler, yani ABD ile ilişkilerini iyi götürmek isteyenler. İkincisi ABD ve AB ile ilişkilere şüpheli bakan milliyetçiler. Üçüncüsü ise İran ve Rusya ile ilişkilerin geliştirilmesini isteyen Avrasyacılar. ABD Büyükelçisi şu yorumu yapmıştır. “Avrasyacı generallerle, milliyetçi generaller ABD çıkarlarına ters düşüyor.”
Yorum sizin…
Tam bağımsız Türkiye mücadelesinin lokomotifindeki bir diğer sosyal güç sendikalardır. Sendikalarımızın başlarına da avro markalı ABD-AB çuvalları geçirilmiştir.
Parti ve derneklere yapılan değişim ve dönüşüm hamleleri ise 1980 sonrasında özenle örülmüş dantel-entel çuvallardır. “Demokratik Kitle Örgütü” olarak ifade edilen derneklerin “Sivil Toplum Kuruluşu” (NGO) haline dönüşmesi sabırlı ve uzun bir yolculuktur.
Ekonominin başına serbest piyasa küfesi geçirilmesi Turgut Özal’ın mimarlığında 24 Ocak 1980 kararlarıyla başlamıştır. Yapay krizlerle bunalıma sokulan Türk ekonomisine şifa niyetine(!) Kemal Derviş’in gönderilmesi, altı çizilmesi gereken bir durumdur. Küresel çetelerin emriyle, CFR'nin denetiminde kurulan iktidar namzedi parti için mıntıka temizliği yaptırmadılar Kemal Derviş’e… Bu partinin  siyaset cambazları ta 1993 yılında belirlenmiş, stepne olarak saklanmıştır. Sonuç? Günümüz Türkiye'sinin fotoğrafıdır.
Bugün tam bağımsız Türkiye ortak paydasında bir ittifak somut şartların somut sonucudur. Andy-Ar’ın araştırmasında toplumun % 60,4’ü “yeni bir oluşum ve önderlik” diyorsa bunu “Herkes bizim partiye gelsin…” diye yorumlamak, 1980’de Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde meclis tur üstüne tur atarak dönerken Kenan Evren’in verdiği muhtırayı “O bana verilmedi…” diye yorumlayan dönemin siyasilerini hatırlatmaktadır.
Sürecin Türkiye’ye dayattığı “Ben partim, benim derneğim…” demek değildir. Hayat ve devrim, “Tam Bağımsız Türkiye” diyen her siyasi yapıyı birleştirecek “Birleşik Cephe”yi önümüze getirmiştir.
Dedik mi? Dedik...
Devam edecek...