Ne egemen güçlerin enerji savaşlarının vekili olmalı, ne de başkalarına vekalet vermeli. Ne diyor emperyalist güçler: Vekaleten savaşır mısın benim için?

Geçtiğimiz yıl ABD, askerlerinin bir bölümünü Afganistan’dan çekme konusunda Taliban ile anlaştı. Bunun karşılığında Taliban, Afganistan topraklarındaki terör eylemlerine son verecekti. Televizyonlar haberi geçerken aynı anda Taliban, Kabil’de diplomatik misyonların bulunduğu bölgeye bombalı saldırı düzenledi. Süreç sekteye uğradı.

Afganistan’daki Marksist hükümetin isteği üzerine 1979’da Afganistan’a giren Sovyet Birliği, buradaki İslamcı gruplarla 10 yıl sürecek olan bir savaşın içine girdi. İşgalin 1989’da sonlanmasının ardından çıkan fatura; 1,5 milyon sivil ölüm, 2 milyon yaralı, 6 milyon Afgan mülteci oldu.

Bu işgal sırasında Afgan savaşçılar Pakistan ve Körfez ülkelerinden destek aldılar. 1985’te ABD’nin uçaksavar füzelerini Afgan savaşçılara vermesiyle beraber savaşın seyri değişti. ABD’nin “vekalet” verdiği İslamcı gruplar, ABD silahlarıyla Sovyetler Birliği’ne karşı daha etkili bir mücadeleye giriştiler. Bu savaşın ardından, 14 binin üzerinde asker kaybeden SSCB’nin dağılma süreci hızlandı.

Sovyetler Birliği’nin çekilmesiyle kurtlar sofrasına dönen Afganistan’da gerek iç çatışmalar gerekse dış müdahaleler durmak bilmedi. 1994’te Sünni İslamcıların kurduğu çoğunluğu Peştun etnik kökenine dayanan Taliban örgütü, Kabil merkezi hükümetine karşı savaşarak Afganistan’ın şehirlerini ele geçirmeye başladı. Direnişçi güçlerin çekilmesiyle Kabil’i ele geçiren Taliban, Molla Ömer öncülüğümde Afganistan İslam Emirliği’ni kurdu.

Afganistan’a “şeriat” geldi. Kız çocukların okula gitmesi, eğitim alması yasaklandı. Kadınların çalışması yasaklandı, burka giyme zorunluluğu getirildi. Erkeklere takke giyme ve sakal bırakma zorunluluğu getirildi. Bu kurallara uymayan erkeklere hapis cezası verildi, kadınlar kırbaçlandı. Televizyon yasaklandı, bilgisayarlar kırıldı. Okullar medreseye dönüştürüldü. Elleri kesilenler, kırbaçlananlar…

Sovyetler Birliği döneminde eğitim alması zorunlu olan ve hayatın her alanına giren kadınlar için Afganistan’da hayat, gözlerinin üstüne inen “peçe” ile artık ışığın görünmez olduğu bir zindana dönüştü.

Ve işte! ABD’nin “demokrasi ve özgürlük masalı” dediği ama aslında tam tersini uyguladığı “despotizm ve esaret” senaryosunun ilk adımı orada atıldı. Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından oluşan boşluktan faydalanan ABD, tüm Ortadoğu’yu şekillendirecek kanlı bir senaryoya girişti. Ancak ABD, ne kazanan ne de kaybeden olacaktı.

ABD, 2001 yılında 3000 kişinin ölümüyle sonuçlanan 11 Eylül saldırılarından El-Kaide lideri Usame bin Ladin’i sorumlu tutarak Taliban’dan iadesini istedi. Taliban’ın bu isteği reddetmesinin ardından ABD bu kez “terörle mücadele” adı altında Taliban ve El-Kaide terör örgütlerine karşı başta Afganistan olmak üzere, çeşitli ülkelerde mücadeleye girişti. 2001 yılından bu yana geçen süre içinde terör bitirilemediği gibi, farklı ülkelerden çok sayıda insan Taliban ve El-Kaide’ye katıldı.

2003 yılında ABD ve İngiltere liderliğindeki Çok Uluslu Koalisyon Kuvvetleri’nin Irak’ı işgal etmesiyle 1 milyondan fazla insan öldü. Mezhepler Savaşı başladı. ABD milyonlarca dolar harcamasına rağmen Irak’ta sükuneti sağlayamadı.

2011 yılında Libya lideri Kaddafi öldürüldü. Libya ikiye bölündü. NATO’nun harekat merkezi İzmir oldu ve maalesef Türkiye, ABD, İngiltere ve Fransa ile aynı tarafta yer aldı.

Ve 2020’ye girdik. İlk işimiz Libya’ya asker göndermek üzere Libya tezkeresini TBMM’den geçirmek oldu. Nedeni, Tayyip Erdoğan İktidarı’nın Libya’nın meşru hükümetiyle yaptığı ve uluslararası arenada tanınmayan -Akdeniz’de sınırları belirleyecek olan- anlaşmanın, Türk Silahlı Kuvvetleri vasıtasıyla meşru kılmayı istemesi. Ancak Libya’nın kuzeydoğu bölümünde bulunan Müslüman Kardeşler (İhvan El Müslimin) yanlısı hükümet askeri ve siyasi açısından zayıf durumda olmasına karşın, çatışma halinde olduğu General Hafter yönetimindeki güçler, uluslararası alanda daha geniş bir desteğe sahip. Bu durumda “Türk Askeri’nin Libya’da ne işi var?” sorusu doğru bir yere oturuyor.

Irak’ta hangi mezhep yanlıları veya etnik gruplar kimlerle savaşıyor, belli değil. Vekaleti PKK/PYD/YPG’ye verdiler…

Yemen’deki mezhep savaşlarındaki bilançonun hesabı nedir? Zeydiler var, Husiler var. Vekaleti El-Kaide’ye mi verdiler?

Suriye’de kim kimi boğazlıyor, belli değil. Vekaleti önce IŞİD’e verdiler. IŞİD’li militanlar Batılı gazetecilerin boğazını kesince… Vekaleti onlardan alıp YPG’ye verdiler.

İkiye bölünen Libya’da vekalet savaşları çıkarlara göre yön değiştiriyor. Kaddafi’nin linç edilerek öldürülmesinin ardından aşiretler arası savaş sürüyor. Gelinen son noktada meşru sayılan İhvancı hükümetle, ondan memnun olmayan dış güçlerin desteklediği Hafter isimli eski bir komutan arasında güç savaşı devam ediyor.

Libya… Kıyı bölgeleri hariç % 95’i çöl olan bir ülke. Ölümcül derecede kurak… Ne var ki petrol açısından zengin. Ölümcül olmak için ikinci bir sebep daha…

Suriye politikasının yanlışlığına rağmen, dış politikada Türkiye sınırlarının meşru müdafaası açısından AKP iktidarına gereken destek, muhalefet tarafından verildi.

Ancak… Maceralarının sonu gelmeyecek olanlara sonsuz destek verilemez. Muhalefetin (Millet İttifakı) “Hayır” oylarına rağmen, Libya tezkeresi bugün AKP ve MHP (Cumhur İttifakı) oylarıyla TBMM’den geçti.

Oysa 21 yüzyılda Vekalet Savaşları’nın bir parçası olamayız. Türkiye onlar gibi olamaz, olmamalı. Eşit rekabete dayalı bir dünyada, daha insani çözümler bulmalıyız. Bilimde, sanatta, eğitimde ileri gitmek için çabalamalıyız.

Atatürk’ün söylemini verilecek kararların anahtarı kabul etmeliyiz: “Meşru müdafaa olmadıkça, her savaş bir cinayettir.”