“Hayatınız yolunda gitmiyorsa bunun sebebi negatif düşünmektir”

“Düşünceleriniz neredeyse her şeyin temel sebebidir ve siz ısrarlı düşüncelerle onu çağırmadıkça başınıza bir musibet gelmez”

“Mevcut hayatınız aklınızdan geçirdiğiniz düşüncelerin eseridir”

“Çekim yasası gereği, iyi şeyler düşünürsek iyi şeyler, kötü şeyler düşünürsek başımıza kötü şeyler gelir”

Ne kadar basit değil mi? Hayır hayır, bu sözler bana ait değil! Henüz bitirdiğim Rhonda Byrne tarafından kaleme alınan “The Secret” adındaki dünya çağında milyonlarca adet satan bir kitaptan.

Hayat okulunun tüm öğretilerini sadece basit birkaç çağrıya endeksleyen ve bu çağrıyla çok kısa süre içinde “neşe, para, sağlık, ilişkiler ve istediğiniz pek çok şeyin sınırsızca verileceğini” vaat eden kitaplardan biri.

Tarif edilen yol çok basit; “iste, inan ve al!”

Modern toplumun “hızlı” temposuyla uyumlu bir çözüm yani; “hemen, şimdi, burada!

Bu yazımın gayesi kitabı ve yazarını eleştirmek tabi ki değil; zira yazar kendi bildiklerini ve inandıklarını üstelik ciddi bir efor sarf ederek ve yürek teri dökerek ortaya koymuş.

Ancak o kadar garip ve paslı bir iklimden geçiyoruz ki elimizdeki telefondan izlediğimiz televizyon dizilerine, gözümüzün içine sokulan reklamlardan başımızdan aşağı yedi yirmi dört boca edilen enformasyon sağanağına kadar neredeyse her şey, bizleri uyuşturmak adına bir anestezi uzmanı titizliğinde çalışıyor.

Tek görevleri var; uyuşturmak!

Bu uyuşmayla beraber farkındalıkları törpülemek; nefse, onun istediği haz, hız ve ayartıcı güçlere yöneltmek, köklerinden uzak bir halde gökler vaat etmek, şahit olmak yerine sahip olma hırsını tetiklemek ve bu sayede tüketmek, tüketmek, tüketmek! Önce kendimizi, sonra ailemizi, sonra değerlerimizi ve adım adım tüm toplumu.

Asıl amaç ise her farkındalığın birer nimet, bir ayet olduğu gerçeğinden çok uzakta tek tip insan modeli oluşturmak!

Zira tüm bu saydıklarım adeta “yürek birliği” yapmış; kozmetik endüstrisi bedenlerimizi ele geçirerek, sağlık endüstrisi daha çok ilaç satmak adına yeni hastalıklar üreterek, romantizm endüstrisi bize aşk ve sevgi satarak bize hep birlikte “sınırsız başarı, gençlik, aşk ve mutluluk” satma derdinde!

Üstelik vaat etmek yerine, çağın hızına uygun bir şekilde “hemen, şimdi, burada” argümanları ile zihinlere olta atıyorlar ve ne yazık ki başarıyorlar da!

Ama ilginçtir ki yapılan araştırmalar ve Dünya Sağlık Örgütü verileri tüm bu endüstrilerin doğum yeri olan Amerikan toplumunun dünya genelindeki antidepresan tüketiminin üçte ikisine sahip olduğunu gösteriyor!

Antidepresan ilaçlarla sağladıkları imitasyon, naylon mutlulukları ile dünyada ulaşabildikleri her yere daha fazla “özgürlük(!)”, daha fazla zenginlik, daha çok toplumsal saygınlık, daha çok sosyal çevre ve daha çok nüfuz vaat ediyorlar. Dünyevi kazanımlar ve süfli zevklerin ön plana çıkarıldığı, ciddi bir revaç gördüğü ve tüm algıların zihinsel bir kölelik ile ele geçirildiği toplumlarda yem olarak kullanılan bu argümanlar, doğal olarak müşteri bulmakta da zorlanmıyor ve yazık ki bu vaatlere kanan insan sayısı da az değil.

Acıyı öteleyen, onunla yüzleşmekten kaçan bu insanların sayısı arttıkça da hayatın doğal akışındaki ıstırabı, acıyı, gözyaşını yok saymamızı fısıldayan mutluluk tacirleri zaferden zafere koşuyor. Yaşlanmayı geciktiren kozmetik ürünleri yok satıyor, sevgiyi öne çıkaran argümanlar el üstünde tutuluyor, on adımda “bizi harika insanlar(!) yapan” kitaplar milyonlarca satıyor ve kapital dininin istediği “müşteri profili” kendiliğinden ortaya çıkıyor.

İnsan, bu tablo karşısında zihninden yüreğine akan sorularla; insanlık tarihi boyunca insanlığın gelişimine yön veren yüzbinlerce adanmış ruhun onca ıstırabı, acıyı boşuna yaşadığını, onca gözyaşının boşuna aktığını, onca başkaldırı ve kıyamın yok yere yaşandığını; zindanlarda geçen, işkencelerle son bulan ömürlerin yok yere heba edildiğini sorgulamaya başlıyor.

Öyle ya madem her şey bu kadar kolaydı ve mutluluk “kâinata yaydığımız ses kadar” ucuz ve zahmetsizdi(!), insanlar Adem’in yaratılışından beri onca bedeli yok yere neden ödedi?

Size de garip geliyor değil mi?

Zira biliyoruz ki acının, gözyaşının, kaybın, çaresizliğin, sancının, ıstırabın en büyük bağışı farkındalık ve hayatı öğrenebilmektir. Bu yüzden farkındayız ki; külfet nimetin ödülü, inci sancının eseri, güldeki o muhteşem koku kanamanın bedelidir.

İnsanlık tarihi boyunca sayısızca ilim ve irfan ehlini pişiren, onları insanlığın zorlu yolculuğunda daha üstün bir varoluş boyutuna taşıyan hemen tüm unsurlar hayatlarındaki ıstırap ve çile olduğu halde; mukaddes kitaplarda anılan tüm peygamberler dahi bu çile sağanağı ile yoğrulup kemal noktasına ulaştığı halde bugün didinmeden, uğraşmadan, çaba göstermeden, yürek teri dökmeden “mutluluk” vaat ediliyorsa; oturup bir parça düşünmek, akletmek, fark etmek, fark edip dert etmek ve tüm bunlarla beraber de sormak gerekiyor;

Ölüm acısını yaşamamış bir insan yakını vefat eden birinin acısına samimi bir şekilde ortak olabilir mi? Yoksulluk yaşamamış, açlık görmemiş, çaresizlikle tanışmamış biri sokakta yaşayan, yaşamaya mahkûm edilen birinin halini anlayabilir mi? Yoğun bakım kapılarında acziyeti soluklamamış, duanın kanatlarına tutunmamış, gözyaşı sağanağında boğulmamış biri kibrini ezip geçebilir mi? Havaalanlarında, otogarlarda, tren istasyonlarında ayrılığın hüznünü hafızasına kazı(ya)mamış; onsuz yaşayamam dediği sevdiklerinin cansız bedenleri üzerine toprak atmamış; tahammülü ve kabullenişi göğüslememiş bir ruh ıstırabın, acının, yokluğun, gözyaşının öğretmenliği karşısında “ben öğrendim” diyebilir, ceket ilikleyebilir mi?

Hayır tabi ki!” dediğinizi duyar gibiyim.

Pek tabi ki hayır!

Çünkü yaşam dediğimiz şey zıtlıklarla kaim ve sebepler üzerine bina edilen bu zıtlıkların ilmek ilmek ördüğü yaşamsal süreçte geceyi tanıyıp gündüzü, sıcağı tanıyıp soğuğu, yokluğu tanıyıp varlığı, siyahı tanıyıp beyazı, kışı tanıyıp baharı, sevgiyi tanıyıp nefreti, acıyı tanıyıp merhameti, hüznü tanıyıp neşeyi hayatlarımıza nakşetmeyi öğreniyoruz!

Zira hepsi birbirini tamamlayan öğeler ve hayatın olağan akışı içinde bize “öğretmekle” mükellef kılınmış birer öğretmen! Yaşam denen olgunlaşma yolculuğu da önümüze koyduğu ıstıraplarla öğretip, bu öğretileri neşe zamanlarında besleyip büyütmekle hükmünü icra ediyor.

Farkı fark edebilme, bu farkı dert edebilme, edindiği derdin sancısıyla olgunlaşabilme temennisiyle!