Türkiye’de son aylarda yoğunlaşmakla birlikte aslında onlarca yıldan beri yaşanan toplumsal barış ve istikrarı tehdit eden olumsuzlukların nedeni aşağı yukarı artık “üst akıl” olarak tanımlanıyor. Ancak toplumun en azından yarısı tarafından bu şekilde anlaşılsa da diğer yarısı tarafından tam olarak ta anlaşılamıyor. Durum böyle olsa da bir bakıma Türkiye, bekası için bir “bulanık zihinle” mücadele ediyor. Bu zihin yapısı; bir bakıma, konjonktürel duruma göre farklı argümanlarla ortaya çıkıyor ve kendi cephesinden bakarak kendisini ülkenin ve kurumların sahibi olarak görüyor. Halkı ülkenin geleceğine yönelik kararlarda kendisiyle aynı yetki ve kapasitede görmeyen, duruma göre demokrasi duruma göre ise otokrasi diyen, statik ve bulanık bir anlayışın temsilcileri gelişmeler karşısında heyecan duymuyor, hezeyan içinde tepki veriyor.  Tabi bu zihni yapı temel bir araç olarak “sürekli risk var!” algısını öne çıkarıyor.
•Pekâlâ risk nedir ve esasen var mıdır?
•Yaslanılan veya arkasına alınmak suretiyle topluma yönelik oluşturulmaya çalışılan korku ve endişenin temel dayanağı var mıdır?  Varsa rasyonel midir?
Bazen Türkiye’nin dinamiklerinin farkında olmayan bir kesimin “Cumhuriyet gidiyor, laiklik uçuyor…” gibi söylemleri; toplumda gerilim ve bir korku atmosferinin oluşturulmasını teşvik ederek, olağandışı tutumlara, manzaralara ve benzer kaos çağıran sahnelerin yaşanmasına yol açıyor. Bu şekilde gerginlik ve kaos beklentilerinin devam etmesi arzusunda olanlar için ise; Türkiye’de hiç olmaması gereken güven ve istikrarın sağlanmasına yönelik olumlu işler oluyor. Millet için olumlu olsa da istikrarsızlıktan beslenen söze konu kesimler için bunun anlamı “Türkiye’de korkulan oluyor!” yani ülkenin gündemine kalkınma, toplumsal uzlaşı ve refahı besleyen istikrar ve güven geliyor. Durum böyle olunca; bırakınız korkulan olsun! demek gerekiyor. Çünkü istikrarı ve güveni kendinden, toplumdan uzaklaştırmak çabası sağlıklılık belirtisi değildir.

Risk algısı ve kaos beklentisi!
Evet! yeni bir düşünce veya yeni bir pratik, bilinen ve uygulanagelenlere göre daha fazla risk taşır, taşıdığı düşünülür. Ancak bunun birey tarafından algılanış biçimi kişiden kişiye değişir ve bu kişilik ile kişiliğin oluşmasına etki eden içsel ve dışsal faktörlerle ilişkilidir. Öyle ki insanların sahip oldukları kişilik özellikleri algılanan riski de, riskin büyüklüğünü de, hatta sürekli risk algısını da farklılaştırmaktadır.
Aslında önemli olan riskin varlığından ve derecesinden ziyade “sürekli risk varlığı algısının” bireyin ve/veya toplum hayatına hakim olup olmamasıdır. Toplumdaki bireyler her şeyde kendisini tehdit eden bir riskin olduğuna inanabilir ve bu ise bir teslimiyet hali olarak ortaya çıkabilir, çıkar. Aynı şekilde farklılık göstermekle birlikte genel olarak birey sürekli risk varlığı algısının sonucu olarak mevcut durumu korumak ve kendisini dış dünyaya kapatmak üzere olası riskleri minimize etmenin mümkün olduğu zannıyla tutum geliştirebilir. Bu ise; bireyin rasyonel davranış göstermesini engellemekte, kendi sübjektif düşünce dünyasının ürünleriyle dünyaya ve çevresine bakmasına, analizlerinde kendi kadrajı dışına çıkamamasına yol açmaktadır.
Esas olarak; sübjektif yargılardan arınarak olup bitenler karşısında tutum ortaya koymak akla uygun/rasyonel davranışın göstergesidir ve bu ise objektifliğin gereğidir.
Bu kapsamda üç tür davranıştan bahsedilebilir aşağıda sunulan üç yaklaşımdan ilki(a) statüko bağımlılığını diğerleri ise değişimi ve rasyonel davranışı içermektedir. 
a.Statükocu Anlayış: Statükoya bağımlı, hatta statükonun esiri ve mevcut yapının devamı yönünde statükoya bağlılık olarak vücut bulur ve objektif olmanın karşıtıdır. Akla ve bilime uygun da olsa hipotez kurmadan, test etmeden hepsini reddeden peşin hükümlülük olarak ortaya çıkar.
b.Rasyonel Anlayış: Risk etmeni bir olgu olarak kabul edilerek hipotez kurulur, hipotez test edilir, test sonucuna göre hipotez ya kabul yada reddedilir. Sonuç uygulamaya aktarılır.
c.Geçişken Anlayış: Kendi sübjektif varsayımlarını zaman içinde gözlemleyerek, yaşayarak ve birden fazla kez tecrübe ederek reddetme durumudur. Nadiren de olsa ortaya çıkar.
Özellikle toplumsal ve ekonomik gelişmelere ket vurmak istenmesi nedeniyle ilk grupta yer alan statükocu anlayış ile mücadele etmek gerekiyor. 
•Statüko bağımlısı ve risk algısını kendi küçük dünyasında besleyip büyüten ve bunun dışına çıkışa/kaçışa izin vermeyen, 
•kendi çıkarlarını her koşulda milletin alî menfaatlerinin üzerinde gören,
•kendi dar bakış alanını toplumun bütünü için dilemenin ötesinde bir diktatör edasıyla “toplum bilmez ben bilirim, bu böyle olmalı!” diyebilen,
•demokrat görünümlü ama demokrasiyi sadece kendi amaçlarına hizmet ettiği sürece öven, aksi halde demokrasiyi döven hatta kovan bir anlayışı yaşam nedeni olarak içselleştiren,
•subjektif yargı ve koşullanmışlıklarını milli(ulusal) çıkarların üzerinde görerek mutlak olarak bu yanlı düşüncenin hakim olmasını isteyen ve bunun için her türlü içerikte söylem yapma özgürlüğünü kendinde bulanlar için “Türkiye’de korkulan oluyor!“

Statükonun Yenilgisi
Aslında bir kasım’da Millet kendi geleceğine sahip çıkarak statükonun; tüm dogmalarını, şişirilmiş ideolojik kalıplarını, başka düşüncelerin varlığına ve millet iradesine tahammül etmeyen tüm egoları eline aldığı “oy zarfının içine koyup iadeli taahhütlü olmak üzere adrese teslim” gönderiyor. İşte bu işi yapana “millet”, yaptırım gücüne ise “millet iradesi” deniyor. En son Milletimiz bir kasımda bunu yaptı ve tüm dünya âlem buna tanıklık etti!
Tabii bu kez bir kez daha demokrasi dersini; bilimden bîhaber ve bir de sübjektif görüşlerini bilim insanı kimliğiyle sunarak etki alanını artırdığını düşünen, ekranlarda arzı endam eyleyen ve siyasetin metodolojisini bildiğini, siyasetin kitabını yazdığını iddia eden bir kısım akademik ve gazeteci yazarlar değil, “HALK” verdi. Kimseye konuşma hakkı tanımayan sübjektif yargılarının ve bağlanmış algılarının etkisindeki “bilmediğini bilmeyen” bu kesim, en etkili öğretim metoduyla yani “YAŞAYARAK” öğrendi. Tabii öğrenmenin ne yaşı, ne de çağı var! Önemli olan öğrenmemek yönünde “ÖĞRENME KARŞITI” yani “cahil kalacağım ben, size ne yahu!” tutumu içine girmemek!
Sonuç itibariyle demokrasi; millet beyanı ve iradesine saygı gösterebilmeyi gerektirir ve milletin koyduğu irade karşısında selam durmak ise en doğru olanıdır.
Tabii demokrasiyi beğenmeyenler veya sonucunu kabullenemeyenler için otokrasi seçeneği olsa da; bu seçenek Yeni Türkiye’de bulunmamaktadır.