Soru 2. Türk tarihi ve coğrafyasında, eski zamanlardan bugüne devamlılık halindeki Türk düşüncesi ve Türk kültürünü, bizim için yerel amaçla ama dünyaya da evrensel mesajlar verebilecek güçte felsefenin diliyle anlatmak mümkün müdür? Bu noktada bir “Türk Felsefesi” öne sürmek mümkün olabilir mi?
-Tabii ki, Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak projesinin amacı tam da budur, yani yerellik ve yerlilik kavramları arasındaki farka dikkat ederek, yerli/milli/dini kaynaklarımızı yeniden evrensel değerler haline getirmek ve anlatmaktır.
Burada iki terim arasındaki farka işaret ederek sözlerime devam edeyim; yerellik içe kapanmayı ve tarihsici bir totaliterizmi paralelinde getirirken yerlilik, “Hikmet” geleneğinin yani Hz. Adem ile başlayan İslami değerlerin Türkistan/Atayurtta ete kemiğe bürünmüş şekliyle, Türkiye/Anayurt kültür havzasında bulduklarımızla yeniden yorumlamamızdır. Birbirlerinden yalıtılmış ve hiç etkilenmemiş bir medeniyet olamayacağına göre, bilgi, bilim ve medeniyet tasavvurumuza dair fikir üreten bir düşünürün diğer bakış açılarından faydalanması kadar doğal bir şey olamaz; bu bağlamda Anadolu’daki kadim medeniyetin kültürel kodlarıyla harmanlayarak yeni bir bakış açısı oluşturmak temel hedeftir.
Bu anlamda yerellik içe kapanmayı ve totatilerizmi idealizm diye sunarken; yerlilik açık toplum olmayı (realizm ve conceptualism bağlamında) zorunlu kılar. Bu hususu biraz daha açacak olursam; İslam’ın son uygulama şekli olan Hz. Muhammed (sav) yol ve yönetimini “yaşayan sünnet” haline getirip, insanlığın diğer birikimlerini de göz önünde bulundurarak yeni bir yorumunu, kendi tarihsel-toplumsal sürecinde yapmaktır yerlilik. Bu anlamda dini, milli ve yerli değerler özdeş kelimelerdir.
Bu açıdan bize göre, evrensel olmanın ilk adımı yerli olmaktan geçer. Çünkü yerliliği öncelemek, belirli bir tarihsel coğrafyanın yerli/milli/dini değerlerinin hukuki ve ahlaki arka planı iyi okuyarak farklı tarihsel zaman dilimlerinde ve farklı coğrafyalarda yaşayan insanların sorunlarına çözüm üretilmesi (evrensellik) çabasını göz ardı ettiğimiz anlamına gelmez. Bilakis tıpkı Mevlana’nın dediği gibi, bir ayağının Anadolu’da diğer ayağının bir pergel gibi Dünya’da (ve düşüncesinde) olmasıdır.
Bulunduğumuz konumun jeo-felsefesine baktığımız zaman düşünce tarihindeki medeniyetlerin birçoğunun Mezopotamya-Anadolu kültür havzasında şekillenmiş olduğunu görüyoruz. Birbirlerinden yalıtılmış ve hiç etkilenmemiş bir medeniyet de olamaz. Ama önemli olan, bir bilgi, bilim ve medeniyet tasavvurunu diğerlerinden farklı, özgün ve özgül kılan nokta, düşünürlerin diğer bakış açılarından faydalanmakla, bir “bayii” olması arasındaki farkta yatar. Nitekim İslam; tercümeler dönemiyle birlikte döneminin iki büyük medeniyeti olan Pers ve Bizans (Grek-Yahudi) kültürel verileri ile etkileşime girmiş; ama Muallim-i Sani Farabi’nin sistematik analizlerinden de görüldüğü üzere, kendine özgü bir bilgi, bilim ve medeniyet tasavvuru oluşturmuştur. Kısa bir süre sonra da diğer medeniyetleri dönüştürmeye başlamıştır. Aslında felsefeyi Anadolu’da yeniden yurtlandırmak derken bu süreci güncellemeyi kast ediyoruz. Diğer bir ifadeyle Atayurttan getirdiğimiz siyasi/dini/kültürel verilerle ile kadim medeniyetlerin beşiği olan Anadolu’da bulduğumuz düşünce yapısıyla ufuklarımızın kaynaşmasını, yeniden üretimimizdir bu. Bu açıdan biz diyoruz ki, evrensel olmanın ilk adımı yerli olmaktır.
Nitekim İslam medeniyeti şemsiyesi altında, temel/yerli ve acem/dış kaynaklara hâkim olan düşünülerin, öncelikle içinde yetiştiği siyasal-kültürel ve coğrafi havzanın sorunlarına çözüm aramışlardır. Bunun sonucu olarak da Anadolu’da şekillenen Türk Müslümanlığı ile Fars/İran, Arabistan, Malezya, Pakistan, Afganistan, Kuzey Afrika Müslümanlığı arasında fark olduğu malumdur. Üstelik bu doğaldır, zira herhangi bir yerde üretilen çözüm önerisini “nesnel gerçeklik” olarak idealleştirmek ve evrenselleştirmek mümkün değildir. Yeni selefilik adıyla Arap/vahhabi Müslümanlığının tarihsici/totaliter bir zihniyetle yapmaya çalıştığı da budur aslında. Fars Müslümanlığın da farklı bir itikadi/siyasi paradigmayla ortaya çıktığını düşünürsek, her deneyimin farklı olduğu, her birinin de evrensellik iddiasında bulunduğunu görüyoruz, önemli olan bunların felsefi dilini analizin nasıl yapılacağıdır?
Bu farklığı veren ise, bize göre, yerli temellerin farklı olmasıdır. Biraz sonra bunu tikel deneyimlerin (tekil isimlendirmelerinin) tümelleştirmesi yani evrenselleştirmesi olarak analizini deneyeceğim. Ama buna geçmeden önce, şu hususu vurgulamak isterim: Bu kadar girift tarihsel boyutlara sahip sorunlar karşısında “sözün tükenmediğini ve ümitlerin sönmediğini ve ‘Yarın”lara umutla bakabileceğimizi vurgulayan yeni odakların olması yerliliğin mümkün olduğunu göstermektedir.Üstelik Selçuklu-Osmanlı-Türkiye merkezli okumaların imkanını, Milliyetçi-muhafazakar veya Marksist gelenek; Sol-Kemalist veya Atatürkçü kesimden bunu savunanların olması ümidi ve umudu artırmaktadır.
Bunun herhangi bir göreceliğe düşmeden yapmanın “evrensel ölçütü” ise “iletişimsel rasyonalite” dir. Özgür, eleştirel bir zihniyete sahip insan, birey anlamında kendi potansiyelini kendi tarihselliği/yerliliği içinde belirlenir. Bütün kültürleri birleştirmeye çalışan evrenselcilik diye sunan küreselci/tarihsici/pozitivist total bir anlayış yerine, farklılıkları koruyan, ona saygıyı içe kapanmadan, yerelleşmeden temin etmeye çalışmaktır.
İşte bu noktada, kültürler arası etkileşim ve bunun sonucundaki dönüşüm üzerinde durmak gerekiyor. Çünkü kültürler kendi aralarında aynı biçimde ve aynı düzeyde farklılaşmıyor. O halde yerlilik, yerelleşmeden, içe kapanmadan kendisine dayatılan Batılı paradigmanın baskınlığından temel kodlarını yeni durum ve şartlara göre okumak ve yorumlamaktan geçiyor. Burada bir relativizm ve değer aşınması söz konusu olabilir diye düşünülebilir, ama bizim tikel/yerli/milli değerlerimizi tümelleştirme/evrenselleştirmeden kastımız, birbirleriyle iyilik ve güzellikte yarışan düşünce modelleri ortaya koymak çabasıdır. Bu bağlamda burhan yöntemini kullanan Müslüman filozoflar, Ezeli Hikmet’ten kim ne getirirse ona şükran duyar, ama bu onun dediğini aynen kabul edeceği anlamına gelmez. Teolojik dilin cedel/diyalektik söylemine de teslim olmaz; hakikate dair paradigmaları ne ötekileştirir ne de kendisi ötekileşir.
Bu anlamda birbirileriyle yarışan “çoğulcu evrensellik paradigmaları”ndan bahsetmek mümkündür. Yeryüzünde birçok sanat sistemleri/stilleri, hukuk sistemleri, anayasa sistemleri ve Din formları vardır ve hepsi de “doğru” olma iddiasındadırlar. O halde Ezeli Hikmete dair her hakikat tasavvuru diğerine iletilemez bir nitelikte değildir. Yani gerçek ve evrensel anlamda ortak bir kod var vardır. Farabi buna hakikatin birliği der. Farklılıkların çoğulluğunu kucaklayan külli bir evrensel söz konudur ve bu farklılıklar birbirini oldukları gibi kabul etmişlerdir. Bu nedenle de tekrar eden/çoğulcu evrenselcilik anlayışı ile öteki insanların da bizim kadar bir ahlak üreticisi olduğu ve önemli katkılar yaptığı teslim edilir.
Bunu siyasal öğretiler bağlamında ele alacak olursak, Çin, Roma-Cermen ve Doğu Roma imparatorluğu kendi fikri/siyasi kodlarını evrenselleştirme çabalarıdır. Bugün de Avrupa Birliği önemli oranda Roma geleneğini yeniden üretmeye ve birliktelik oluşturmaya çalışmaktadır. Çin ayrı yeni kodlarıyla oluşturduğu paradigmasıyla dünyada etkisini hala sürdürüyor. Selçuklu geleneğini devralan Osmanlı’yı dünyada hüküm süren en uzun devletlerden biri olarak yerli/milli/dini değerlerini evrenselleştirme çabası olarak okunabilir. Bu nedenle olsa gerek Osmanlı tarihi bilinmeksizin ne İslam tarihi, ne de Kadim Dünya’nın (Avrasya, Kuzey Afrika ve Ortadoğu) tarihi bütüncül olarak anlaşılamaz, denilmektedir. Türkiye Cumhuriyeti bunun yeni ete kemiğe bürünmüş şeklidir. Tikel oluşum yeni bir isimle (tekil), tümel değerlerin ışığında kurulmuştur. Hatta satır arasında dünyada uzun süre hüküm süren devletlerin neler olduğuna dair bir çok kriter vardır, ama tek ailenin kurucu unsur olduğu en uzun ömürlü (624) devlet de denilebilir Osmanlı’ya. 1789-1799 yıllarında gerçekleşen Fransa merkezli dönüşümde kadim dünya sistemi monarşi ve/ya din merkezli yapılanmalardan ulus devlet ve cumhuriyete geçmeye başladığını düşünürsek Türkiye Cumhuriyeti’nin dönemin güncel kodlarıyla kurulduğunu görürüz.
Buradaki felsefi temellendirmemiz tikelde tümeli yakalamaktır. Platon’un ideleri, tümel gerçeklikleri ve bunların yeryüzündeki gölgeleri hakkında görüşlerinden hiç şüphe düşmeyen talebesi Aristoteles, tümden gelimsel çıkarımla açıklamanın yeterli olmadığını aynı zamanda tümevarımla da test etmenin gerekliliğini vurgulamıştır. İyi, güzel, adalet ve en yüce İyi yani Tanrı hakkında bilgilenmek, bu idelerin insanın doğasında/mahiyetinde bulunması, onların iyi bir rehber/hoca tarafından ortaya çıkaran/hatırlatan sorularla mümkün olacaktır. Bu anlamda kullanılan sokratik doğurtma yöntemiyle ortaya çıkarılan bilgi, erdemle eşittir. Yani bilen bir insan yanlış yapmaz, ideanın bilgisine sahip olamamıştır ve gölgesini gerçek olanla karıştırdığı için yanlış yaptığını düşünürler. Yahut da yanlış ve varsayımsal bilgi iddialarının farkına varılmadığı ve yanlış otoritelere inanıldığı içindir. Sokrates, Platon geleneğini sistematik bir felsefi sistem haline sokan ve buradaki açmazı aşmaya çalışan Aristoteles, bu tümellerin gerçekliklerinin her bireyde/tikel olarak gerçekleşme ihtimalini hem tümevarım hem de tümdengelimsel olarak test edilmesini önerir.
İlk soruda idealizm, realizm ve nominalizm kavramlarına ana hatlarıyla değindiğim üzere, biz Farabi’den hareketle Vacibu’l-vucud olan Tanrı’nın Rabb sıfatı gereği bizleri eğitip öğretmek ve sırat-ı müstakim üzere olmamız için gönderdiği temel ilkelerden hareketle bir mahiyet tasavvuru kurarız. Bunun dış dünyadaki hakikatin ne derecede mahiyet ile uzlaştığı ve nasıl bir hüviyete büründüğünü tikelde tümeli yakalayabilirsek tutarlı bir şekilde açıklamak mümkün olur. Nitekim Atayurt ve Anayurt irtibatını kurarken kadim medeniyetin medeniyet mihveri olan İpek Yolu üzerinde hepsi aynı mahiyete/cevhere sahip farklı isimler/hüviyetler taşıyan Türk devletleri bir hakikattir. Mahiyet ve cevher, Hanefi-Maturidi resmi söylemi ve Yesevi ile halk söylemiyle oluşturulur, onun arazları farklı devletler olarak zaman ve mekana göre değişmiştir.
Nitekim bunları söylediğim gün (10 Kasım.2016) her biri önemli bir Osmanlı bürokratı ve askeri olan Mustafa Kemal ve ekibinin Türkiye Cumhuriyeti ismiyle dönemin reel politiğine göre yeni bir devlet kurması bu bağlamda düşünülmelidir. Bu son yapının mahiyetinin farklı isimlendirilmeleri olan on altı Türk Devletinin Cumhurbaşkanlığı forsunda yer alması bu mahiyet/cevher ve hüviyet ilişkisinin somut kanıtıdır.
Felsefi dil ile söyleyecek olursak, biraz önce de vurguladığım üzere, bu yeni ulus devlet/tikel Türkiye Cumhuriyeti adıyla (tekil), tümel ilkelere göre kullanılmıştır. Tikelde tümeli yakalamaktan kasıt budur, ideal/tümel değerler dış dünyaya taşınmış (realizm) ve kavramsal temellendirmesi Ulus devlet konseptiyle kurulmuştur. Bu anlamda Doğan Özlem hocamızdan hareketle yeni kurulan Türkiye Devleti’nin “Cumhuriyet” şeklinde kurulması, tekilci/tarihselci bir bakış açısıyla Modern Batı’ya özgü bir olgu olarak görülebilir; ama aynı zamanda Türk tarihine bakıldığı zaman evrensel tutumun mevcut örneğidir. Cumhurbaşkanlığındaki forslar bu tekil/tarihsel siyasal yapılanmaların geçmişini gösterir. Kadim siyasi yapılanmanın Türkiye Cumhuriyeti (tekil) adıyla yeni bir durum/tikelliğe işaret etmesi Türk siyasi ve fikri düşüncesinin evrenselliğinin nihai örneğidir. Hüday-ı nabit bir oluşum olmadığını en azından Osmanlı devletinin Islahat, Tanzimat ve Meşrutiyet arayışlarının sonucu olduğu bir önceki tarihselliğimize işaret eder. Bu da gösteriyor ki, ister siyasi isterse fikri/dini konularda olsun, bir toplumu tarihsiz kılmak; yani geleneğinden koparmakmümkün değildir. Çünkü gelenek, bugünde yaşayan geçmiştir. O, bir toplumun geçmişiyle olan bağlarının sürekliliği olarak kendisini gösterir. Fakat toplumsal hayat, gelenek kadar yaşanan “an”ın istek, özlem ve taleplerine uygun “yeni”leri hep üretir. Biz bunu “tarihimize, geleneğimize müstağni kalmadan müstakil olmak” diye temellendiriyoruz.
Laik, demokratik, sosyal bir hukuk yapılanması kurumlarını kanunlarını Batıyı merkeze alarak yapan ve dünyadaki yeni konjektüre karşı konum alan bir sistemin monarşik yapının bütün kurumlarını ilga etmesine karşın Diyanet işleri Başkanlığını kurması tikelde tümeli yakalama çabasının sonucudur bana göre. Nitekim 3 Mart 1924 tarihinde Şer'iye ve Evkaf Vekâleti 'nin yerine Mustafa Kemal Atatürk'ün emriyle 429 sayılı kanunla Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlığı’na bağlı bir teşkilat olarak kurulmuştur. Yukarıda bahsettiğim temel kültürel kodlar üzerine kurulu tefsir ve meal çalışmaları başlamıştır.
Bu gayreti ben, kültürlerin birbirleriyle rekabet eden evrensellik tasarımları/modelleri olduğundan hareketle kültürler arası etkileşim ve bunun sonucundaki dönüşüm üzerinde durarak, toplumu oluşturan birey ve gruplara bir düşünce geleneği, ortak bir geçmiş ve ortak bir gelecek ülküsü sağlama çabası olarak görüyorum. Din, İbn Haldun’un ifadesiyle söyleyecek olursak, toplumsal aidiyetin yani asabiyetin oluşmasında dış şartların en önemlilerinden ve erk savaşlarına meşruiyet aracı olarak kullanılmaya en açık etkenlerden olduğuna göre, yeni sistem, batının fikri ve siyasi kurumlarını devşirirken, dini açıdan kendi rasyonalitesini, tarihsel birikimini koruma çabasıdır. Yahut en azından İslam’ın temel ilkelerini, insanlığın diğer birikimlerini de göz önünde bulundurarak yeni bir yorumunu, kendi tarihsel-toplumsal sürecinde yapma gayretidir. Şimdi Arap alemi ve Afganistan’a baktığımız zaman İslam toplumunun parçalı yapısı, İslam’ın temel ilkelerinin yerli şartların çeşitliliğine uyarlanması bu yapılanmanın önemini ortaya koymuştur. Bu öngörüye kabilevi ve selefi zihniyete karşı felsefi üslubun varoluşsal direnişi diyorum. Turkiye Cumhuriyetinin kurucu ilkelerini açıklayan bir günümüz “Türk Felsefesi”nin temellerini burada görmek mümkündür.
Velhasıl her ne kadar bu arayış Hegel’in diyalektik yöntemini hatırlatsa da, bu süreç sonunda Türkistan’dan getirdiğimiz İslam’ın temel ilkelerinin; yani yerliliğin ön belirleyici olan ana kaidelerinin yerel (Anadolu merkezli) yorumlarını evrenselleştirici yeni sentezlerine ulaşılacak bir “Türk Felsefesi” mümkündür. Bununla insanlığın birikimine özgün bir yorumla katkıda bulunabiliriz. Üstelik bu yorumun/sentezin nihai anlamda tekrar bir “tez” şekline bürünmesi, yeni yorumlar üretme mecburiyetini getirmesi, düşünme ameliyemizi eleştirel kılacak, hatalarımızı giderme ihtimalini gündemde tutacaktır.