Soru 4. Türk düşüncesini felsefenin diliyle anlatmak” için ya da daha müşahhas bir ifadeyle “Türk Felsefesi’ni hayata geçirmek” için hakim kılınacak bir metodoloji olabilir mi? Bu metodolojiden bir “ideoloji” oluşturulabilir mi?
Birçok alanda yeni krizlerle karşı karşıya olan insanımızı mutlu ve müreffeh kılacak, huzura kavuşturabilecek yeni bir bilgi, bilim ve medeniyet tasavvuru üzerine düşünmek gerekiyor. Bununyerli/milli/dini değerlerimizin mukayeseli ve eleştirel bir şekilde okunması ve evrenselleştirilmesiyle, yani bir “Türk Felsefesi” ile mümkün olacağını düşünüyorum. Bunun nasıl olacağına ve kullanacağımız yönteme dair temellendirmelerim şöyle:
Hiçbir düşünce sistemi bir diğerinden etkilenmeksizin ortaya konulamayacağına göre, biz Ezel-i Hikmet (ed-Din) farklı zaman ve mekânlarda farklı dillerde üretilmiş uygulama tarzlarını, yol ve yöntemlerini (eş-Şeria) eleştirel ve mukayeseli bir tarzda inceleyerek kendi tarihselliğimize uygun bir “mille(t) oluşturma sürecimizi iyi bilmemiz gerekiyor.
Daha önce de dediğim üzere bunun felsefi dilini Ebu Nasr el-Farabi’nin yol ve yöntemini güncelleyerek yapmaya çalışıyoruz. Nasıl ki Whitehead, Batı Felsefesi, Platon’a düşülen dipnotlardır, diyorsa, biz de Muallim-i Sani Farabi diyoruz. Çünkü Sokrates, Platon ve Aristoteles ile sistematize hale gelen Batı düşüncesini, bunun İskenderiye hattı üzerinden şekillenen Musevi ve İsevi geleneğin imbiğinden süzülen formlarını Hz. Muhammed’e (sav) gönderilen yeni form, yol ve yöntemin ilkeleri bağlamında inceleyen ve yeni bir sistem kuran Farabi’dir. Bu nedenle onu ve yöntemini hareket noktası alıyoruz.
Onun yöntem bilimine geçmeden önce, üzerinde en çok tartışmalar yapılan ve kavramsal kargaşanın gittikçe arttığı ed-Din, eş-şeria ve el-Mille hakkında kısaca hatırlatma yapayım. Bunu da Osmanlı’nın son müfessir, muhaddis ve felsefeci alimlerinden olan Elmalı Merhum Hamdi Yazır merkezli yapıyorum. Yani daima ayağımın biri Anadolu’da, diğeri de Mevlana’nın dediği gibi dünya da, yani insanlığın fikri birikiminde olmasına dikkat ediyorum. Ed-Din, akıl sahiplerine, dünyada refah/mutluluk, ahirette felah, yani En Yüce İyi’nin bilgisine, Rızayı Bari’ye ulaşmak anlamında saadetu’l-kusva’ya ulaştıracak ilkelerdir. Bu anlamda vahiy akıl doğrusudur, yani Müslümanlar çelişiğini düşünmenin imkânsız olduğunu düşünürler. Bunun için Meşşai gelenek Tanrı’ya Vacibu’l-Cucud der. Diğer bir ifadeyle, zorunlu varlık; yani var olanın var olması için bir nedene ihtiyaç duymaması halidir. Bir de mümkünü’l-vucud vardır, yani var olanın varolması için bir nedeni olandır. Bu neden/illet kalkarsa o da olmayabilir.
Vahiy ile gönderilen temel ilkeler, belit, aksiyom, postula veya müsellemat dediğimiz bu ilkeleri Peygamberler farklı zaman ve mekânlarda farklı dillerde bu ilkeleri hayata geçirirler. Bundan olsa gerek, Farabi, özellikle de İbn Sina nübüvveti bir siyaset felsefesi olarak inceler. Peygamberler liderlik özelliğine sahip, seçkin ve birinci sınıf insanlar olarak teorik ve pratik güçleri olan, tahayyül etme yetileri olan insanlardır. Tanrı’dan vahyi alır ve onu uygulamaya koyar, bu anlamda teknik terimle hem Şari/hüküm koyucu; hem de fakih, hüküm çıkaran ve uygulayandır.
Meşşai filozofların peygamberin hem din hükümleri vazedici hem de bunları uygulayan Reisü’l-evvel olarak görmesi ve buradan bir siyaset felsefesi geliştirmeleri önemlidir. Peygamberlerin yönetimi erdemlidir (medinetü’l-fazıla). Bu yönetimin zıtları ise cahili, fasık ve bozulmuş diye nitelendirilir. İşte bu aşamalarda yeni bir peygamber (nebi/rasül) gönderilir ve ed-Din’i yeni bir form, yeni bir yöntemle ortaya koyar.
Bu anlamda şeraitler olgusal doğrudur ve birbirleriyle çelişiklikler arz eder. Nihai yol ve yöntem hz. Muhammed (sav) ait olup, içlem kapsam münasebetiyle değerlendirilir. Bir daha yeni form gönderilmeyeceği için alimler (fakih, kelamcı ve felsefeciler) kendi yol ve yöntemlerini (mezhep, meşrep, tarikat) ortaya koymaya çalışırlar. Aslında bütün insanlar aynı fıtrat (İslam) üzerine doğar ama çevresi sosyo-politik konumu onu farklı yol ve yöntemlere yönlendirebilir.
Bunun ilk aşamasını fıtrat ikincisini ise kesb diye nitelendiririz. Temele insan hakları olarak bireysel hak ve özgürleri işte bu fıtrat/doğal hukuk üzerine inşa ediyorum. Bu ayrı bir konu, kesb yani içinde bulunulan bireysel, toplumsal şartlar kişiyi fıtratın tersine heva ve hevesine yönlendirebilir. Fıtrat yani dindeki değişimler olunca, bunu asli haline döndürmek için yeni bir uygulayıcı ve yeni bir form gönderilir. Bu form/şeriat kişiyi asli yapıya yani dine götürür. El-Mille ise hareket noktamızı sağlayan Farabi’ye göre, girilen yol ve yönteme işaret eder, ama bu teorik ilkelerin pratiğe aktarıldığı yerdir. Hak ve hakikate dair bilgilerin uygulamaya konulmasıdır. Yani hakkın ve hayrın bilgisidir.
Bu anlamda el-mille(t) bir toplumda devlet başkanının yani er-Reisü’l-evvel’in o toplumun belirli gayeleri gerçekleştirmesi için belli şartlar çerçevesinde tasarladığı görüşler ve yaptığı icraatları içerir. Mille(t) bu bağlamda bazen bir boy/aşiret, bazen bir şehir/Medine/site devletine, bazen de büyük bir ümmete/devlete tekabül edebilir.
Burada önemli olan etrafında toplanılacak ilkelere dikkat çekilmesidir. İbrahim milleti denildiği zaman önceki şeraitlerin takipçilerini içeren bir terim olduğu gözden kaçmamalıdır. İslam milleti denildiğinde Hz. Muhammed takipçilerinin oluşturduğu tasavvurdur. Yani el-mille, eş-Şeria ve ed-Din kavramları aynı hakikati gösteren terimlerdir. Din, itikad Allah’a aittir; şeriat bunun uygulama, amel boyutunu, mille(t) ise toplum boyutunu gösterir. Burada uygulama farklılıklarını olgusal doğru bağlamında ele aldığımızda mezhep, meşrep ve tarikatlar devreye girer. Bu çerçevede Din Allah’a aittir; mille(t), peygamberlere ve onun varisçileri olan bilgelere, yani filozoflara hastır. Mezhep, müçtehit âlimlerce ortaya konulur. Bu hususu önemseyen ve nübüvveti bir siyaset felseesi olara düşünen Müslüman filozoflar, medeni ilmin alt disiplini olarak kelam, fıkıh ve ahlak’ı görürler. Nitekim elamcı ve fakihler, yerel/tikel pratik meseleleri çözüme ulaştırmak için din koyucunun ilkelerinden hareketle içtihatlarda bulunur. Filozof ise ilkeleri bütün insanlarca meşhur olan öncüllerden ve tecrübeyle elde ettiği öncüllerden hareketle çözüm önerileri sunar, bu anlamda fakih ve kelamcı bir dine göre seçkin kimseler; filozoflar ise hepsine nispetle seçkin olan kişilerdir.
İşte bu noktada, bizim Türk-İslam Felsefesi veya daha net bir ifadeyle Türk Felsefesi’nin imkânından bahsederken kurucu temel ilkelerimizin özel ve genel anlamda İslam tasavvurundan hareketle kurulduğunun gerekçesi bir kez daha ortaya çıkıyor. Bu nedenle mille(t) ile ulusçuluk, milliyetçilik ile ulusalcılık kavramları aynı mahiyeti ifade etmez. Çünkü ulusçuluk ve ulusalcılık, 1789-1799 Fransız ihtilaliyla dünya gündemine gelmiş, kilisenin tahakkümü ve evrensellik iddiasıyla ortaya çıkmasına karşı, laiklik ve ulusçuluk benimsenmiştir. Monarşi yerine de Cumhuriyet tasavvuru artık yeni siyaset modeli olarak ortaya çıkmıştır. Daha önceki sorularda bahsettim, Osmanlı bürokratı yeni dünya sistemine uyum sağlamak için birçok düzenlemeler/Tanzimat yapmış, ıslahat projeleri hayata geçirmiştir. En sonunda Türkçülük tasavvurunu merkeze çekerek Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuştur. Gerek kuruluş, gerekse ilk meclise bakıldığı zaman el-mille kavramı merkezli hareket edilmiş, aidiyetin sebep bağı din olarak belirlenmiştir. Nitekim nesep bağı ile bu ülkeye bağlı olan gayr-i Müslim Türkler, mübadele edilmişlerdir.
İşte tam bu noktada “Türk Felsefesi”nin metodolojisini Farabi’den hareketle temellendirmemin gerekçesi bana göre bir kez daha netleşiyor. Atayurt/Türkistan ve Anayurt/Türkiye kültürel sürekliliğini ed-Din, eş-Şeria ve el-Mille(t) bağlamında sağlayan âlimlerimizi ve yöntemlerini ortaya koyduğu eserleri yeni okumalara tabii tutarak bir “Türk Felsefesi”nden söz edebiliriz. Arap-Fars iktidar kavgaları ve bunların teolojik temellendirmeleri dışında gelişen Hanefi fıkhı ve Maturidi itikadıyla oluşan (resmi) İslam tasavvuru; Pir-i Türkistan Yesevi tarafından “Halk/folk İslam” şeklindeki gönüllere yerleşmiştir. Bu üç alim ve Farabi’nin kullandıkları yöntemlerin bizim metodolojimizi açıkladığını düşünüyorum.
Nitekim bu bağlamda insanlara aklının yettiğince konuş diyen peygamberimizle, “ne kadar bilirsen bil, söylediklerin karşındakinin anlayabildiği kadardır” diyen Mevlana’nın dediği gibi aynı hakikati muhataba göre anlatacak yöntemler geliştirilmiştir. Farabi ve İlimlerin Sayımı adlı eserini hareket noktası almamızın gerekçesi burada ortaya çıkıyor. Farabi, dil, düşünce mantık irtibatını kurduktan sonra beş sanat üzerinde duruyor. Burhan, felsefenin yöntemi, cedel/diyalektik kelam/teolojinin yöntemi, hitabet/belagat ve şiir ise tasavvufun yöntemi olarak Hakikat’in sunumlarında kullanılıyor. Beş sanatın biri olan sofistasi sözler yani mugalâta da dün dündür, bugün diyen günü birlik geçinenlerin yöntemi olmuş ve maalesef hala etkinliğini yaygın olarak korumaktadır.
Bize göre Ahmed Yesevi ve Yusuf Has Hacip’in yüzyıllardır Türkistan ve Türkiye’de etkin olması, burhan ve cedel ile üretilen resmi İslam yorumlarının halka ulaştırırken sade ve anlaşılır sözlerle açıklanmasında yatar. Tabii bir de sözün yanı sıra hal yani pratiğe dökülmüş bir hayat tarzı da vardır. İnsanları etkileyen de budur. Siz dünyada refah/mutluluk, ahirette felah, ezeli ve ebedi mutluluk hakkında birçok açıklamalar yaparsınız ama Yunus Emre “cennet dedikleri… “diye başlayan ifadeleriyle bizim bütün teknik açıklamalarımızı bir beyitte anlatır herkese.
Konuyu dağıtmayım, velhasıl Türk Felsefesi’nin tercih ettiği yöntemin burhan olması gerekir. Çünkü kurucu felsefe bağlamında İslam ve Türk kavramlarını da özdeş gördüğüm için, ed-Din ile ilgili hususlarda cedeli/diyalektik yöntem, bir bakış açısının/modelin/mezhebin/partinin karşıtını her ne pahasına olursa olsun, yok etmek anlamında kullanılır hale geldi. Oysa son uygulama tarzının (yöntem/minhac) önceki ve tahrif olduğu düşünülen şeraitlerin teolojik yapısına yönelik eleştireler ve kendi modelinin tutarlılığı üzerine olması gerekiyordu. Maalesef bizde, 73 fırka söylemiyle, Müslümanların çoğunluğunun cehennemde olduğu, sadece herkesin kendi mezhebini, fırkasını, meşrebini kurtuluşa eren kesim olarak nitelemesine neden olmuştur. Şu anda Şii-Selefi çatışması da bu cedeli yöntem ile bir diğerinin tekfiri, ötekileştirilmesi üzerine kurulduğu da malumunuz.
Tarihte de böyle olmuştu. Cebri öğreti diye nitelendirilen bakış açısın merkeze alan Emevi sultasına karşı mücadele eden Abbasiler, insan hürriyetini önceleyen eEhl-i Tevhid ve’s-Sıfat olarak görülen ama sonradan Mutezili diye nitelendirilen öğretiden yararlandılar. İnsanın özgürlüğünü öncelikli olarak vurgulayan bir öğretinin niçin itizal edilenler, yani dışlananlar olarak nitelendiğini hatırlamak gerekir. Bunlar iktidara gelince, resmi söylem olunca, insanlar bireysel hak ve özgürlüklerin yanı sıra dini konularda da rahatlama yaşacaklarını düşünürlerken, tam tersi oldu ve ünlü Mihne (sıkıntı/eziyet) olayları gerçekleşti. Halku’l-Kur’an (Kuranın yaratılıp yaratılmadığı) gibi metafizik bir meseleden dolayı, önde gelen âlimler büyük işkencelere maruz kaldı.
Bu her ne pahasına olursa olsun, karşıt ve muhalif düşünceyi yok etmeyi hedefleyen diyalektik yöntemin sonucudur. Oysa İslam felsefesi kurucu âlimi Farabi “Hakikat”i burhan yöntemini merkeze alarak farklı perspektiflerden anlamaya çalışan modelleri bir “düşünce pazarı” kurarak sergilemeye çalışır. Hakikat adına bize kim, ne getirirse getirsin ona şükran duyulur; fakat bu şükran, sunulanı aynı şekilde kabul edilmesini gerektirmez, eleştirel bir şekilde içinde bulunulan şartlar bağlamında yeniden yorumlanma ve yeniden sunum söz konusudur.
Zaten Tarih felsefesi açısından geçmişin aynen tekrarı mümkün olamaz, o halde yapılacak olan geçmişin bilgisini/sistemini yeniden yorumlayarak “kendi lisanımızın ve zamanımızın normlarına göre” özgün ve kapsayıcı bir anlayış ortaya koymaya çalışmaktır. Çünkü evrende yenilik taşımayan hiçbir tekrar yoktur, önemli olan tekrar eden/genel/benzer olan ile kendine ait ve özel olan arasındaki karşıtlığın temelde aynı sorunun iki boyutu olduğunu görmektir. Biz, genel ve tekrar eden hususu, özel ve kendine aitlik boyutları içerisine sokamadığımız sürece deneyimlerimiz üzerine anlamlı ve geçerli bir yoruma ulaşmamız mümkün olamaz.
Bu konuda beş sanatı ayrıntılı olarak inceleyen Mantık ilmi bize gerekli verileri sağlar. Birbirlerine zıt düşünceleri incelemek ve bunlar hakkında tartışan kişi arasında her birinin kendi düşüncelerini doğru, karşısındakini yanlış çıkarmak için getirilen söz ve delililer hakkında hüküm vermek Mantık ile mümkün olur. Ayrıca karşımızdakinde tashih etmek istediğimiz bir fikir, ancak kendimizdeki fikirleri düzelten yolları bilmemizle mümkün olur. Kendi düşüncemizde bir şüpheye düştüğümüz zaman, hemen onu yine biz sınarız, o yanlışı anlar ve tashih ederiz.
Eğer bu hususlara dikkat edebilirsek bir “Türk Felsefesi”nin metodolojisinin üç sacayağı ortaya çıkmış olur. Burada öncelikli olarak felsefe ve burhan yöntemi vardır. Çünkü burhan, kesin sonuçlar hasıl eden bir çıkarım şeklidir. Herhangi bir olay/vakıa ve sebebinden elde edilen ispat üzerinde durur, burada önemli olan kesin öncüllerin tespitidir. Dolayısıyla burhanda ispattan önce belirli ilkelerin tespiti öncelenir. Tanım, postula/aksiyom veya hipotez denilen bu öncüller herhangi bir ilimde önceden kabul edilmiş hususları belirttiği gibi o ilimde önceden kabul edilmiş meseleleri de gösterir. Aritmetiğe nispetle sayı, fiziğe nispetle kütle, metafiziğe nispetle Varlık gibi zati sıfata dairdir. Öncüller ispatın dayandığı önermelerdir, problemler ise ispatın çözüme yöneldiği özel meseleler veya şüphelerdir. Bu noktada hem kesin öncüller hem de hipotezden nasıl bahsedilebilir diye sorulacak olursa, kendileri apaçık olmamaları sebebiyle ya da doğruluklarının ispat edilmiş başka bir disiplinden alınmış olan veyahut ispat aşamasında kendileri apaçıklık özelliği kazanan önermelerdir deriz. Aksiyom zaten bir hüküm ya olumludur ya da olumsuzdur önermesinde olduğu gibi apaçıktır. Velhasıl Farabi ve İbn Sina’dan hareketle söyleyecek olursak, burhan bizim metodolojimizin öncelikli yöntemini oluşturur.
Bununla birlikte kelam ve fıkıh, cedel/diyalektik düşünme ile kendi öğretimizin soru ve sorunlarını temel öncüllerden hareketle çözmeye, iç tutarlılığını sağlamaya yönelir. Bu Müslümanlar için çatışma ve ayrışmaya sebep olmaktan özenle kaçınır ve diğer yani önceki şeraitlere, yol ve yöntemlerin tahrif edilen hususların tashihine ve ıslahına yönelik bir üst bakış oluşturmayı hedefler. Tasavvuf ise Türk Felsefesinin üçüncü sacayağını oluşturur, aynı Hakikat’i hitabet ve belagat yöntemiyle, şiirin aktif kullanımıyla halka ulaştırır. Ahmed Yesevi ve Yusuf Has Hacip’in Hanefi fıkhı ve Maturidi akaidini herhangi bir aşırı yoruma veya şatahat türü cezbe halinde söylenilen ifadelere kaçmadan basit, sade bir sunumla gerçekleştirmeleri çok önemlidir. Fuad Köprülü üstadımızın ve M.Fatih Şeker hocamın ifadesiyle söyleyecek olursam, felsefe aklı, din de hissi tatmin eder. Felsefe ile yoğrulan tasavvuf, akıl ile hissi birleştirir, zihne ve ruha nüfuz eder, hikmet halini alır. Bu anlamda felsefe, bir “Türk Mistizmi”dir. Çünkü İslam bir din olduğu kadar bir felsefe, bir felsefe olduğu kadar da bir metafiziktir. Filozoflar, dinden bir felsefe oluşturur ve onu da metafiziğe dönüştürür. Bu süreç, bize göre Farabi ile başlamış, İbn Sina ile hikmetu’l-meşrikiyye yani bir doğu felsefesine dönüşmüştür. İbn Sina’nın “Hakkın ve hayrın bilgisi” diye tarif ettiği felsefe, Vacibu’l-Vucud olan Tanrı ile mümkünü’l-vucud yani evrenin irtibatını açıklarken temel kavramlar aşk, aşık ve maşuktur.
En önemli sıfatı basit, yani öznesi,nesnesi olmayan, parçalara ayrılmayan Rabbimiz en yetkin varlığını bize gönderir, bilkuvve ona aşıkız, diğer varlıklar ise bilfiil aşıktır. İnsan yeryüzündeki ihtiyari olan aşkını kesbe dererek, Onun bilincine ulaşabilir. Teorik ve pratik hikmete sahip olmanın temel kavramlarını analiz eden Farabi ve İbn Sina ile birlikte İşrakilik diye özgün bir felsefi akımın doğuşunun zemini hazırlanmıştır. Felsefi tasavvuf Suhreverdi ile; felsefi kelamın ise Nasuriddin Tusi ve Fahruddin Razi ile teşekkül etmesine dikkat etmeliyiz. Diğer bir ifadeyle, felsefe, kelam ve tasavvuf, kullandıkları yöntem farklılıklarıyla aynı Hakikati anlatan eş değer disiplinlerdir. Bir Türk Felsefesinin teşekkülü bu üç disiplinin bakış açılarının yeniden güncellenmesiyle ve yeni teoriler ortaya konulmasıyla olacaktır.
Buradan bir ideoloji oluşturabilir mi sorusuna sanıyorum ilk soruda cevap vermiştim, ben bu terimlerin sıkıntılı olduğunu düşünüyorum. Onun için Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak bağlamında Atayurdumuz Türkistan’dan getirdiğimiz ve Türkiye’de bulduğumuz fikri birikimi, burhan, cedel, hitabet/belagat ve şiir bağlamında yeni bir formda oluşturabiliriz. İşte bunu yapmak demek, Varlık, bilgi ve değer bağlamında tutarlı bir sistem haline dönüştürmek demektir.