Küresel salgın araya girmeseydi epeyden beri görmeyi arzu ettiğim Lübnan’a daha önce gidecektik Meryem’le birlikte. Tarihçi arkadaşlarımız Fatih Erkoçoğlu ve Mehmet Azimli’nin ağırlığı akademisyenlerden oluşan bir grupla en sonunda ziyaretimizi gerçekleştirdik. 29 Ekim Cumhuriyet bayramımızı da orada kutladık ve bir kez daha Türkiye Cumhuriyetinin kurucu felsefesinin önemini alanda kavradım diyebilirim. 28 Ekim sabahı otele ulaştık, bir kısmımız dinlenmeye çekilirken bazı dostlar Beyrut’un simgesi olan Güvercin kayalıklarına inmişler. Otele yüz metre yakınlıkta, meşhur bir sahil yolu, kafelerle dolu, yani buraya gelip de iki devasa nöbetçi gibi Beyrut’u bekleyen adı ise oldukça nazenin olan mekân burası. Duvarlarında umut yazan çizimlerin yanı sıra iç savaşın acılarını yansıtan çizimler de var, gösterilerin olduğu meydana girişi engellemek için tellerle çevrilmiş, velhasıl aşağıdaki fotoğrafta bunun özetini görebilirsiniz. Geziyorum notlarıma bir giriş olsun bu.

Suriye, Irak ve Lübnan, Osmanlı döneminde biladüşşam diye bilinen yerler ve durumları malum. Yakınlarda gerçekleşen Beyrut limanı patlaması, küresel salgın, ekonomi politik çatışmalardan dolayı gelen giden yokmuş, turizm gelirleri de düşmüş. Aslında turist deyip geçmeyin lütfen; yanılsamaya yani hazır paket programlarla bölgenin tarihsel ve kültürel kodlarını alelacele tüketmemeye dikkat ederek bana göre “modern seyyah”dır. Kendi çapımda İbn Battuta’yı örnek alıyorum kısmen, gittiğim gördüğüm yerlerin kültürel arka planı ve bu topraklar bir zamanlar yaşayanlara ne demiş, şimdi ne diyor sorularının cevaplarını arıyorum. Bir nevi jeo felsefe deneyimimi artırarak hakiki olandan sahte yolculuğa doğru ilerleyen bir değerler basamağında kaybolup gitmek yerine “olası en iyi” konumda olmaya çabalıyorum. Planlanan yerleri gezerken veya vakit bulduğumda alıp başımı ara sokaklara gitmemin nedeni de tikel-tümel ilişkisini kurma çalışması kendimce; gezi-yorumlarım da bunun üzerine kurulu zaten.

Her geziye bir roman

Her mekâna da bir kitap/roman götürüyorum, yollarda ve uçak beklerken okuyayım diye. Daha önce Vâkıflar Genel Müdürlüğünde arşiv uzmanı olarak çalışırken kıymetli bir edebiyatçı yoldaşımın önerdiği Oğuz Atay’ın “Tutanamayanlar”ı, yeniden okumak için yanıma almıştım. İngiltere Liverpool’a kurs için giderken Charlotte Bronte’nin Jane Eyre’sini yeniden okumuştum. Yeniden diyorum çünkü bunlar bana göre artık klasikleşmiş eserler, hafıza-i insan nisyan ile maluldür deyip tekrar ünsiyet kurmayı deniyorum.

Jane Eyre’nin yeri ayrı, çünkü sevgiyi anlatırken toplumsal yapıyı, erkek egemen toplumda kadının direnişini ve dini yapının baskısını anlatıyor malumunuz. Bu aslında senin hikâyen ağaam diyorum, İslam dünyasında kadın ve erkek eşitsizliğinin gittikçe arttığı, Irak ve Suriye’ye şimdi Afganistan denilen benim Güney Türkistan demeyi tercih ettiğim bölgelerde çatışmalardaki kadının konumunu ve Jane Eyre gibi bir direnişin imkânını olur mu ki diyorum.

Sanmam, kadın ve erkek eşitliği ve laiklik üzerine kurulu Türkiye cumhuriyetinde bile Arap ve diğer İslam dünyasında baskın durumu özleyenler var. O kadar ki, Afganistan’a gidip oradaki hukuki yapıya katkı sağlamanın gerekli olduğunu düşünen akademisyenler bile var, oralarda özellikle Arap ülkelerinde kendilerinin gerçekten ciddiye alınacağını mı düşünüyorlar bilemiyorum. Felsefe kelam ve tasavvuf disiplinlerinin eş güdümlü okunması üzerine kurulu bir ilahiyat geleneğinin yüzyıllardır bu topraklarda devam etmesinden rahatsızlar ve felsefesiz bir ilahiyat düşünüyorlar. Ne alaka şimdi, gezi notu değil mi bu, diyorsanız evet gezi notu, bir zamanlar İbrahimi geleneklerin bir arada barışçıl bir şekilde yaşadığı ve bu tabiri tutarlı bulmuyorum ama genel kabul gördüğü için diyorum Ortadoğu’nun Paris’i olan Beyrut, üzerine şarkılar yazılmış olan Beyrut ve Lübnan, tam bir kaosun içinde.

Günde iki saat verilen elektrik sıkıntısını insanlar jeneratör ile çözmeye alışmışlar, ama o pırıl pırıl şehrin hava kararınca marketler ve kafeler hariç genelde karanlığa gömülmesi içimizi burkuyor. Bilmem kaç bin motorluk bu lüks araçların yakıtını da düşünülürse bu nasıl oluyor diye sorunca, Hizbullah, İran’dan aldığı yakıtı Suriye üzerinden ülkeye taşımış, bir kısmını dağıtmış bir kısmını satıyormuş. Bu ülkenin Suriye ile olan ilişkilerini nispeten yumuşatmış. Ama bunca gerilime rağmen ilk gün öğle sonunda çocuklarını okullarından alan ve oldukça güzel olan arabaları süren hanımları görünce, Jane Eyre’yi niçin hatırladığımı söylemiş oldum. Ne alaka, daldan dala atlıyorsun, okumayı bırakacağım şimdi mi dediniz, biraz sabır lütfen!

Buraya iki kitap götürdüm, Edward Said’in Oryantalizm ve George Orwell’in Burma Günlükleri. Said’in Filistinli bir alim olarak meşhur kitabını zaten biliyorsunuz, Cemil Meriç’in sömürgeciliğin yeni keşif kolu olarak niteliği oryantalizm hakkında okumalar yaparken, oksidentalizm denilen okumalarının tutarlılığını da konuşmak gerek. Diğeri 1993 yılında ilk Suriye ve Ürdün yolculuğuna çıkarken, Akabe üzerinden Mısır’a geçerken, Umre ziyaretini yaparken Orwell’in 1984 romanındaki ki “Büyük Birader Seni Gözetliyor” derdim hep. Hepsi bir muhabarat (istihbarat) devleti çünkü. Bu sefer Orwellin sömürge polisi olarak yaşadıklarını, bölgede İngiltere ile işbirliği yapan yerlileri, baskı ve sömürü düzenine karşı çıkanları, aşk nefrete e tutku bağlamında anlatıyor ya işte o romanı. Burada da durum aynı, ülke yanıyor, ama birileri saçını tarıyor ve hala ülkenin gelirlerini alabildiğine sömürmeye devam ediyor/muş. Pek okumada başarılı olamadım, gezi notlarında göreceksiniz zaten, dolu dolu ve sürekli hareket halinde, aralarda da uyuklayarak dinlenmeyi tercih ettim. Uyuklayan uyanık’ın notları bunlar; J

Yahu anladık, yeter gezi notuna geç artık demeyin, bu giriş Halil Cibran’ın hatırınaydı, çünkü ilk gün Refik Hariri meydanına gittik, ardından Cibran’nın doğduğu Beşarri kasabasına ve onun adına müze olarak kullanılan Mar Sarkis Manastırını ziyaret ettik. Refik Hariri’nin sürekli Kur’an okunan kabri başında dua ettik, hemen yanında suiskatta ölen diğer 21 yoldaşının kabirleri var, kendi yaptırdığı ve mimarisi çok aşina olan ( Selçuklu Osmanlı esintileri taşıyor) büyük bir caminin avlusunda yatıyor.

Refik Hariri Suikastı ve Umudun Tükenişi: Teo-Politik Çatışmaların Yeniden Alevlenmesi

Refik Hariri, 14 Ocak 2015 günü yapılan suikast Türkiye’de Lübnan’ın Özal’ı manşetiyle verilmesi, (Sabah gazetesi) aslında ana hatlarıyla anlatıyor öldürülen başkanının konumunu. Geriye bıraktığı servete bakılınca, fakir bir ailenin çocuğu olarak Suudi Arabistan’a çalışmaya gidip, Kral Fehd’in kız kardeşiyle evlenmesinin ardından inşaat devi Saudi Oger kurması, bankacılık ve medya sektöründe ilerlemesi doğal bir süreç sonucu mu bilemedim. Ülkesinin 15 yıl süren iç çatışmadan sonra toplumsal barışı sağlayacağını özellikle Beyrut’un yeniden inşasını önceleyen ve önemli reformları başlatması, onu sevilen ve önemsenin birisi yapmış.

Bunun doğal olmadığını iddia edenlerin yanı sıra, ülkenin sevilen bir şahsının ve alternatif Cumhurbaşkanının ortadan kaldırıldığını söyleyenler de var. Ama şurası önemli, ülkenin belli bir kesimi Şii, belirli bir kesimi Sünni, önemli bir bölgede Hristiyan Katolik (Maruni) ve Hristiyan Ermeniler ile Dürziler olarak dörde ayrılmış. Dürzi, Hristiyan ve Şiilerin bir arada yaşadığı nispeten küçük bir bölgenin yanı sıra Dürzi ve Hristiyanların bir arada yaşadığı küçük bir yer de olduğunu söylersek, teolojik yapıların coğrafi dağılımı ve demografik yapı da ortaya çıkar.

Hristiyan Ermeniler de önemli sayıda, bir akşam yemeği çıkışında Meryem’in zahter aldığı hanım bizimle kırık bir Türkçe ile konuştu nitekim. Türkçe oldukça popüler, bu hanım ailesinin evde Türkçe konuştuğunu söyledi, ama özellikle Trablusşam ve Sur şehrinde karşılaştığımız arkadaşlar çocuklarının internet ve dizilerden Türkçe öğrendiklerini söyledi. Bu iki şehrin biri Sünni diğeri de Şii ağırlıklıymış. Şii Hizbullah’ın Beyrut’u, havalimanı ve deniz limanlarını kontrol altında tutması aslında onu paralel bir devlet konumuna çoktan getirmiş bile.

Bu demografik harita zihninizin bir kenarında dursun ve Suudi Arabistan’ın İran ve Hizbullah’ın bölgedeki etkisi, İsrailin bundan rahatsızlığı Refik Hariri’nin ölümünde eş değer etkiler midir diye tekrar soralım. Bunu bilemem, ama oğlu Saad Hariri’nin Kasım 2017 tarihinde Suudi Arabistan’da başbakanlık görevinden istifa etmesi ve bir süre oradan ayrılamaması ya da dönemin Lübnan Cumhurbaşkanı Mişel Avn’ın ifadesiyle rehin tutulmasının gerekçesinde Suudların yeğenleri olmasının etkisi var mıdır? Yukarıda serveti edinirken Suud ailesinden olmasının tetikleyici olduğu malum, buna bir de Suudi Arabistan vatandaşı olması nedeniyle doğal hak olarak gördüler mi acaba? Nitekim Lübnan Cumhurbaşkanı bu olayı rehin alma olarak görüp, oğul Hariri’nin yüz yüze görüşmeden istifasının kabul edilmeyeceğini söyledi. Başbakan Saad Hariri ancak 17 gün sonra ülkesine dönebilmişti. Acaba bu durumun nedeni, babasının sağlamaya çalıştığı toplumsal barış için hükümetinde Hizbullah’ın da yer alıp almaması meselesi miydi? Bunu da bilemem ama Refik Hariri 15 yıl (1975-1990) süren iç çatışmaları önemli oranda giderme yönündeki çalışmaları suikastla bitti, bir daha toparlanamadı ülke. İşte tek bildiğim bu J

11 Aralık 2020 tarihinde yani olaydan Birleşmiş Milletlere bağlı Uluslararası Lübnan Özel Mahkemesi 15 yıl sonra 5 kez ömür boyu hapis cezasına çarptırılan Hizbullah örgütü üyesi Ayyaş'ın ise nerede olduğu bilinmiyor olsa gerek ki, Saad Hariri, bu şahsın teslim edilmesi çağrısında bulundu. İran’ın Lübnan’daki paralel devleti gibi hareket eden Hizbullah ise bu kararın doğru olmadığını söylüyor. Beyrut patlamasında kullanılandan çok daha fazlasının Refik Hariri suikastında kullanıldığı söylendiğine göre o olayın Lübnan için bir dönüm noktası olduğu kesin. Oğul Hariri'nin "İran'ın gidip de korku ve yıkım bırakmadığı bir yer yok. Hizbullah direniş savaşçısı olduğunu iddia ediyor ama silahlarını Suriyeliler ve Yemenlilere doğrultuyor. Bize uzanan habis eller kesilecek" sözleri de bu bağlamda okunabilir.

Birkaç gün önce Lübnan Enformasyon Bakanı Hristiyan George Kardahi’nin Yemen savaşını absürt olarak niteleyip halkın mazlum ve mağdur olduğunu söyleyip körfez ülkelerini suçlayan açıklamalarını Şii Husileri desteklemek olarak gören Suudi Arabistan, Bahreyn, Kuveyt ve Birleşik Arap Emirlikleri'nin (BAE) ardından Yemen de Lübnan Büyükelçisini çekmesini bu bağlamda düşünün lütfen. Ya da ülkenin Dürzi lideri Velid Canbolat da aynı şeyi söylemişti, aynı ifadeyi başkaları da söylemişti, sorun o zaman başka bir yerde aranmalı diyenler de var. Nitekim Yemen’deki Husilerin Suud sınırlarında yaptıkları savaşları durdurmak için Riyad’ın Tahran’dan yardım istendiği, ama onların bu işe karışamayacaklarını, Hizbullah’a bir elçi göndermelerini tavsiye etmelerine bakınca teo-politik savaşın nasıl bir boyut aldığını da görebiliriz. Arap Baharı’nın patladığı zaman Yemen Sanaa Üniversitesinde görevliydim. Oradaki Şiilerin Zeydi olduğunu, Caferi fıkhına karşı mesafeli durduğunu, sadece Husi grubun Hizbullah ve İran tarafından desteklendiğini, savaşın Şii-Selefi teolojik temellendirmeyle sağlanılmaya çalışılmasının tutarsız olduğunu o zaman da belirtmiştim. Yemen cumhurbaşkanı Ali Abdullah Salih’in bombalı saldırıya uğramışından bir gün önce oradan ayrılmış ve bölgenin gittikçe artan bir iç savaşa sürüklendiğini, Arap Baharının kışa evrildiğini, temelde ekonomi politik savaşın mezhep üzerinden meşruiyetinin sağlanılmasının da bir anlamı olmadığını belirtmiştim yazılarımda. Aynı durumun Lübnan’da gerçekleşeceği gözüküyor; yani teo-politik çatışmaların yakında yeniden iç savaşa dönüşme riski iyice artmaya başladı. Sokakta acayip bir ağırlık var, o cıvıl cıvıl Beyrut, fırtınadan önceki sessizliği yaşıyor sanki. Refik Hariri’yi öldüren bombaların açtığı çukuru kapatmak yerine herkes elindeki kazmayla içine düştükleri bu çukuru derinleştiriyor gibi.

Lübnan’da Maruni Hristiyanlar üzerinden Katolik Kilisesisin, Fransa’nın etkisi de bu bağlamda düşünülebilir. Sur şehrinde Birleşmiş Milletlere ait askeri araçları ve dönüşte havaalanında İspanyol askerlerini görünce, Ortadoğu’daki Fransa İngiltere paylaşımını ve son günlerde ikisi arasındaki balıkçılık üzerinden krizi hatırlayınca, kadim sömürgecilerin hepsinin burada olduğu netleşti.

Malumunuz Fransa, Afrika’nın yüzde 60’ını oluşturan 14 ülkeyi sömüren ülkedir. 1970 yılında kurulan Uluslararası Frankofon Örgütüne 88 devlet ve hükûmet üye bulunmaktadır. Bu üyelerden 54’ü tam üye, 7’si kısmi üye, 27’si gözlemci üye statüsündedir. Britanya’nında İngiliz Milletler Topluluğu (Commonwealth) adıyla 16 ülkenin üyeliği adı altında etkisini fiilen sürdüğü de malumdur.

Eğer beni şanlı tarih sendromuna kapılmış biri olarak görmezseniz, bu birlikteliklerin tarihsel karşılığını ve niye her durumda bu yapıların Türk ve Türkiye düşmanlığı yaptığını belirteyim mi?

İşin püf noktası şu: Suriye, Irak ve Lübnan’ı biladüşşam olarak gören İç Asya, Afrika ve Arap dünyasında Farabi’nin ed-din ve el-Mille kavramları bağlamında söyleyecek olursak, bir Osmanlı Milletler Topluluğu” (Ottoman Commonwealth Countrıes) kuran Osmanlı devletidir. Yüzyıllar içinde çok dilli, çok dinli, çok ırklı yapıları koruyan Türk zihniyetini yani Arap ve Fars tasavvurlarının dışında gelişen ve bir dünya devleti olan Osmanlı’nın kültürel birikimini tevarüs eden Türkiye Cumhuriyeti ile bu sömürgeci güçlerin mücadelesini buralarda net bir şekilde görmek mümkün.

Bunu niye söyledin şimdi diyecek olursanız, bölgenin sadece Müslümanlar arası Sünni-Şii teo politik çatışmalarla istikrasızlığa devamının sağlandığı, Maruni Hristiyanların görece daha müreffeh yaşadığı söylenebilir ama bir gerçek var ki, ülke tam bir kaosun içinde. Üstelik Şii Hizbullah ile Şii Emel örgütleri de birbirleriyle çarpıştığını, Hizbullah’ın Maruni Hristiyan Lübnan Kuvvetleri partisiyle işbirliği yaptığını söylersem, teo politik çatışmaların griftliği de iyice ortaya çıkar sanırım. Hizbullah daha önce de Maruni Hristiyanların en büyük partisi olan Özgür Yurtsever Hareket ile işbirliği yapmıştı. Benim teo-politik çatışmalardan kastettiğim tam olarak bu, yani ekonomi politik hedefler için yapılan savaşların meşruiyeti teolojik açıdan değerlendirilmediği sürece üretilen fikirler hep eksik ve uygulanabilir olmaktan uzak kalacak.

İsrail’inde son gelişmeler ışığında yedek askerlerini çağırdığı ve Lübnan’a yönelik eylemler üzerinde durulduğunu da hatırlarsak, bu karmaşanın tekrar iç çatışmaya dönüşmemesi için Maruni Hristiyanlarından, Ketaib Partisi’nin kurucusu Piyer Cemayel’in oğlu olan 1982-1988 yılları arasında Lübnan’ın Cumhurbaşkanlığı’nı yapmış Emin Cemayel, kaosun iç savaşa götürme ihtimalini engellemek gerektiğini bunun içinde Türkiye’nin elinden geleni yapmasını istedi. İşte şimdi Osmanlı Milletler Topluluğunu sağlayan Türk Zihniyetinin somut simgesi olan Türkiye Cumhuriyeti’ne yapılan çağrının temellendirmesini yaptım sanırım.

Biraz uzattım sözü ama Esat Arslan hocamın deyişiyle “Türkiye Cumhuriyeti, öncelikle Osmanlı Devleti’nin hükümran olduğu topraklarda ve uluslararası hukukta geçerli olan halefiyet (ardıllık) ilkesi gereği Osmanlı’dan devraldığı mirasın bilinciyle hareket etmektedir. Başta Balkanlar, Kuzey Afrika ve Sahra-Altı Afrika ülkeleri olmak üzere, Afrika, Asya Pasifik ve Latin Amerika bölgelerine yönelik açılım politikalarını derinleştirmek zorunda olduğu gerçeğinden hareket etmektedir. Bu görev bilinci Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesiyle simgeleşmiş tarihsel arka planı olan misyonik bir görev olarak belirginleşmiştir.”Nitekim geçenlerde Lübnan’daki görevlilerimizin kalış süreleri TBMM kararıyla bir yıl daha uzatıldığını bu bağlamda düşünmek gerek. Tabii bu arada 2007 yılında NATO eski başkomutanının Irak, Suriye, Lübnan, Somali, Sudan ve Libya ile birlikte yedi ülkenin par parçalanacağını söylemişi unutmayın. Sırada hangi devletler var sizce?

4 Ağustos 2020 bölgenin en önemli ticaret merkezi olan Beyrut limanındaki patlama ülkede kaosun uzun süre daha devam edeceğini hatta artacağının da göstergesiydi. Çünkü yıllar önce el konulan bilmem kaç ton amonyum nitrat’ın orada kalmasının bir anlamı olabilir mi veya nasıl açıklanır bu durum? Yani Irak’ın çökmesinden sonra kaybolan silahlar ve yer değiştiren paranın önemli bir kısmının Lübnan’a taşınması ve Hariri’nin körfez sermayesinde önemli etkisi olması, petrol dışında ekonomi politik bir hareketliliğin Beyrut merkezli oluşumunun yok edilmesi miydi?

Hariri’nin öldürülmesi İsrail ve ABD dediği gibi Suriye’nin mi işine gelir? Çünkü Katolik bir baba ve Ermeni bir anneden doğan Emil Cemil Lahud, o dönem (1998-2007)Cumhurbaşkanıydı ve Suriye yanlısıydı. Hariri’nin Başbakanlıkta başarılı olması, ülkenin yeniden yapılanmasına önemli katkıda bulunması, medya organları kurması, bankacılık sektöründe önemli atılımlar yapması, onu alternatif Cumhurbaşkanı adayı kılıyordu, dolayısıyla öldürüldü, denildi.

Gerçekten Sünni liderin toplumsal barışa katkı sağlamasından mı çekindi Suriye? Patlamanın okları Suriye’yi gösteriyor diyenlere, bundan en çok kimin faydalandığına bakın diye cevap vermişti Hafız Esed.

Bu gezi yazısı olmaktan çıkıyor gibi, haklısınız, Refik Hariri suikastıyla Lübnan önceden yaşadığı kaos ortamına yeniden döndü. Beyrut Limanı patlamasıyla durum iyice giriftleşti, ülke siyasi ve ekonomik açıdan oldukça zor durumda, işte bu durumların teolojik açıdan okunması şart diyorum. Diğer bir ifadeyle mezhepcilik tuzağına dikkat, bunların hepsi temelde ekonomi politik savaşlar/çatışmalar, ama meşruiyeti dinler/mezhepler üzerinden sağlanıyor diye yazmıştım, bundan birkaç yıl önce. Bunun üzerine İslamcı bir grup çıkardığı dergide benim resmimi Beşar Esad ile vermişti, onun için sözü burada keseyim en iyisi. Fakat hala garibime giden hususu belirtmeden geçemeyeceğim: Malum derginin yazarı modernist diye nitelediği Arap aydınlarıyla birlikte, mezhepçilik tuzağına dikkat dediğim için Türkiye’den sadece benim resmimi vermişti, ümmetin selameti bunlardan kurtulmakla mümkün olur diyordu ama orada resmi bulunanlardan sadece ben hayattaydım bir de Beşar Esed.

Lübnan’da Suriye, İran Etkisi, Maruni Hristiyanlar üzerinden Fransa, Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinin etkisini ve diğer Batı ülkelerinin bölgeye ilgisini düşündükçe Osmanlı’nın Biladüşşam’ı yüzyıllarca kendi özgünlüğü içinde kimlikleri, dinleri, mezhepleri bir arada nasıl tuttuğunu bir kez daha hatırlayıp mezhepçilik tuzağı üzerinden yapılan operasyonlara yine dikkat çekiyorum. Laiklik ilkesinin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha gördüm diyeceğim ama Lübnan’a bakınca….

Biz Kaduşa vadisine doğru yönelelim ve muhteşem güzellikleri ile Halil Cibran’ın doğduğu yere ve dağda asılı gibi duran müze evine gidelim en iyisi. Lübnan dağlarında üretilen ipeklerin Fransa’ya gönderilmesinin Beyrut’un gelişmesinde önemli payı olduğunu da bu vesileyle söyleyelim. İç şavaşın bitmesini haykıran resimlerin yapıldığı duvarlar, gösterilerde öldürülenlerin resimlerinin asılı olduğu mekanlar ve Beyrut limanın patlamadan kalan yarım binanın önünden geçerek Lübnan dağlarına tırmanıyoruz, büyük bir hüzünle..

Halil Cibran ve Müzesi

Birçok kitabı Türkçeye de çevrildiği için Halil Cibran ülkemizde bilinen bir şair, yazar. Yani onun insanı insan erdemleri anlattığı Ermiş adlı hikâyesini okumayan yoktur sanırım. Yaşarken 20 dile çevrildiğini görmek bir yazar için çok güzel bir duygu olsa gerek. Sadece ABD baskısı 9 milyon satılmış, kitaptaki bir bölüm, düğünlerde okunan ritüel haline gelmiş bir eser bu. Doğu dünyasını ve içinde yetiştiği Hristiyan dünyasını eleştiren özgürlük ve kurtuluşa dair yazılarını içeren Madman yani Kaçık da oldukça önemli ve çok bilinen bir eseridir. Tabi ki onun eserlerinde materyalizmin ortaya çıkardığı sorunlarla yüzleşmenin yanında, Gazzali’den de İbn Sina’dan da hatta Maarri’den de etkilenmesi İslam Felsefesi açısından incelenmesi gereken bir âlim konumuna çıkarıyor kanaatimce. Usta’nın Sesi’nde ezeliyetten ebediyete mistik yolculuğu İbn Fariz’den mi mülhem hep merak ederim. “İnsanoğlu İsa” adlı eseri ise zaten ismiyle müsemma, fazla söze gerek bile bırakmıyor. Haa unutmadan onu önemsememin nedenlerinden birisi de sivil itaatsizlik okumalarımın önde gelen âlimi Ralf Waldo Emerson’dan etkilenmiş olması.

10 Nisan 1931’de New York’ta 48 yaşında hayatını kaybetmiş, düşünün bu eserleri bu kadar kısa ömründe vermiş biri. Lübnanlı Maruni (Katolik) Hristiyan bir ailenin çocuğu olarak Amerika’ya göç eden, annesi ve kardeşleriyle oldukça zor bir hayat yaşayan Cibran, ana dili olan Arapçayı öğrenmek için ülkesine geri gelmiş.

Harika bir dağ kasabası olan memleketi Bişerrî’ye gittik Kadîşâ vadisinin yollardan kıvrılarak. Üzüm bağları, cennet hurmaları ve elmalarla bahçelerden geçerek 1500 m rakımla Bişarrî kabasına ulaştık.

Cibran burada gömülmesini istemesi son derece doğal, çocukluluğun geçtiği yer, sanırım dünyanın en güzel mekanlarından biri. Kültür Bakanlığı Manastır’ı almış mezarını buraya koymuş, eserlerini de yerleştirerek müze ev haline getirmiş.

Biz de müzeye doğru merdivenlerden çıkmaya başladık, önünde şırıl şırıl akan ve sağlıklı içibilir denilen sudan yudumladık; harika bir balkon/teras karşıladı bizi, Kadîşâ vadisi bütün muhteşemliğiyle ayaklarınız altındaydı. Hemen terasın yanında güller, ak güller, kırmızı güller. Kırgızistan Oş Fakültesinin ve caminin önündeki ak gülleri çektiğim andan itibaren gittiğim her yerde gördüğüm an kayda alıyorum. Çünkü Halil Cibran’ın şu ifadesini hatırladım gül ve vadiyi fotoğraflarken: Aşk güzel bir kuş/Yakalanmak için yalvaran/Ama yaralanmaktan korkan.”

İki katlı ve manastır olmasından dolayı olsa gerek iç içe geçmiş odalar, Cibran’ın eserleriyle doluydu. Kişisel eşyaları ve genellikle nü olan karakalem ve boya tablolarının sergilendiği odalar.

Dikkat ettim hemen hemen hiç birinde imza yok, nerden bileceğiz bunun onun eseri olduğunu deyince, Meryem; “oo senin tabirinle söyleyim, eksik okumuşsun ağayı, o imza atmaz, çünkü eserleri her yerde belli olur” dedi. Az biraz mahcup olmadım desem doğru olmaz yani. Bodrum kata inince bir oyukta tabut gördük, orada yatıyormuş Şair ve yazar Cibran:

Senin gibi ben de diriyim/ Senin yanı başında duruyorum Gözlerini kapa ve etrafına bak/ Beni tam önünde göreceksin

Tam bunu okurken geziden birinin tabloları görünce “Yahu biz bu adamı biraz abartmıyor muyuz, niye geldik ki, demesini duyar gibi oldum, ne diyecektim şimdi ona, Cibran’ın Shakespeare ve Lao-Tzu’dan sonra her dönem en çok okunan ve şiirlerini içeren kitaplarının satılan kişi olduğunu mu? Yok ya, Allah’ın verdiği nefesi boşa tüketmenin bir anlamı yok dedim, dönüşte tekrar şırıl şırıl akan sudan içerken. Şimdi rotamiz Trablusşam, Emevi, Abbasi, ed-Devletü’t-Türkiyye diye anılan Memlüklü ve Osmanlı şehri. Bu yazının başlığı olan Biladüşşam hakkında gezi-yorumun ikinci kısmında bahsedeceğim nasipse..