“Babamla teheccüd namazına kalkmıştık” der Sadi Şirazi.

“Dışarı baktım, bizden başka kalkan yoktu. “Keşke onlar da kalksaydı” dedim.

Babam: “Keşke sen de kalkmasaydın”

Peki neden? diye sordum.

“Sahibine üzüntü veren günah, gurur veren ibadetten hayırlıdır.” dedi.

Çok uzun yıllar önce rahmetli dedemden duyduğum ve daha sonra ise kitap sayfalarında bulduğumda çocukluğumu yeniden bulmuşcasına sevindiğim bu nükteyi “hiç unutamadıklarım” arasına özenle yerleştirdim desem yeridir.

Hayal meyal anımsıyorum bir gece vakti idi. Önümde ders kitabı, konu ise Süleymaniye idi.

Çocuk aklımla söylenmiştim; “Ben de büyüyünce böyle kocaman bir camii yaptıracağım”

Gülümsemişti dedem, “yaptırırsın inşaAllah da oğul, umarım bu kadar sağlam olur”

Dedim ya çocuk aklı, anlayamamıştım ordaki anlam derinliğini o vakitler. Ama zaman içinde farkettim ki dedemin bahsettiği sağlamlık camideki taş, tuğla, teknik, işçilik ya da mimari değil; orda asırlardır dipdiri duran “ruh” idi.

Bakın bugün etrafınıza onun kadar güzel ve şaşalı olmasa da artık Süleymaniye benzeri ne çok camimiz, ne çok yapımız var değil mi?

Ama sadece bende mi bu his var bilmiyorum; evvelkilerin eserlerinde asırlardır var olan, yaşayaduran içtenlik, nezahet, asalet ve vakar ayniyle yok bizim yaptıklarımızda.

Evet, görüntüyü bugünkü teknolojinin yardımıyla kurtarıyoruz ama o ruhu soluklayamıyor insan. Bir şeyler eksik sanki yaptıklarımızda. Yaptığımız binaları hem sağlam, hem kavi, hem sade, hem zengin, hem mütevazı, hem heybetli, hem sözünü söyleyen, hem sükunet sahibi kılan o kimyaya erişmemize engel olan bir şey(ler) var.

O şey belki sahicilik, belki samimiyet, belki doğruluk, belki irfan, belki idrak, belki hazım, belki tevekkül, belki tefekkür ama o yitiğimiz her ne ise sanki onu bulduğumuz gün, ona yeniden kavuştuğumuz gün tuttuğumuz maya, pişirdiğimiz ekmek, kopardığımız lokma,alnımızdaki ter,dokunduğumuz omuz, gülümsettiğimiz yürek damağımızda o kadim lezzeti yeniden verecek gibi geliyor.

Sizce de öyle değil mi?

Bu ruhu yeniden yakalayabilir miyiz veya yakalanmasına benim ömrüm vefa eder mi bilmiyorum. Ama bu tür yerlerde solukladığım o efsunlu havanın kendisi olmasa bile iliklerime kadar huzur pompalayan kokusunu; ezanların karanlığı yırttığı ve aydınlığı müjdelediği bir seherde; bir yetimin gülüşünde, bir düşkünün elinde, mahsun bir gönülde, dara genişlik zora kolaylık olmak için çaba gösterdiğimde alabiliyor olmanın tarifi yok; çünkü bu öyle anlatılır, kelimelerle tarif edilir veya edebiyatın gücünün yeteceği bir şey değil.

Bu kokunun sarhoşluğu ile olsa gerek, (kendi adıma) ancak bu vakitler en derinlerimde hissediyorum; yürümeyenin yürü demeye , okumayanın oku demeye, gönül incitenin incitmeye demeye hakkının olmadığını veya kendinde o hakkı bulsa da kelimelerinin boşluğu dövdüğünü.

Kulaklarımda ise kalbimden zihnime damlayan bir fısıltı; “illa hâl, illa ahvâl”

Zira dilimiz ne kadar güzel şeyler söylerse söylesin hâlimiz dilimizden çıkana ruh verip onu beslemedikçe kelimelerimiz sadece boşluğu dövüyor.

Bu boşluğu atladığımızdan olsa gerek, konuşurken suskunluğun o paha biçilemez asaletinden nasıl bir taviz vererek kelimeleri hoyratça sarfettiğimizi farkedemiyoruz. Dalgaların hoyratça kıyılarımızı dövdüğü böyle zor bir zamanda akıntıya kapılıp gitmemek gerektiği gerçeğinden bigane bir halde sürekli konuştuğumuz için de herşeyin sonuna adım adım yaklaştığımızı fark edemiyor, “artık bir yerden başlamalıyım” cümlesi içi boşaltılmış, sinirleri alınmış bir kelime dizisi olarak kayboluyor zihnimizin çöplüğünde.

Peki sözünü ettiğim o ‘dirilik’ o ‘ölümsüz’ ruhun önündeki engel ne?

Bence o dirilişin efsunlu bir anahtarı var, adı samimiyet olan.

Samimi niyetten değil midir ki, delikanlı çağındaki bir insanın yazdıkları, yüreğinden kopup geldiği için, içinde yankısı asırlar sonrasından duyulacak bir sevda barındırıyor.

Yine bu samimiyetten değil midir ki; yüzlerini kendilerine, hikâyelerine, geçmişlerine döndürebilen insanların neredeyse her anlattıklarının göz yaşartıcı bir etkisi var.

Ama tam tersi seksenindeki bir ihtiyarda dili hâlini yalanladığı için sarfedilen kelimeler artık tortulanmaya yüz tutmuş geveze hevesler de barınabiliyor.

Yani iki testiden biri, dünyada geçirdiği o kısacık zaman içinde ağzına kadar aşkla,samimiyetle doluyor; diğeri ise neredeyse bir asır ağzı açık unutulmuş olacak ki kirli temiz ne varsa akmış içine, o da görünüşte ağzına kadar dolu ama aslında bomboş!

Peki neden bomboş?

Çünkü yaşadığımızdan, bildiğimizden, gördüğümüzden, ezberimizden, zanlarımızdan, zaaflarımızdan inşa ettiğimiz yaşamsal çizgimizde hakikati bizzat kendimize zimmetleyip bu hakikate uymayan kim olursa olsun onu mutlak batıl yolcusu ilan ederek; eşyayı ve insanı bize zimmetli bu ‘hakikat penceresinden’ seyredip, var olanın bizim gördüğümüz gibi olduğunu ve tümünün gördüğümüzden ibaret olduğunu iddia ediyoruz.

Niyetin “samimiyetini” katleden bu davranış biçimimiz ile de hem kâinatın zıtlıklar üzerine bina edildiği gerçeğini atlayıp (konu ne olursa olsun) konunun diğer yönlerine kendimizi kör ediyor; hem de aynı konuyu bir başka yerden seyredip farklı bir şey gören kimseleri bilmemekle, görmemekle, anlamamakla itham ediyoruz.

Hakikati kendimize zimmetleyen bu ruh hali ile sanıyoruz ki; bizim doğrumuzdan başka bir doğru yok, bizim gördüğümüzden başka görmeye değer bir şey yok, bizim anladığımızdan başka anlaşılacak bir hakikat yok, bizim sevdiğimizden başka sevilmeyi hak edecek bir güzel yok, bizim sözümüzün ötesinde söylenebilecek bir söz yok, bilgimizin üstünde bilgi, yolumuzdan gayrı yol, derdimizden başka dert yok!

Bu ‘yok’lar içinde başkalarıyla konuşuyor olsak da, en çok kendimizi doğruluğumuza ikna etmek için kuruyoruz cümlelerimizi. Ama bence en çok kendi yanlışlığımızla yüzleşmekten rahatsız oluyoruz. Bu rahatsızlık, ‘doğru‘nun avuçlarımızın içinde hangi şekli verirsek o şekle girecek bir oyun hamuru gibi bir şey olduğu zannını doğuruyor zihinlerimizde!

Durmadan başkalarının samimiyetini sorgulayan, buna karşılık kendi samimiyetinden nedense hep emin olan insanların yaşadığı bir zamanda nefes alıyor olmamızın bende başka bir izahati yok çünkü.

Kadınla erkekten tutun da , sağcıyla solcuya, zenginle fakire, sekülerle dindara, Sünni’yle Alevi’ye, Türk’le Kürt’e, Doğu’yla Batı’ya, maziyle istikbale, iktidarla muhalefete, şairle yazara, teknik direktörle hakeme kadar kavgalarımızın tek sebebi de, samimi niyeti yok eden de, girizgahta andığım ruhu katleden de “doğru sadece benim tekelimde” zihniyeti değil mi?

Bu zihniyetten değil midir ki; “ben” etrafında kurduğumuz, sadece kendi Kabe’mizi tavaf ettiğimiz dünyamızda “doğru” yu kendi tekelimize aldıkça, “biz” ruhuna onulmaz darbeler vuruyor ve bu darbelerle yapılan iyi, güzel ve doğru işlere “kör” oluyor, bu körlükle de her güzelliğe bir kulp takıp insafsızca eleştiriyoruz.

Misal; yazdıklarını ve fikir dünyasını beğendiğimiz bir mütefekkir tipi var diyelim, ona benzemeyen herkesi bir kalemde silip atıyoruz veya şiirden anladığımız bir şeyler var diyelim, o şeyleri bizim gibi anlamayanların ne kendisi şair olabiliyor ne de yazdıkları şiir. Ya da yapılması gereken bir şey var diyelim, çok uzun süre de yapılmamış. İçimizden biri canını adeta dişine takıp onlarca emekle yıllar vererek o işi yapıveriyor, biz başlıyoruz bağırmaya:

“Böyle mi yapılır bu iş, böyle yapacağına hiç yapmasaydın!”

Doğruyu kendi yaptığımızdan, dahası yapmayı hayal ettiğimizden ibaret zannedince hayalimiz gibi olmayan, bizim doğrumuza aykırı bütün doğrulara aynı yaftayı yapıştırıyoruz:

“Olmamış, eğri bu!”

Bir duvara insanlığa faydası olacağı düşüncesiyle bir taş koymanın doğruluğuna kendimizi inandırmışsak; o yoldan aynı niyetle ama bu kez faydalı olacağı zannıyla o taşı kaldıranın da doğru bir şey yapmış olabileceğine ihtimal veremeyişimizin; hasat derdiyle tohum atmayı ihmal eden çiftçiler gibi yapılanları beğenmemekten yapmaya vaktimiz kalmayınca hiçbir şey yapamaz hale gelişimizin sebebi bu değil mi?

Peki bu “ruh” nasıl dirilecek?

Tarihsel serencama “biz” penceresinden “samimiyetle” baktığınızda asgari beş hatta altı nesildir kim olduğu, nereden geldiği, nereye gittiği unutturulmaya çalışılan insanların kendisini, kimliğini arayan çocuklarından oluşan bir toplum olduğumuzu fark etmek çok zor değil.

Bu nedenle hiçbir şeyden emin olmadığım kadar eminim ki; doğruyu bilmediği için yanlışa gönül verenimize de, iyi niyetle yaptığı işi tam yapamayanımıza da, doğru yapacağım derken yanlış yapanımıza da, hâlâ hayal ettiğimiz kıvamı tutturamayan münevverimize de, oyunda oynaştaki talebemize de, dedesinin kabir taşını okuyamayan gencimize de, üslubu tutturamayan hatibimize de, irfandan habersiz âlimimize de, sesini bulamayan şairimize de, yolunu şaşıran dervişimize de, yoldan habersiz günahkârımıza da müsamaha ölçüsüyle yaklaşmak borcunda olduğumuzu farkedersek o ruh yeniden dirilecek.

Kendimize ve bu insanlara bu insaf ölçüsüyle bakışımız bizi daha güzelden daha iyiden daha doğrudan mahrum etmeyecek, bilakis oralara bir adım daha yaklaştıracak. Yani yanlışa kızgın oluşumuz yanlış yapana şefkatle yaklaşmamıza, müsamaha ile kucaklamamıza mani olmayacak.

Bu sayede de sesimizi duyuramamaktan şikâyet etmeyi terk edip bir başkasına gerçekten kulak kesilmenin zevkine erecek; anlatma ihtirasından kurtulup, anlaşılmamaktan müşteki olmaktan vazgeçerek muhatabımızı anlama derdine düşeceğiz.

Bu da bize başkasının gözündeki çöple uğraşmayı bırakıp kendi gözümüzdeki dal budakla meşgul olabilme hassasiyetini kazandıracak ki bu hassasiyet “biz” tohumuna su olacak, güneş olacak, gübre olacak ve bir bakacağız ki “biz” yeşermiş, dal budak sarmış ve o asırlardır bizi arkamızdan kovalayan “ölümsüz” ruhla sarmaş dolaş olmuşuz.