İSLAM DÜŞÜNCESİNDE NEYE TEKABÜL EDER?(3)
Risale-i Nur ve Tevarüs Ettiği Gelenek
Bütün hayatı ehl-i sünnet içinde geçen, ibadetlerini Şafii fıkhına göre yapan, özellikle döneminde metafizik önermelerin tutarsızlığını söyleyen pozitivizm/materyalizm ve ateizm ile mücadele eden önemli oranda Nakşi gelenekten de beslenen Said Nursi ve talebeleri nasıl olurda Nakşi-Nurcu ikilemi içine sokularak ötekileştirilir? Bu mümkün değil, çünkü Nursi’nin eleştirel ve direnişçi ruhunun oluşmasında etkin olan gelenek Nakşi ağırlıklıdır.
Bu da doğaldır, zira İslam modernleşmesinin temel çerçevesi içtihat/taklit üzerine kurulurken Osmanlı-Türkiye modernleşmesinde Nakşibendi gelenek örgütsel olarak etkili olmuştur. Müceddid-i Halidi Nakşibendi ve takipçilerinin geleneği, İslam’dan bir anlam çıkarmaya ve bu anlamı da “medeniyet” olarak bilinen Avrupalıların zihin kurgusuyla uyumlu hale getirmeye çalışan Osmanlı ve Türk entelektüelinin sesi oldu.
Tarihsel olarak Ahmed Faruk Sirhindi (v. 1624) İslam’da devlete karşı bir direniş ruhu olduğunu görüp Nakşibendi öğretiyi yeniden organize etti. Din, hem ontolojik bir durum, hem metafizik bir teori, hem de eleştirel bir tutumdu. Bu organize etki, Mevlana Halid Bağdadi (v.1826) ile Anadolu taraflarına yansıdı. 19.yüzyılda iyice arttı. Abdülaziz Bekkine vasıtasıyla Nureddin Topçu, Anadolu merkezli bir “İsyan Ahlakı” ve sosyal adalet tasavvuru oluşturmaya çalıştı.
Nakşibendi öğreti Mehmet Zahid Kotku vasıtasıyla akademik ve bürokratik çerçevede etkisini sürdürdü. Özellikle Kotku, 20. Yüzyılın başlarından itibaren Said Nursi’nin ekonomik, politik ve kültürel sorunlara duyulan ilgiyi geliştirmesinden oldukça istifade etti. Kotku ve Nursi arasındaki manevi dayanışma doğal, çünkü Nursi’de bu içinde yetiştiği geleneğin önde gelen isimlerini Kur’an tilmizi olarak nitelendirmektedir. Nitekim Risale-i nur, Batı ve Batı düşüncesini anlama ve analiz etmede bir köprü işlevi gördü. Çünkü Nursi, resmi bir eğitim görmemesine rağmen, dönemin ileri gelen alimlerden dini eğitimini aldı, bunun yanı sıra fizik ve sosyal bilimlere dair bilgilenmelerini temin etti.
Halid Bağdadi’den Said Nursi’ye kadar devam eden tecdidi (modernleşme) Nakşibendi gelenek son onlu yıllarda Türkiye Cumhuriyetinin bilgi, bilim, medeniyet terakkisinde önemli yer tutmuştur. O kadar ki Şerif Mardin, bu değişim ve dönüşümü, “Japonya’nın Rusya’yı 1905 yenmesinden bu yana tartışılan endüstrileşme ve öz kültür temalarından daha büyük bir orijinallik ve adaptasyon söylemi gösteren bir gelişme” olarak nitelendirir.
Nakşibendi geleneğin baskın olduğu Bitlis de eğitim ve öğretim gören Nursi’nin Risaleleri bu kökleri aşması ve modernliğe bilinçli bir bakış açısıyla yaklaşmasının ürünü olarak değerlendirilebilir. O dönem de ülkemizde resmi eğitim veren seküler okullar, dini eğitim veren medreseler ve sufi tekkeleri şeklinde parçalı bir sistem vardı. Nursi, bunların üçünün de bir diğerine karşı muhalif ve/ya reddedici konumda olmaması gerektiğini, çünkü bunların her birinin toplumun bütüncül bir gelişmesi için katkıda bulunabileceğini söyler. O, “Medresetü’z-Zehra” projesinde olduğu üzere üç birimi aynı salona açılan kapılar gibi düşünüp, bütüncül bir eğitim ve öğretim yapılmasını önerir. Yani onun ihya hareketinde, kelam/itikad, fıkıh/ibadet/muamalat ve tasavvuf/bireysel zühd ve takva iç içedir. Bu açıdan modernleşmenin gereği olarak “müceddid” kavramının özünü canlı tutmuştur. Bediuzzaman nitelemesi de buna delalet eder. 
Daha önce bahsettiğimiz üzere Nursi, Arvasi ve Tunahan ile birlikte jakoben modernleşme ve katı sekülerleşmenin ortaya çıkardığı manevi bunalımlar ve din hizmetlerinin aksamasına engel olacak tedbirler alıp talebe yetiştirmiş olup, aynı ortak kültürün ürünüdürler, ama  yöntemleri farklıdır. Nitekim bu bağlamda zaman tarikat zamanı değil hakikat zamanıdır” diyen Nursi, önceliğini pozitivist söylemin ortaya çıkardığı sorunlara vermiştir. Aslında onun bütün mücadelesi, dini ve metafizik değerlerden arındırılmış seküler, maddeci-pozitivist bilgi, bilim tasavvuru ve bunlar üzerine kurulu medeniyet anlayışıyladır.
Bu nedenle materyalist felsefe ve ortaya çıkardığı “Mimsiz Medeniyet” dediği Batı düşüncenin teorik temellerine yönelik ciddi eleştiriler yönelttiğini gören bazı kesimler, onun felsefe muhalifi olduğunu da düşünmüşlerdir. Eğer ortaya koyduğu eserler ve yaşadığı hayat bütüncül incelenmezse, hem tarikat hem de felsefe karşıtı olarak sunulabilir, ama bu tutarlı değildir. Nakşi gelenek ile çatışan bir pozisyon üretmek ve buradan bir kısım nur talebesini haşhaşi diye nitelemek maksadını aşan bir genelleme olmaktan öteye gitmez. Zira Nursi, eserlerinde İmam-ı Rabbani, Abdülkadir Geylani, M. İbn Arabi, Şah-ı Nakşibend ve Mevlana’dan hayırla bahseder; onların fikirlerinden istifa eder. Bunların yanı sıra İslam düşüncesinin önemli figürlerinden olan ve ehl-i tasavvuf tarafından öncelenen Üyevsü’l-Karani, Hasan Basri, Bişr-i Hafi, Cüneyd-i Bağdadi, Niyazi-i Mısri, Necmeddin-i Kübra,  Sadreddin Konevi isimlerini de zikreder.
•Bütün Tarikatların Gayesi…
Said Nursi, Mektubat adlı eserinin Telvihat-ı Tis'a adını verdiği risalesinde (29. Mektub)  tasavvuf, tarikat, seyr u süluk gibi konular üzerinde durmaktadır. Kişinin marifetullaha, ulaşmasında bir yol ve yöntem olduğunu, buralar vasıtasıyla imanı ehl-i dalaletin saldırıları karşısında koruyabileceğini belirtir. Ortaya çıkan iyilikler, olası kötülüklerden daha fazla olduğu için tarikatlar hakkında sert sözler söylemez. Çünkü “bütün tarikatların gayesi ve neticesi, hakaik-ı imaniyenin inkişafı ve vuzuhudur."  Yani her durumda iman hakikatlerinin korunması ve yaygınlaşması öncelenmektedir. Bu anlamda hem  hem de tarikat, nübüvvetin ve şeriatın bir delili ve hücceti olarak işlevseldir.
Cehri zikri önceleyen tarikatların piri olarak görülen Hz. Ali’den bizzat ders aldığını söyler. İşte buradan hareketle bir üst okuma ve aşırı yorum diye bahsedilebilir. Yazarın ifadesiyle zü’l-cenaheyn alimlerin bu tür söylemleri vardır; bütün tarikat yapılanmalarında akıl üstü bilgilenmelerde bu ve benzeri ifadeler kullanılır. Birini makul görüp diğerini ötekileştirmenin de bir anlamı yoktur, çünkü her model/paradigma/tarikat kendi yolundan memnundur, doğruluğuna da inanır, ona göre yaşar. Önemli olan bunların her birinin aynı Hakikat’e ulaşan bir yol/tarikat olurak olgusal gerçekliklerini müzakere etmektir. Nitekim Said Nursi ve onun zikrettiği çoğu sufi alimlerde de metafizik yapıya dair bilgilenmelerde rüya ve ilhamlar önemli yer tutar. Zaman ve mekanın aşıldığı yerler ve bilgilenmelere dair cifr gibi okumaların en çok yapıldığı yerlerde buralardır. Hafi zikr yapan Nakşiler de cehri zikir yapan Kadiriler de durum böyledir. Farklı tarikatların sohbetlerinde hep kutup ve gavslardan bahsedilir, bunların yaptıkları toplantılar, aldıkları kararlar şeyhleri ve/ya vekilleri tarafından kendilerine iletildiğini bahsederler. Özellikle seçim yaklaşırken ne hikmetse, her biri bir siyasal yapılanmanın desteklenmesine işaret eden rüyalar görürler ve müntesipleri de buna uyar. Bu durumda tasavvufta kullanılan rüya ve ilhamın bireyselliği nasıl aleni haline getirilerek bütün cemaati ve tarikatı kuşatacak şekilde kullanabilir diye sormanın anlamı da kalmıyor.  Çünkü kelam ilmine göre rüya bireysel bilgi kaynağı olup, bir başkasını bağlamaz demek, tarikatlar için geçerli değil, şeyhleri tarafından verilen bu bilginin kuşatıcılığından son derece eminler
SORGULU/YORUM: Bu âlimlerin ulaştıkları doğruluk tasavvurunun gerçek olarak sunmalarındaki deneyimleri nelerdir? Gerçeğe dair metafiziksel varsayımlar içeren önermeler anlamlıdır ama doğrulanamıyor demesi de psikolojik bir ihtiyaçtan öteye gitmez. Zira herkesin kurtuluşa eren yapı (fırkatü’n-naciye) olduğunu iddia ettiği ve diğerlerini aynı kavramla ötekileştirerek dışladığı bir ortamda, kalkıp da bir gün ahirette hesap verilecektir, bunların doğrulaması yapılacaktır önermesinin değeri de uyandırdığı duygularla olafbilir. Ama ortaya çıkan duruma bakınca bunun ortaya koyacağı yarar da etkili olmamakta Müslümanlar birbirlerini tekfir etmektedir. Her grup kendisinin sıratı müstakim olduğundan gayet emin; medeniyet içi çatışmalarda ölen de öldüren kendini şehit olarak görüyor ve ahirette doğru bir eylem yaptığından emin bir şekilde mükâfat alacağını düşünüyor. Öyle görülüyor ki, mead/diriliş de yeryüzünde Müslümanların birbirlerini ötekileştirip tekfir edip öldürmesine engel bir yarar temin edemiyor? Bu durumda gösteriyor ki, kullanılan dil ve yapısı bizi yanılgılara düşürmektedir. Yoksa aynı simge/terim bu kadar zıt anlamlarda nasıl tasavvur edilebilir?
Fizik ve metafizik arasındaki irtibatı kimi âlimler faal akıl kavramıyla, kimileri de yaşadıkları dini tecrübeyi tasavvufun farklı kavramlarıyla izah etmektedir. Bana göre filozofların akıllar teorisi ile irtibatı kurmaları daha rasyonel ve hesap verilebilirdir. Çünkü eğer metafizik önermeler felsefi bir sistem içinde kurgulanmazsa, aşkın alana dair önermelerin anlaşılması ve anlatılmasıyla her mümin/e/de tümel/ide yakalanması, alim (ilme’l-yakin), abid (ayne’l-yakin) ve arif (Hakka’l-yakin) aşamalarıyla ulaşılan ihsan makamı artık makul hale gelir. Aksi takdirde, yani metafizik önermeler felsefi sistem içinde kurgulanmazsa, ahlaki önermelerin de aşkın bir temele sahip olmasından söz edilme imkanı kalmadığı gibi sahte kavramlara da dönüşebilir. Halbuki dili yanlış kullanarak paradoks ve karmaşa ile muğlaklık üretmekten kaçınabiliriz. Bunu yapmak gerek, çünkü (farkında olmaksızın) kendi sistemimizin metafiziksel anlamsızlıklar olarak değerlendirilmesine katkı sağlayabiliriz.  Nitekim İslami alanda yapılan tartışmalara bakınca her grubun inançlarına temel arama çabasının diğeri tarafından beyhude çaba olarak görülmesi bundan dolayıdır. Bu da mevcut karmaşayı daha da artırmaktadır.  
SONUÇ: O halde dil vasıtasıyla zekaların büyülenmesine karşı durulmalı ve yeni bilgiler verme adına kavramları ters yüz ederek, genellemeler yaparak değil, zaten daima bildiklerimizi yeniden düzenlemekle çözümlemeler yapabiliriz.  Bizden saklanan bir mantık keşfetmek veya bir öz aramak yerine sözcüklerin dil içerisindeki kullanımına bakmak ve bağlamından koparıp anlamsızlaştırılmasına karşı dikkatli olmayı önceleyebiliriz. Böyle olunca bir çok farklı dil oyunu ve dil oyunları içerinde kullanılan farklı cümle biçimleri olduğunu görebiliriz. Nitekim kullanıcılar yaratıcı bir biçimde bunlara yenilerini eklemektedir.  Halbuki anlam ve kavramlar tam bir cümlenin birliğine sahip anlamı içerisinde farkına varılan ve o anlamdan bağımsız olarak var olamayan şeylerdir. Onları katkıda bulundukları anlamla ilişkileri içerisinde ele almaktan başka bir yol yoktur.  Kavramları ve anlamlı kendi başlarına ve yalıtılmış şeyler olarak düşünmek, dilin kullanımlılarının bizi yanıltmasının bir sonucudur. (15/08/2015. Çandarlı/İzmir)