İSLAM DÜŞÜNCESİNDE NEYE TEKABÜL EDER? (2)
•Sufi/ledünni ve Batini Okuma Farkı
Metafizik bilgilenmelere dair ledunni/sufi okuma ile batini okuma arasındaki farkı gözden kaçırmamak gerekiyor. İmam Gazzali’nin özellikle bu hususa dikkat ederek, batini/gnostik okumaları aşırı yorum olarak nitelendirip, vahdet-i vücutçu öğretilerin de rasyonel temellendirilmesinde sıkıntılar görerek, tasavvufi yapıyı mutedil bir şekle dönüştürmesi önemlidir. Sanıyorum tasavvufi hayatın sünnilik ile özdeşleştirilmesi buradan hareketle yapılıyor.
İbrahim b. Ethem, Rabiatü’l-Adeviyye ve Muhammed İbn Arabi arif/e/lerin ulaştıkları mertebelerin açıklanmasında sorun olma ihtimalinden dolayı vahdet-i vücud ile vahdet-i şuhud farkını önemsiyorum. Yüksek lisans tezinde İbn Teymiye çalışırken niçin İbn Arabi’ye Şeyh-i Ekber diye bir ara vahdet-i vücut okumaları yaptım. Bu arada M.Ali Ayni’nin “Şeyh-i Ekberi Niçin Severim” adlı risalesini de sadeleştirdim.
Vahdet-i vücut öğretisinin solipsizme kaydırma; yani benim bilicimin ve onun içeriklerinin mevcut olduğunu, başka zihinlerin var olduğunun kanıtlanmayacağı ileri sürme aşamasına geçme kaygısını tetikleyeceğini düşündüm. Yani bu insanların deneyimlerinin ve sözlerinin (şatahat) onların kurgusu ve serabı olduğu gibi, benim onlarla ilişkilerim ve anlamalarım da kurgu olabilir. Dolayısıyla İbn Arabi’nin “Herşey Tanrı’dır” kurgusu yerine İmam-ı Rabbani Ahmet Faruk Sirhindi’nin “Her Şey Tanrı’dandır” önermesi üzerine kurulan “vahdet-i şuhud” öğretisini daha makul görürüm.
Gazzali de el-Munkız min’ed Dalal ila zi’l-izzeti ve’l-celal adlı eserinde benzer kaygılardan hareketle Sufi ve batini yorum arasında ayrım yaparak, önce klasik ve vahdet-i vücutçu temellendirilmesi güç ifadelere sahip sufilikten farkı araştırır. Sonra Batini yorumları eleştirerek, İmamiye ve bunun aşırı yorumlaması olan Batinilik ile buradan türetilen Hasan Sabbah ve öğretisinin tutarsızlığını göstermek ister.
•Aslında Gazzali Ne Yaptı?
Öncelikle İbn Haldun’dan hareketle bir toplumda birlikteliği/asabiyeti temin etmek için sebep/din ve nesep/ırk bağlamlarına dikkat edilmesi gerektiğini, dinin her daim siyasal yapılara meşruiyet sağlayan etken olarak kullanılma ihtimalini hatırlayalım. Yakın dönemde nesep olarak ikisi de aynı (Türk) ve nesep olarak da aynı mezhebi yorumu benimseyen Osmanlı ve Safevi devletleri, iktidar savaşlarının meşruiyetini nasıl temin etmişlerdi? İnsanları cepheye sürecek etkili bir neden bulamayınca, Şah İsmail’in Şiilik öğretisini seçtiğini, bu uğurda onlarca alimi katlettiğini kendisine itiraz eden annesi bile öldürttüğünü bilmeyen yoktur.
Bu hususu biraz daha geriye giderek benzer iktidar savaşı ve Gazzali’nin konumuyla netleştirelim. Osmanlı’dan önceki Türk Devleti olan Selçuklu Hanefi ve Maturidi öğretiye sahipti. En büyük siyasal rakibi ise Şii ve İmamiye öğretisi üzerine kurulu Fatimi hilafetidir. Selçuklu, İmam Maturidi geleneğinden hareketle özgür irade ve insanın her daim sorumluluğu üzerine kurulu bir yapıyla, akıl üstü alana dair bilgilenmelerde masum/yanılmazlık buyrultusuna sahip imam anlayışıyla nasıl mücadele edecektir? Bugün İran’da olduğu gibi, o dönemde de gaib imam’ın vekili velayet-i fakih niteliğiyle sosyo-politik alanda oldukça etkindi. Nizamu’l-Mülk ile aynı eğitimi almış ve yakın arkadaşı olan ama sonra en büyük rakibi olarak ortaya çıkan Hasan Sabbah’ın elindeki iyi yetişmiş elemanların yanısıra böyle de bir metafizik güç vardı.
Kelam eğitimi alanlar irade hürriyeti alanında Maturidi ve Eş’ari farkının bireysel ve toplumsal yansımalarını bilirler. Selçuklu devleti, stratejik bir hamleyle Şafii-Eşari geleneğinden gelen sadrazamı Nizamü’l-mülk’e sorunu havale etti. Sadrazam öncelikle eğitim ve öğretim düzenliyor, medreseler kuruyor ve dönemin en önemli Eşari alimi olan Cuveyni’yi başına getirdi. O vefat edince yerine talebesi Gazzali geldi.
Sünniliğin kurucu mimari gibi sunulan ve felsefeyi yerle bir ettiği zannedilen Gazzali, mantık bilmeyenin ilmine güvenilmez diyerek, buna dair eserler yazdı. Öncesinde mantık ilmi zındıklık olarak görülürken ilimlere bir giriş/alet bilim olarak sunulan mantığın aynı zamanda rasyonel temellendirmeye dair müstakil ilim olması, İmamiye öğretisindeki gaib imam ve yanılmazlık buyrultusu gibi hususların mantıksal tutarsızlıklıklarına işaret edecek bir zihniyetin kurgulanması açısından son derece önemlidir. Bugünkü ilahiyat eğitiminin felsefe ve mantık ile içiçe olması bu geleneğe yaslanır. Fizik ve metafizik evren irtibatının mantıksal temellerini kurmak ve rasyonel bir şekilde izah etmek öncelikli hale gelmiştir.
•Gazzali’ye Göre Hakikat Modelleri
 Bu bağlamda Gazzali, dönemin temel fikri akımlarına, modellerini eleştirel bir sorgulamaya tabii tutmuştur. Nitelikli bir kelam alimi olarak Kelamcıların kullandıkları yöntem ile temel ilkelerden (KK ve Sünnet) çıkarsadıkları sonuçların kesinliğine güvendiklerini, ürettikleri sonuçların İslami olduğunu, ama Kur’ani diyerek biricik görüş diye sunmaya başlamalarıyla kendisi gibi düşünmeyenleri dışladıklarını hatta tekfir ettiklerini belirtir. Batini okuma da sufi/ledünni yorum ile aradaki farkı ortaya koymaya çalışarak, vahdet-i vücut öğretisiyle kurulan metafiziksel tasavvurların rasyonel temellendirilmesinin zorluğuna dikkat çeker. Burada batini/şii okumaların masum imam kavramıyla kurgulandığını ve Ehl-i Sünnet’in bunu kabul edemeyecek eleştirel bir akıl yapısına sahip olduğunu belirttir. Fatimi hilafetinin İmamiyye temeli ve bunun Hasan Sabbah ve örgütü tarafından kurgulanan yorumunun Selçuklu devletine yönelik en büyük teolojik meşruiyet sağlama aracı olduğunu bildiği için buraya ciddi eleştiriler getirir.  
Yukarıda bahsettiğimiz üzere, batini yorumdan farkı ortaya koyduktan kendisi de son tahlilde fizik ve metafizik kurgusu akıl üstü alanı mantıksal temellendirmesini yapan sufi/ledünni yorumu kabul eder, ama vahdet-i vücutçu öğretiye de mesafeli durur. Bu ve benzeri sorgulamalar sonucunda alim ve abid kişi, arif mertebesine ulaşır; Allah’ın bir lütfu olan nur/aydınlanma ile kalbin duruluğuna ereceğini söyler.
Şimdi Gazzali’nin sufi/ledunni okuma ile batini yorumun ortaya çıkardığı siyasal sorunları gidermek için fizik ve metafizik evren ilişkisini faal akıl kavram kavramıyla kuran Meşşai filozofları tekfir edip ötekileştirerek etkilerini kırması meselesine gelelim. Burada batini okumaya alt yapı oluşturma çabası var diye böyle ötekileştirici bir dil kullandığını düşünüyorum. Kanaatime göre, Gazzali’de Eflatun ve Yeni Eflatunculuktan beslenerek dünya-ahiret, fizik-metafizik, ideler ve gölgeler alemi ayrımını temellendiren meşşai gelenek ve buradan hareketle bir işraki/doğu felsefesi kurmaya çalışan yapının Batini okumayı beslediği kaygısı vardı. Farabi ve İbn Sina gibi filozofları tekfir ederek ötekileştirdiği zaman ana damarın kesileceğini, İşraki eğilim ve oradan beslendiğini düşündüğü batini okumaların teorik arka planının çökeceğini düşündü ve dediği de oldu. Onun filozofların amaçları ve filozofların tutarsızlığı eserleri bir klasik oldu ve artık felsefe İslam dünyasında bitti denildi.
Oysa bu son konuda tam tersini düşünüyorum: Gazzali’nin verdiği kararın siyasal ve sosyolojik bir tekfir olduğunu, Fatimi hilafetinin İmamiyye üzerinden meşruiyet arama çabasının yok edildiğini ama Makasidu’l-felasife ile felsefenin makul ve meşru bir şey olduğunu da göstermiştir. Aristoteles’in hocası Platon’un idea anlayışının yeryüzüne indirerek tikelde tümeli yakalama çabası gibi, Gazzali ile felsefeyi sırça sarayından çıkarmış ve üst insan tiplerinin anlayabileceği bir alan olmaktan çıkmıştır. Yani felsefenin de birkaç Meşşai filozofun tekelinde olmadığını, gerekli donanımı olan her alimin felsefe alanında söz söyleyebileceğini göstermiştir.
Demem o ki; felsefe Gazzali ile birlikte daha geniş alanlara yayılmıştır. Endülüs medeniyetinin zirve alimlerinden ve aynı zamanda kadı olan İbn Rüşd “Tehafütü’t-Tehafüt” yani tutarsızlıkların tutarsızlığı ismiyle Gazzali’nin görüşlerinin eleştirisini yapmıştır. “Fasl’ul-Makal” adlı eserde ayetlerden hareketle bu konuda sözün bittiği nokta olarak temel önermeleri kabul eden bir müminin yorumlarındaki farklılıklarından dolayı tekfir edenin nasıl bumerang gibi kendine döneceği ortaya konulmuştur.
Nitekim Gazzali’de bu tekfir meselesinin sosyo-politik gerekçelerin farkında olsa gerek ki, eğitim ve öğretiminin zirvesinde olduğu, devlet katında itibarın yüksek olduğu bir dönemde “delaletten kurtulmak” ve izzet ve celal sahibine ulaşma çabasında olduğunu söyleyerek bütün makam ve mevkiini bırakıp inzivaya çekilmiştir. Özellikle batini okumalara ve aşırı yorum olarak görülebilecek sufi tavır ve tutumlara eleştiri getirerek mutedil bir çizgiye çektiğini düşündüğü sufi yöntemi biricik kabul etmesinin analizi yapılırsa, tekfir ettiği İbn Sina’ın “Makamatu’l-arifin”den önemli oranda etkilendiği görülür. Bu iç gerilim ve tekfir etmenin getirdiği manevi yükümlülük olmasa, niçin her alanda zirvedeyken inzivaya çekilsin ve doğruluk tasavvurlarından son derece emin olan biri niçin “dalaletten kurtuluş” diye bir öz eleştiri metni yazsın?
Şimdi günümüze gelelim ve soralım: Gazzali Şafii fıkhı ve Eşari akaidi ile eğitim gören ve gösteren bir alim olarak Türkiye’deki Sünni yapının kurucu unsuru sunmanın tarihsel temeli sıhhatli olabilir mi?
Bildiğim kadarıyla hafi/sessiz zikr yapan Nakşi ve/ya cehri zikir yapan Kadirilerde ibadetlerini Hanefi fıkhı ve itikatlarını da Maturidi geleneğine göre yapıyorlar. Metafiziksel temelinin de İmam Rabbani’nin vahdet-i şuhud anlayışı önemli yer tutar. Velhasıl bizim tasavvufi geleneğimiz Ahmet Yesevi tarafından hayata uygulanan Hanefi-Maturidi öğretiden beslenir ve ana damar da budur.
İmdi; Sünniliği Türkiye özelinde tasavvuf/tarikat/Nakşilik ile özdeşleştirmek ne derece tutarlıdır? Veya akıl üstü alana dair bilgilenmelerde (rüya/ilham) diğer metafiziksel yapılarda (doğaları ve yöntemleri gereği hafi zikr yerine cehri zikri önceleyen tarikatlar Sünnilik içinde değil midirler? Nakşiliğin Sünniliğe en yakın tarikat olarak belirtilmesi bu hususta yeterli açıklama olabilir mi? Ya da Atayurt ile anayurt irtibatını sağlayan kültürel kodlarımız alan Hanefi fıkhı ve Maturidi akadinin meşrep ve mensuplarına göre uygulama tarzları/tarikatları olan yapılar bu kadar genellemelerle anlayıp anlatılabilir mi?
Hocam merhum Esad Çoşan Nakşi bir alim ve arif olarak doçentlik tezi çalışması olarak Hacı Bektaşi Veli ve Makalat’ı çalıştı. Lisans tezimi yani “Sefine-i Evliya-i Ebrar” adlı eserin bir kısmını nezaretinde hazırlarken oradan edindiğim bilgiler bağlamında Bektaşiliğin ana yapı olarak sunduğunuz Sünnilik dışında değerlendirilme imkanı yoktur. Eğer Osmanlı, yeniçerilik sisteminin metafiziksel temelini biraz Sünnilik ve biraz daha Atayurta yani İç Asya’dan getirdiğimiz Şamanist geleneklerden bir sentez oluşturarak yeni bir Bektaşilik tasavvuru oluşturdu diyorsanız, bu ayrı bir müzakere konusudur.
Bunun üzerinden Bektaşilik ve Mevlevilik ile Türkiye Cumhuriyeti’nin bir metafizik sistem kurduğunu söylerseniz ve mevcut siyasal modelinizi buna karşıtlık üzerinden temellendirirseniz bu kavram kargaşasını daha artırır. Çünkü Osmanlı tanzimat ve ıslahat fermanları, 1 ve 2. Meşruiyet ilanlarıyla parlamenter sisteme geçmeye çalışarak Fransız ihtilaliyle gelişen yeni siyasal duruma önlem almaya gayret etmiş, üç tarz-ı siyaseti kademeli olarak denemiştir. Osmanlıcılık ve İslamcılık modelleriyle bir süre ömrünü uzatan yapı, en sonunda Türkçülük kartını öne sürerek, dönemin siyasal yapılarına uygun bir ulus devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuştur.
Yeni devletin seküler ve ulus niteliği gereği yeni düzenlemeler yaparken aslında dinin de askıya alınması öngörülürdü, ama öyle olmadı. Bütün kurumlar ilga edilirken DİB anayasal bir kuruluş olarak yeni formatıyla devam etti. Dini sahih kaynaklardan öğrenip öğretme üzerine kurulu olan bu yapı aslında seküler ve ulus devlette olmaması gerekirken, yeni devlet, Kur’an tercümesi ve tefsiri ile sahih hadisleri toplayan eserleri bastı. Hanefi ve Maturidi öğreti üzeri ağırlıklı etkinliklerine devem ettirirken tekke ve zaviyeler kanunu ile bütün tarikatların kapatıldığı belirtildi.
Reel durum böyle oldu mu, hayır; Bektaşilik ve Mevlevilik başta olmak üzere aslında bütün tarikatlar, dernek ve vakıflar adıyla yaşadı. Buna müsaade edildi çünkü toplumsal kontrolün bu birimler üzerinden yapılmasına devam edildi, üstelik tekke ve zaviyeler kanunu ile sürekli bir baskıda oluşturularak illegaliteye izin verilmedi. Dolayısıyla din ve siyaseti birbirinden ayırmanın oldukça zor olduğunu düşünen kurucu yapı, din ile devlet arasına bir mesafe koyarak, dini birimlerin kontrolünü elinde tutmayı hedeflemiştir. Bu nedenle olsa gerek, dini grupların önemli kesimi, devleti bir sobaya benzeterek, ne yakın durup yanmak, ne de uzak durup donma tehlikesine düşmeden mesafeli duruşu benimsemişlerdir.
Bu yazı dizisinin son halkası Risale-i Nur ve Tevarüs Ettiği Gelenek üzerine olacaktır.