İSLAM DÜŞÜNCESİNDE NEYE TEKABÜL EDER? (1)
Müslümanlar tam bir kavram kargaşası yaşıyor, son sosyo-politik gelişmeler ve bunlara dair müzakerelere bakınca G. Orwell’in 1984 adlı korku ütopyasında söylediklerinin gerçekleştiğini düşünüyorum. Selefilik, Ehl-i Sünne(t) ve’l-cemaa(t), tasavvuf/irfani gelenek, Nakşilik, Şii ve Batıni/haşhaşi ve Nurculuk terimleri öyle özdeşleştirmeler ve ötekileştirmeler yapılıyor ki, tarihsel olarak neyin nerede nasıl kullanıldığı unutulur oldu. Sözlük ve terim anlamı esenlik/barış ve güvenle teslimiyet olan İslam, korku ve terör terimleriyle yer değiştirdi. Müslüman halkların yaşadıkları ülkelerin çoğu kan gölüne dönüşmüş durumda; birey olarak da Müslüman dünyanın her yerinde potansiyel terörist muamelesi görür oldu. Acı olan da Müslümanlar söz ve eylemleriyle İslamfobia’ya önemli katkıda bulunmalarıdır.
Dünyada refah ve ahirette felahı sağlayacak ilkeleri Hz. Adem’den itibaren farklı zaman ve mekanlarda farklı dillerde ve farklı kavimlere adıyla gönderilen İslam; esenlik, barış ve güven içerirken nasıl oldu da önce medeniyetler arası, son yıllarda da medeniyet içi/mezhep savaşın bir unsuru haline geldi? Mevcut karmaşanın epistemik temellerini “riyaset ve din tacirliği”nin risklerine dikkat ederek analiz etmekte fayda var.

· Akıl tutulması ve yazmaktan vazgeçmek:
7 Haziran 2015 seçimleri öncesinde dini değerlerin nasıl siyasal alana taşındığını, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesi diye sunulan “Kemalizm”le mücadele edildiğini, Çankaya ve Beştepe köşklerinin bunun simgeleri olduğunu ve “Erdoğanizm” diye yine bir şahıs merkezli “izm” kurulmaya çalışıldığını görünce yazılara ara verdim. Bazı vekil ve siyasetçilerin şahıs kutsama sözlerine ilaveten İslamcı geçmişini yakinen bildiğim sosyolog bir akademisyenin salavat getirmeye kadar işi götürdüğünü ve bunu bölgenin doğal yapısıyla açıkladığını görünce, Türkiye’de “bir akıl tutulması” başladı diyerek susmayı tercih ettim.
Bana göre, felsefe, düşüncelerimizi berraklaştırmak, kavramlar üzerine düşünmek ve yeni kavramlar ortaya atmaktır. Oysa Türkiye’de tam tersi oluyor, mevcut kavramlar daha muğlak ve müphem hale geliyor. Seçimlerde umulan başarı elde edilemeyince, yeni ihdas edilen Erdoğanizm ve buna karşıt olanların Antierdoğanizm diye niteleyip, Kadirizm, Haşhaşilik ve Neo-zerdüşlük gibi kavramları yeni sosyo-politik kavramsallaştırmalar olarak görebilir miyiz? Böyle zamanlarda susmak tutarlı bir tercih olacaktı. Böylece kimin değirmenine su taşıyacağım riskinden uzak durarak, ne mevcut hakim siyasal paradigmaya meşruiyet sağlayan bir mevzi oluşturmaktan ve buradan iğdiş edilmiş kavramlarla karşıya ateş eden, ne de gerekli bir öteki konumuna düşmeyecektim.
Bununla birlikte “Gazzali’nin ilahi merkezciliği şeri merkezciliğe kaydırmak suretiyle Sünniliği İslam ile özdeş kıldığını” okuyunca; “Sünniliğin İslam’ının ana doğru yorumu değil kendisidir” denilerek, sünnilik, tasavvuf ve tarikat/Nakşilik özdeşleştirilmesini görünce kavramlar hakkındaki tedirginliğim arttı. Zaten son yıllarda, “Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır” sözü bir yanda; diğer yanda selefi söylemin tekfirci zihniyeti ile bütün tarikatların müntesiplerini müşrik diye nitelemesinin yarattığı bireysel ve toplumsal travmanın etkisi iyice arttığını hissediyordum. Özellikle fizik aleme dair akli, metafizik evrene dair akıl üstü (irrasyonel) bilgilenmenin farkının ortadan kalktığı ve akıldışı (absürt) yorumların hakim olduğu dönemde, irfani öğretinin gnostik bir yapıya bürünerek beyan ve burhan geleneğini devre dışı kalmaya başlamıştı. İfrat ve tefritten uzak bir görüş edinebilmek için İbn Haldun’un Şifau’s-Sail eserini merkeze alarak mutedil bir görüşün yaygınlaşmasına dair okumalar yaparak kendimce talebelerimdeki tedirginliği azaltmaya çalışmıştım. Böyle durumlarda İbn Haldun’un umran/medeniyet tasavvuru, toplumsal yapının iç ve dış şartlarına dikkat edip, komünal ruhu/asabiyetin sağlanmasında sebep (din/mezhep) bağı ile nesep bağının nasıl dengede tutulması gerektiğini okumak ve güncellemek önemlidir. 

· Din yolu sünnet yolu, sünnet yolu tasavvuf, tasavvuf da Nakşilik ile özdeş kılınır mı!
Siyaset bilimi ve sosyolojisi üzerine çalışan bir arkadaşımın “Din yolu sünnet yolu, sünnet yolu tasavvuf, tasavvuf da nakşiliktir” diye sunduğunu, Said Nursi ve risalelere bu bağlamda eleştiriler yönelterek haşhaşi okumaların arka plan analizi yaptığını, üstelik bu okumaların “Doğru İslam ve yoluyla ilgili kitabın ortasından konuşmak” diye sunduğunu okuyunca dini hayatımız adına kaygım arttı.
Osmanlı ıslahatlarını çalışmasına rağmen Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu felsefesini Kemalizm ile özdeşleştirerek, 1980’li yıllardan itibaren Haşhaşilik diye nitelendirdiği Gülen Hareketini Kemalizm yerine geçmeye başladığını söylemesi oldukça ilginç bir tespitti. Bu hareketin 2010 yılından itibaren de ele geçirmeye çalıştığını belirtmesi yazarın siyasal mevziisiyle ilgili olabilir. Ama bu durumda bile ilgili yapılanmanın Devlet denilen aygıtın bir yönü olan Hükümet ile yıllarca paralel hareket ederek mevziler kazanması, hükümet yetkililerinin aldatıldık gibi bir bahaneyle geçiştiremeyeceği bir sorun var. Yazıdan anladığım Hükümetteki siyasal yapılanmanın da devlet aygıtını ele geçirdiğini düşünmesi ve kendine yönelik her eleştiriyi devlete yönelik olarak algılaması, sanki Türkiye’deki dini grupların ve özellikle de Nakşilerin tamamının bu hükümeti desteklemesi gerektiği gibi bir durum var. Desteklemeyenlerin ne olacağı hangi kavramla ötekileştirileceği de Fethullah Gülen grubu üzerinden örneklendirilmektedir.
“Yazar”; “Okur”a “Erdoğanizm” ve “Antierdoğanizm” üzerinden istikamet vermeye çalışıyor ama bunun sosyolojik/tarihsel ve dini temellendirilmesinde sorun var. Çünkü bu özdeşleştirme; bulunduğunuz mevziden varoluş kaygısında Şii düşünceyle mücadelenin önemli yeri bulunan Fethullah Gülen hareketini batini/gnostik okumalar var diye, aşırı şii yorum olan haşhaşilik ile özdeşleştirerek gnostik bir yapılanma diye sunulmasının bir “seçilmişlik” karşısına “yeni bir seçilmişlik” olarak “Erdoganizm” kurgulaması olarak da okunabilir.
Bunu yaptınız ve bireysel tercihiniz diyelim, ama Risale-i Nur’a yönelik hakikat ve tarikat/Nakşilik üzerinden bu kadar yüzeysel okumalar yaparak diğer Risale-i Nur talebelerinin gönlünü kırmak neyin nesidir? Hükümet ve Gülen Cemaati arasındaki çatışmada daima 3. Bir halin mümkün olduğunu düşünerek ateşe odun taşımayan diğer Nur talebelerini Nurculuk ve Nakşilik üzerinden karşı karşıya getirmek ne demektir? Ya da Milli Görüş Geleneğine daima mesafeli duran ve Türkiye’de oldukça etkin olan Nakşi Geleneği benimseyen dini grup mensuplarını gerilim ortamına çekmek kimin faydasına olacaktır? Demem o ki, bir “dava”yı kötü savunmak, faydadan çok zarar getirebilir.
Yıllardır söylerim, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesinde jakoben Batılılaşmanın ortaya çıkardığı bireysel ve toplumsal tahribatın karşısında Abdülhakim Arvasi, Süleyman Hilmi Tunahan ve Said Nursi farklı yöntemlerle durmuşlar, Anadolu insanına hizmet etmişlerdir. İnsana hizmetin devleti yaşattığı bilincinde olarak bu üç güzel insanın İslam üzerine aldığı eğitim ve öğretime bakıldığında bu tür ayrımlara girmenin tutarsızlığı ortaya çıkacaktır. Anadolu gençlerinin çevreden merkeze gelmelerinde bu üç geleneğin katkısı büyüktür. Milliyetçi ve muhafazakar kesimden yolu bu üç seçkin ve nitelikli insanın yoluyla kesişmeyen üniversite mezunu genç azdır.
2015 yerel seçimlerinde HDP’nin barajı geçerek meclise girmesiyle AKP’nin tek başına iktidar yapmasının önündeki en büyük engel olarak bu partiye oy verenlerin tamamını ve özellikle de dindar Kürtleri Neo-zerdüştizm ve PKK yandaşı yapmak nasıl bir genellemedir? Bu sosyolojik genellemeler, (bu satırların yazıldığı gün olan) 10 Ağustos 2015 günü teröre 9 şehit veren ve ülkenin önemli bir kesimini tedirgin eden eylemlerin bitmesine mi, yoksa dini değerleri önceleyen insanların madem öyle işte böyle diyerek kamplaşmasına ve ayrışmasına mı katkıda bulunacak? Dini temelli sosyo-politik analiz bu mudur diye sormak gerekmez mi? AKP’nin tek başına iktidar olamamasının teknik sebeplerinden birisi olan %10 barajının bumerang işlevi gördüğü üzerinde durmadan önemli kesimi Sünni (Şafi) ve Nakşi olan Kürt kardeşlerimizi incitmenin tutarlılığı nedir?
“Üslubu beyan ayniyle insan” diye bir söz var, yukarıdaki tespitleri yapan akademisyen arkadaşımı biraz tanıyorum bunu söylemek istemem; ama içeriğinin tutarsız, üslubun da son derece ayrıştırıcı, hakikat tasarımının da oldukça riskli olduğunu belirtmem gerek. Üstelik tespitlerinin “Sosyoloji Bölüm Başkanı” sıfatıyla yazması ironi gibi; çünkü felsefi düşüncede bir kesinlikten bahseden alimler var, ama son yüzyılda popüler olan sosyoloji içinde kesin bir hüküm nasıl veriliyor, üstelik bunun “Hepimiz adına istikamet kaygısı” içinde yapılması ne anlama gelir diye sorgulamak gerekir. Fakat öyle görünüyor ki, söyledikleri istikamet yerine ayrışmayı ve çatışmayı artırmıştır. Madem kavram kargaşası içinde zihinlerimiz iğdiş ediliyor, sustukları söylenilen ilahiyatlılardan birinin de konuşması gerektiğini düşündüm. (Bedri Gençer, 12 ve 19 Temmuz. Star Açıkgörüş; http://haber.star.com.tr/acikgorus/sunn-eelik-ile-hashas-eelik-arasinda-islamcilik/haber-1044534; http://haber.star.com.tr/acikgorus/savrulma-caginda-istikamet/haber-1047401)

·  Kavram kargaşası:
Felsefe yaşanılan soru/n/lara kavramlar aracılığıyla yaklaşır ve hesabı verilebilir bir düşünce etkinliği olarak sınanabilir boyutu vardır. Yukarıda bahsettiğimiz kavramların sözlük ve terim anlamları, içinde oluştukları toplumsal şartlar, ortaya çıkan sonuçlara bakınca, genellemelere gitmeleri sınamak gerekir. Bu kavramlara “Ne Olsa Gider!” deyip isteyenin istediği gibi anlam yüklemeyeceğine göre, sıkı bir temellendirme (pekinlik) arayışı içinde olup olmadıklarına bakmak gerekir. Yazılanlara bakınca özdeşlik ve çelişmezlik ilkelerinin hakim olduğu, 3. Halin muhal bulunduğunu söyleyen Aristo mantığının keskin sınırları içinde kalındığını söylemek mümkün. Bu durumda bu kadar emin/kesin konuşmayı bir akademisyen nasıl yapabilir ve/ya “zü’l-cenahayn” alim kavramını müzakereye açarak ak ve kara tasavvurundan son derece emin olmanın rasyonel temellendirmesi nasıl diye sormaya gerek var mı?

· Soru(n)lar:
Bu tartışmaların anlamı nedir? Metafiziksel konumlarımız ve tartıştığımız konuların anlamlılığını ne belirliyor? Günümüz İslam dünyasında Selefilik, Sünnilik, tasavvuf, tarikat ve Nakşilik, Nuculuk, Şiilik, Batinilik/haşhaşilik terimlerini kullanarak ulaştıkları doğruluk tasavvurlarını nasıl test edebiliyorlar ki, ulaştıkları sonucun kesinliğinden bu kadar emin konuşuyorlar?
İslam aklının eleştirisi ve içtihat ile belirli bir zamanında ve mekanında belirli bir dil ile belirli bir topluma (fizik) sorunlarını (çözmesi için gönderilen konulan temel (metafizik) ilkelerin güncellemesini kendi dönemlerinde yapmış yol ve yöntem (mezhep) çerçevesinde bir model oluşturmuş alimlerimizin ortaya koyduğu sistemlerin (Hanefilik, Hanbelilik, Şafilik ve Malikilik) genel adı olan Sünniliği nasıl tek bir mezhep olarak sunulabilir?
Bunların ibadi/fıkıh farklılıklarının ve Eşarilik ve Maturidilik üzerinden itikadi/inanç boyutlarındaki farklılıkların rahmet ve bereket sunulup bir isim ve tarikat ile özdeşleştirilmesi tarihsel ve güncel tutarlılığı nedir?
Bu genel çerçevenin dışında gibi sunulan Şii öğretinin itikadi ve fıkhi farklılıklarının İmamiyye ve Zeydilik şeklinde ortaya çıkması ve Müslümanların bir kısmının yol ve yöntemlerini belirlemesi de İslam eleştirel aklının ortaya koyduğu modeller değil midir? Bunları dışlamak ve ötekileştirmek Müslümanların dışında kimin çıkarlarına hizmet etmektedir?
Bu hususlar önemli; çünkü eğer Zeydilik ve Caferilik arasındaki farkı gözden kaçırırsanız Yemen’de neler oluyor sorusunun da cevabını bulamazsınız. Ayrıca İslam alemini kana bulayan Selefi-Şii çatışmasının enerji arz ve üretim merkezlerindeki sürekli istikrarsızlık halinin devamında nasıl kullanıldığında unutulmasını getirir. Bunlara ilaveten İmam Zeyd’in İmam Ebu Hanife’nin de hocası olduğunu bu iki alimin ortaya koyduğu görüşleri takip edenlerin aslında bir diriliş ve direniş teolojisi oluşturduğunu göz ardı ettiğimiz zaman İslam dünyasını da itaat kültürü ve çoban sürü metaforuyla izah edilmesinin tutarsızlığını da açıklamayız.
Tarihte de günümüzde Selefilik diye bir mezhep yoktur; Sünni paradigma içinde olan imam Hanbel’in yol ve yönteminin eleştirel bir yapıyla yeniden düzenleyen İbn Teymiyye’nin bakış açısıyla oluşturulan sosyo-politik bir yapılanma olan Vahhabilik vardır. Körfez ülkelerinin itikadi yapısını oluşturan bu söylemden beslenen bir çok siyasal yapılanma tekfirci/ötekileştirici eylemleriyle tarihteki Vahhabi öğretisinin yeni işlevini yine Müslüman halklara karşı yerine getirmektedir. Selefi örgütlerle mücadele eden Şii örgütlerinde öncelikli olarak Müslüman halkların dini tasavvurlarıyla uğraştığını hatırlarsak, dünyaya İslam korkusunu (İslamfobia) yayan silahlı örgütlerin itikadi yapıları da ortaya çıkmış olacaktır. 
Son olaylar ile bu çatışmalar Suriye üzerinden Türkiye’ye taşınmaya başladı. Yakında Özbekistan üzerinden Atayurd’a da taşınma ihtimali güçlenmektedir. Zaten selefi örgütlenme bütün kardeş ülkelerde alt yapısını oluşturmuş durumdadır. Afganistan-Pakistan hattı uzun süredir bu örgütler üzerinden sürekli istikrarsızlık hali yaşadığını düşündüğümüz zaman kadim dünyadaki enerji üretim ve arz merkezlerinin tamamına yakınının kendisini İslam’ın sahih temsilcisi, selefi yöntemin biricik takipçisi olarak sunan bir çok yapılanma tarafından kuşatıldığı görülmektedir.
Selefilik İslam dünyasına kendisinin biricik sahih yorum olarak sunmakta, Şiiliği tekfir ederek öncelikli savaşılması gereken olarak gördüğü malum, ama Sünni çevrelerde hakim olan sufi ve ledünni okumaları da şirk olarak görüp tekfir ettiğini de unutmamak gerekmektedir. Yani her durumda selefi söylem, tekfir zihniyeti ile medeniyet içi çatışmanın İslam aleminde her yanı kapsamıştır. Böyle olunca artık küresel sistemin aygıtlarının medeniyetler arası çatışma tezine de ihtiyaç duymamaktadır. 

· O Halde neyin söylenemeyeceğini açığa çıkarmak gerekmektedir.
Türkiye gerek fiziksel gerekse metafiziksel bir savaş içinde; yani bir yandan ulus devlet bitti söylemleri; diğer yanda ulus devlet kendini pekiştiriyor ve yeni devletçikler ortaya çıkacak söylemleri aynı anda gündemde. Üstelik komşu Müslüman devletlerde olan çatışma artık Türkiye’ye taşındı ve her gün çatışma ve şehid haberleri geliyor. Böyle durumlarda yapılacak olan nedir? Sahte ve iki yüzlü tarzların egemen olduğu dönemlerde nasıl tavır ve tutum takınılacaktır? Bu durumda “neyin söylenemeyeceğini açığa çıkarmak” gerekecektir. Bunu açıklamak için dilin sakladığı düşünceyi açığa çıkarmak ve çözümleme yapmak gerekir. Kişi nasıl bir önerme kuruyor, bunun unsurları nelerdir?
Bunu yapmak gerekir, çünkü önermeler adlardan ve onların belli bağıntılar içerisinde yer almalarından ibarettir. İşte bu bağıntıları anlamak ve çözümlemek önemlidir. Önermeyi anlamak onun anlamını kavramaktır ama onu anlamının doğru olmayı gerektirmediğini de bilmektir. Çünkü olguların resmedilenden farklı olma ihtimali her daim vardır. Önemli olan hiçbir şey söylemeyen totoloji ve çelişkiye düşmemek ve bir sınır durumu olduğunu bilmektir.
Not: Bu bağlamda bir sonraki yazı da  Sufi/ledünni ve Batini Okuma Farkı üzerinde durulacaktır.