“Lebbeyk Allâhümme lebbeyk,

Lebbeyke lâ şerîke leke lebbeyk,

İnnel hamde venni’mete leke vel mülk, lâ şerîke lek.”

İşte sana geldim emrindeyim Allahım!

Davetine icabet için buradayım.

Huzurundayım Allahım.

Senin eşin ve ortağın yoktur.

Mülk sadece sana aittir.

Bütün hamdler ve senalar sanadır.

Kabe, bir mıknatıs gibi çeker insanı. Mıknatıs demire “gel” dedikten sonra, demir yerinde durabilir mi? Coşkun ve delicesine akan bir nehrin içindeki dalgalar misali; aşkla, vecdle, huzur ve iştiyakla “Allah’ın Evi”ne akar hacılar.

Karaya vardıklarında sanki ruhlarının sarnıcından şükür damlamaya başlar. Bütün kaygılarını, korkularını, acılarını ve yalnızlıklarını gürül gürül akan bu nehrin coşkun sularına salmışlar ve umut atına binmiştir her bir hacı adayı.

Tam Kabe’nin önüne geldiklerinde, ruhlar şahlanmıştır artık. Bu kutsal mabed, her bir taşında tövbelerin, gözyaşlarının, nedametin, tüm zerrelerle Rabbe yakarmanın, acziyetin dillendirilmesinin izlerini bulundurur.

Öyle ulvi bir yere çıkmışlardır ki, dünyada bundan daha yüksek bir yer yoktur onlar için. Sanki, dünyadan uzaklaşmış ilahi bir boyutta, bambaşka bir alemde sefere başlamışlardır.

Attıkları her adım ve dudaklarından çıkan her “lebbeyk” sözcüğü ile birlikte önlerine yeni kapılar açılıyor, bu kapılardan girdikçe de geçmişlerinin karanlık perdeleri aralanıyor; pişmanlığın zirvesine tırmanırken gönül ipine tutunuyor, gözlerinden yanaklarına doğru akan iki gür çeşmenin altında, ruhlarına abdest aldırıyorlar şimdi.

Tüm bedenlerde tek zihin, tek bilinç, tek ruh, tek yürek aynı sedalarla ruhlara ağırlık yapan herşey çatırdıyor adeta. İlahi huzurun o eşsiz buğusunda; aydınlıkların en coşkulu olanıyla buluşarak içlerindeki dinmeyen hasret ateşini, acılarını ve çatlayan ruhlarını Rahman’ın rahmetiyle yıkayıp yaralarını sarıyorlar!

Dillerde dua, gönüllerde hüzün, gözlerde sağanak…

Şimdi ise “hacer-ül esved”in önündeler. Peygamberlerinin ellerinin değdiği bu mübarek taşa uzanmak için can atıyorlar hepsi. Sanki, ona dokunsalar O’nun (sav) ellerine dokunacak, onunla kucaklaşacak, onun muhteşem kokusunu tüm zerrelerine çekecekler.

Bir işaret olarak algıladıkları bu taş, nasiplilerin zihninde Rabb’leriyle olan akdin bir göstergesi olarak beliriyor. Bu taşa dokunan ya da selam veren herkes, Rabbi ile sözleşmesini yeniliyor, biatlerini bir kez daha tazeliyor sanki.

Öyle ya, dünyanın tüm güçleri; hayatın tüm dert ve sıkıntıları Rabb’leriyle yaptıkları bu ittifak karşısında yok olup gitmeye mahkum değil mi?

Allah, sevdiği kullarının gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olmuyor mu?

Bundan daha büyük izzet, bundan daha büyük şeref, bundan daha büyük mutluluk var mı?

Bu kutsal mabedin etrafında Peygamberlerinin sünneti gereğince onun vasiyet ettiği gibi tadil-i erkan içinde tam yedi kez dönüp tavaflarını tamamlıyorlar. Kitab-ül Mübin’in “apaçık işaretlerle dolu” dediği Makam-ı İbrahim’e geldiklerinde kavminin en meşhur put yontucusunun oğlu iken, putları yerle bir eden dedeleri Hz. İbrahim(as)’i anıyor her bir yürek; kimi titreyerek, kimi haşyetle sarsılarak, kimi semaya yükselen dualarla mırıldanarak.

Artık alınlar, secdede. Hz İbrahim’in sünneti gereği kılacakları namaz başladı.

Rükuya eğildiklerinde, kalplerindeki kirlerin oluk oluk önlerine boşaldığını hissediyorlar. Secdeye vardıklarında ise bütün katranlarından azad olmuş gibiler sanki.

Kapandıkları secdede başlar adeta yere yapışmış; bu uzun secde, sanki kalplerin arınma makamı olmuş.

Gözler yeniden hüzün buğusuyla sürmeli şimdi, yürekler kederli, diller duada…

Namaz sonrası başlayan yürüyüşte akıllarda sadece Hz İbrahim’in hanımı Hacer anneleri var. O’nun, bu iki tepe arasında susuzluktan kavrulan oğlu İsmail’e bir yudum su bulabilmek için koşturması, hafızalarda canlanıyor yeniden.

Hz. İbrahim’e “beni ve oğlunu Rabbine emanet ettin; aklın geride kalmasın, vekil olarak Allah yeter” diyecek kadar bir tevekkül abidesi olan Hacer Anne’nin, oğlu İsmail’in susuzluktan çatlayan dudaklarına, herkesin her gün kana kana içtiği bir damla suyu bulmak için çırpınışı, en canlı haliyle önlerinde.

Kanlar içinde kalan elleri ve ayaklarıyla uzun bir uğraş sonucu nihayet yavrusuna su bulabilmiş; İsmail’i hayat bahşeden “zemzem” den kana kana içmişti ya Allah Azze ve Celle; muradı işte böyle kulunun gayreti arkasına saklamış; azmeden ve inanan kulunu “Kerim” sıfatı ile, işte böyle nimetlendirmişti.

Kulaklarda inceden inceye bir ayet;

“İnsan için sadece çabasının karşılığı vardır”

Ezelden ebede bu teslimiyet ile Rabbe ram olmak hepsinin duası şimdi.

Diller ortak, gönüller ortak, makamlar ortak, acziyet ortak, mahfiyet ortak, bilişler ortak…

Bu bilişle yaptığı ibadetin öncesinde; layık olamayışının hüznüyle, sonrasında ise hakkını veremeyişin ezikliğiyle istiğfar ediyor; ibadetine karşılık bir mükafat beklemek edepsizliğine düşmek bir yana, ibadet edebilenlerden olmanın mükafatların en büyüğü olduğunu bilerek istiğfarına şükrünü katık eyliyor ortakça her bir gönül.

Allah’a doğru yapılan bu seferde, Kabe gibi arınmış tertemiz kalpler, Hacer Anne’nin teslimiyetiyle bağdaşınca kul menzile ulaşıyor; hakikatin kemaline eriyor; Allah’tan razı oluyor; Allah ise kuldan razı oluyor; nefis ise mutmainliği böylece yakalıyor.

***

Yazmış olduğum Kerb-ü-bela adlı roman çalışmamdan kısa bir anekdot idi yukardaki satırlar. Şu an Kabe-i Muazzama’da “lebbeyk” diye haykıran hacı adaylarının durumunu tasvir amaçlı kullandığım.

Bir çoğumuzun geleneksel algısı içinde bu anekdottaki gibi algıladığı hacc ibadetinin özüyle ilgili eminim şu ana kadar yüzlerce makale yazılmıştır. Ama özellikle son dönemlerde tüm kavramların anlamını boşaltıp, kabın dışına aldığımız gibi bu ritüel de yazık ki salt ‘bireysel’ olarak okunmakta artık.

Çünkü asıl haccın topluma karışmak olduğunu; Allah indinde hiçbir makam, mevki, saltanat, dünyaya ait en ufak bir ünvanın –aynen ihramdaki ve mezara sokulurken giydirilen kefen gibi- hiçbir anlamı olmadığını idrak etmekten uzaklaştık epeyce.

Nasıl? Günümüzdeki hacc anlayışında her (kamerî) yıl sonunda Mekke’deki Kabe (Beyt) etrafında toplanılır. İhrama girilir. Beyt tavaf edilir; etrafında yedi kez dönülür. Arafat’da vakfe’ye durulur.

Neden? Çünkü, Kâbenin bulunduğu yer, insan soyunun ilk ortaya çıktığı veya göründüğü yerdir. Tarihi bilgilerden anladığımız kadarıyla ilk çekirdek aile/aileler Kâbe’de veya civarında görünmeye başlamıştır. İnsanlar oradan çoğalarak yeryüzüne dağılmıştır.

Öyleyse Kabe, hayatta eve (beyt) dayalı yaşamı yüceltmeyi ve yaşatmayı ifade eder. İnsanlığın ve uygarlığın kökenini hatırlatır.

Çünkü Hz Adem (as) ilk evi (beyt) kuran, aileye dayalı yaşamı başlatan, bir arada yaşama hukukunu getiren (şeriat) ve insanoğlunun (yeme içme, şehvet, tutku, ihtiras) konusunda kendini frenlemesi (savm/oruç) bilinci uyandıran ilk insanın/insanların sembolüdür.

İlginçtir “Allahuekber” e benzer tek ifade Kur’an’da “Hacc-ı ekber” olarak geçer Tövbe Süresi üçüncü ayetinde.

Bu durumda diyebiliriz ki Hacc, insanlığın toplaşma, karışma, kaynaşma ve eşitlik ritüeli oluyor. Verdiği mesaj ise “Allahuekber” ifadesinin yere indiğinde nasıl anlaşılması gerektiğinin tatbikatıdır. Yani;

Allah’tan daha büyük değilsin! Ona dön!

Hacc “yöneliş” veya “yürüyüş” demek olduğundan, etrafında dönülen Kabe bir an için yukarıya çekilip alınsa ortada esas amaç kalır. Geriye iki parça beze bürünmüş, karışmış, kaynaşmış, sınıf, tabaka ve kastlardan arınmış, “eşit” hale gelmiş insanlık kalır.

İşte tüm yeryüzünde “yöneliş” buna, “yürüyüş” buna doğrudur. Hac boyunca telbiye dediğimiz “Lebbeyk Allahume lebbeyk… La şerike leke lebbeyk… İnne’l-hamde, ve’n’imete ve leke mülk la şerîke leke lebbeyk” şeklindeki haykırış; mülkün Allah’a ait olduğunun ve şirkin esasında mülk ile ilgili olduğunun apaçık ilanıdır.

Demek ki hacc ritüelinin bize öğrettiği şey; rütbe, tabaka ve kastlardan arınmış; sınıfsız topluma yöneliş ve insanlıkta, yeryüzünde, toplumlarda bunu sağlamak için durmadan çaba, gayret ve yürüyüş halinde olmaktır.

Asıl ibadet budur, diğer davranışlar bu amaca götüren amaçlardır.

Yani haccın diğer bütün hareketleri (Arafat, Müzdelife, Mina, Şeytan taşlama, kurban, bayram) bunun nasıl sağlanacağına yönelik sembolik hareket ve ritüellerdir. Her biri bu amacın bir aşamasını veya safhasını öğretir. Hacılar bunları öğrenmiş ve hacc ritüelinden gerekli talimatları çıkarmış olarak memleketlerine dönerler.

Asıl ibadet ise eve döndükten sonra başlar.

Peki bizim durumumuz nedir şimdi ona bakalım;

Öncelikle yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı üzere Hacc farizası sanıldığı ve yazık ki yapıldığı gibi salt bir “tapınma” ritüeli değildir.

Sadece Zilhicce’nin günlerine sıkıştırılmış bir ibadet değildir.

“Hac, bilinen aylardadır. Kim o aylarda haccı kendisine gerekli kılarsa hacda kadına yaklaşmak, kötülüğe sapmak, kavga ve çekişmeye girmek yoktur. İyilik olarak yaptığınızı Allah bilir. Azık edinin. Hiç kuşkusuz azığın en güzeli takvadır. Ey akıl ve gönül sahipleri, bana karşı gelmekten korunun!” (Bakara 197)

Hz Peygamber’in hayatında sadece 1 kez yapabildiği Hacc farizasına takılarak “benim peygamberim böyle yaptı” diyerek Kitab-ül mübinin hükümlerini bir tarafa atıp milyonlarca insanı bir araya getirerek faciaya davetiye çıkarmak akıl tutulmasıdır. Kur’an-ı Kerim’de haram aylar olarak tabir edilen 4 ay Hacc mevsimi olarak işaret edilmiştir ki Zilhicce ise bu haram ayların başlangıcıdır.

Orada bir eşitlenme söz konusudur.

Yani; dünyaya ait herşeyin iade edildiği, bütün emanetlerin asıl sahibi olan Allah’a bırakıldığı, makam / mevki / şan / şöhret / para / pul ve bu dünyaya ait olan ne varsa geride bırakıldığı; tıpkı mezardaki gibi yoksulla zenginin, üstteki ile alttakinin, zenci ile beyazın, Kürt ile Türk’ün, Arap ile Faris’in eşitlendiği yerdir.

Eşitlenme makamı olan buradan ayrıldıktan sonra parası olanın bırakın artık beş yıldızlıyı; altı, yedi, hatta sekiz yıldızlı otellerde konaklaması apayrı bir tartışma konusu!

Tıpkı Cuma namazı gibi müslüman dünyanın sorunlarının görüşülmesi ve çözüme kavuşturulması gereken bir makamdır…

Yani; yeryüzündeki müslümanlar bir araya gelecek; Allah’ın evi olarak addedilen (beytullah) Kabe’de toplanacak, kendi dindaşlarının ve insanlık aleminin sorunlarını masaya yatıracak onlara çözüm bulma gayretinde olacak; yetimin, yoksulun, düşkünün, kimsesizin derdine derman olmak için çaba gösterilecek ve bunun 1 yıllık planı yapılacaktır…

Ama bizim tek derdimiz var; “kendimizi kurtarmak!”Oraya gidiyor, Kabe’nin etrafını tavaf ediyor, Safa ile Merve arasında gidip geliyor, kurbanımızı kesiyor ve içi boşaltılmış ve sadece kuru bir ritüel haline sokulup ruhu alınmış sadece cesedi kalmış bu kavramlar ile Hacc farizasını ifa ettiğimizi sanıyoruz!

İslâm dininin kutsal mekanlarının tanınmaz hale gelmesini hiç saymıyorum bile. Geçen yıl kesilen kurban sayısını 1 milyon olarak gösteriyor araştırmalar. Açlıktan ölen Sudan ile Mekke arası sadece 400 km ama!