Maruzat:
07/01/2015 tarihinde Fransa’nın 11 Eylül’ü diye nitelendirilen ve Karikatür dergisine yapılan saldırıda 12 kişi öldürüldü. Geçen ay Taliban Afganistan da bir okulu basıp çoğu çocuk 148 kişiyi katletti. Bir de Boko Haram diye bir örgüt çıktı, Afrika’yı kana buluyor ve çoğunlukla çocuk kaçırıyor. Bütün dünya da İslam denilince artık, kan ve şiddet ile özdeşleşiyor. 06/01/2015 tarihinde Sultanahmet bir polisin şehit olduğu eylemin de selefi bir yapı tarafından yapılma ihtimali varmış. Şii-selefi adı altında Müslümanların birbirini kıyımı da devam ediyor.
Bu fiili özgürlük için yapılıyor deniliyor, peki bunca şiddet nasıl “Fikri Yapının Ürünüdür?” ve bu eylemlerin meşruiyetini sağlayan “Fıkhi özgürlük” hiç sağlanabilmiş midir?  Bu bağlamda Çorum İlahiyat Fakültesi’nde “Dini Düşüncede Yenilik Sorunu” adlı seçmeli derste okutulan metinlerden hareketle oluşturulan ve Rıhle dergisinin Ocak ayı için hazırlanan yazıyı Paris saldırısı üzerine “inşa edilen yeni din” tasavvurundan beri olduğumuzu göstermek için dipnotlardan arındılarak yayımlanmaya karar verdim. Tekrarlar için lütfen mazur görünüz.

•DURUM TESPİTİ:
İslam dünyası kuzey Afrika’dan Arap Ülkeleri, İran, Pakistan, Afganistan’a oradan İç Asya’daki Türk Devletleri, Kafkasya ve Türkiye’ye kadar alan “lanetli ve/ya kriz bölgesi” olarak belirlenmişti. O tarihten itibaren buralarda ya iç çatışmalar ya da dış müdahelerle “sürekli bir istikrarsızlık hali” yaşanmaktadır. Ortadoğu, Yakın Doğu ve Uzakdoğu gibi nitelemeler yüzyıl önce sömürge güçleri tarafından yapılmış, stratejik ve jeo-felsefi tanımlamalar olup, bölgeler daima kavga ve kargaşaya müsait bir şekilde düzenlenmişti.
Buralara dikkat edildiği zaman ya enerji (su-petrol, gaz ve diğer değerli madenler) üretim merkezleri ya da enerji arz merkezleri olduğu gözlemlenmektedir. Körfez ülkeleri hariç, bölge halkları bu zenginliklerden asla istifade edemediği gibi temel insan hakları ihlal edilmekte, insanlar yarın ne olacak tedirginli içinde yaşamaktadır.
11 Eylül 2001 tarihinde ABD ikiz kulelerine olan saldırı aslında bir yeni yüzyılın veya örtülü olarak 3. Dünya savaşının da başlangıcı diyebiliriz. ABD ön planda, arka planda “commonwealht” ülkeleri ve özellikle İngiltere ve AB merkezli küresel güçler, enerji üretim ve arz merkezlerine, demokrasi insan hakları vb gerekçelerle müdahalelerde bulunmaya başladı. Irak’tan başlayarak (bir zamanlar “İpek Yolu”nun güney hattı olan) Afganistan ve Pakistan bölgesine kadar alanda “sürekli bir istikrarsızlık” durumu oluşturuldu. Bu tarihten itibaren bölgelere yönelik yeni operasyonlar düzenlendi. 2010 yılında demokratikleşme umudunu yeşerten Arap Baharı adı altında Kuzey Afrika ve Ortadoğu da hareketlenmeler yaşandı.
Son gelinen aşamada, bırakın baharı, çok sert ve uzun sürecek bir kış mevsimi olacağını göstermektedir.  Özellikle Mısır, Irak ve Suriye’de yaşananlar Müslümanların birbirini din adı altından nasıl kırdığını ya da kırdırıldığını, bunun Türkiye’yi tehdit eder hale geleceğini Yemen’deki alandan bilgileri içeren bir seri yazı ile kamuoyunun bilgisine sunuldu.
Bu yazılarda Peygamber efendimizin Veda Hutbesi ile temel insan haklarını net bir şekilde açıklamasına rağmen nasıl oldu da Arap dünyası tekrar cahili sisteme (ebevi/kabilevi nizam, patrimonyal yapı) dönüştüğünü, mezhep savaşlarıyla sömürge güçlerinin bölgeyi sürekli istikrarsız halde tuttuğunu vurguladık. Özellikle son dönemde ortaya çıkan ve kendilerini selefi olarak söyleyen birimlerin Sünni-Şii çatışmasını güçlendirdiğini, oysa Selefiliğin bir mezhep bile olmadığını, bunun bir söylem/yöntem olduğunu, Sünni yapıyı asla temsil edemeyeceğini belirtildi. Çünkü İslam tarihini analitik bir şekilde  inceleyen kişi nin hicri 3 asra kadar olan Selefi öğreti ile günümüzde sunulan siyasi/itikadi model  arasında irtibat kurması oldukça zordur.
Nitekim Selefiye önceleri bir ekol/fırka olmaktan ziyade erken dönem anlayışını muhafaza etmeye çalışan bir söylemdi.  Mezhepleşme süreci h.2 asrın ortalarından itibaren başlamış, Ahmed b. Hanbel ile billurlaşmış, İbnTeymiye ve İbn Kayyim el-Cevziye (ö.751) ile sistemleşmiştir.  Oysa Muhammed b. Abdilvehhab’ın öğretisi bu yolu takip etme iddiasına rağmen aşırı yorumlarla tam bir fanatizme dönüşmüştür. Bu nedenle Vehhabi öğretinin  selefilik diye sunduğu model ile “selef-i salihin” arasında bir özdeşlik kurulması imkansızdır.
Burada dikkat edilecek husus, İslam akaidinin teşekkül dönemlerini dikkate almadan sahabe ve tabiun yöntemini takip ediyoruz diye oluşturulan (neo) Selefi öğreti, islam dünyasının Tevhid/akaid tasavvurunun tek temsilcisi olduğunu iddia etmektedir.  İşid, Taliban gibi örgütlerin İslam ve selefi düşünce adına yaptığı eylemler ise “İslamfobia^yı besleyen unsurlara dönüştü.
En son 5-9 Aralık 2014 tarihleri arasında Endülüs’e yaptığımız kültürel gezide öğrendiğimiz bir husus bu yanlış algılamanın boyutlarını net göstermektedir. Tika, Sevilla/işbiliye’de bir evin mescid haline getirilme projesini üstlenmiş ve küçük şirin bir yapı oluşturulmuş. Ama basında Türkiye’nin İşid’e destek verdiği ve bu camide örgüte eleman toplanıldığı iddiasını yaymışlar, imam bir çok tehditler almış. Bu da radikalizm, fundemantalizm gibi sözcüklerinin son dönemlerde  nasıl İslam ile kolayca özdeş haline getirildiğini göstermektedir.
Velhasıl Arapların kabile kavgalarının ilk dönemlerden itibaren iktidarı ele geçirmek için dini verileri kullandığını, hilafet ve mezheplerin farklılıklarının meşruiyet aracı olarak kullanıldığını söyledik. Bu paradoksa düşmeyen, Arapların iç çatışmaları dışında gelişen tek öğretinin Hanefi ve Maturidilik olduğu gerçeğini hatırlatıldı. Modern anlamda sivil, özgürlükçü bir hukuki ve itikadi yapı sunan öğretinin yeni siyasi, itikadi/selefi yapılanmalar ile dinin siyasete meşruiyet aracı olarak kullanılmasına karşı  ahlak ve siyaset felsefesi açısından özellikle özgürlük teolojisi bağlamında yeniden güncellenmesinin panzehir olduğunu gündeme getirildi.
Neo selefi ve tekfirci söylemde  kelam ve felsefe ise zaten dışlanır. Halbuki kelam,  insanlığın Hz. Adem’den (ister isim ister sıfat olarak alınsın) itibaren ki birimini ilahi ve beşeri bilgi kategorisinde inceleyip özel anlamda İslam yani Hz. Muhammed (sav) gönderilen şeriatin itikadi yapısını oluşturan ve diğer tasavvurlara karşı diyalektik/cedel yöntemini kullanarak  savunan disiplindir. Felsefe ise, kişinin gücü yettiği ölçüde Hakk’ın ve HayrIn bilgisine sahip olması için ilk peygamberden itibaren ki düşünce serüvenini eleştirel, rasyonel bir şekilde inceleyen, kim Hakikat’e dair sahih bilgi olarak ne getirirse ona şükran duyan, bunları bir sistem içinde açıklamaya çalışan hikmet disiplinidir. Hz. Muhammed’i (sav)  “rol model olarak görüp, farklı zaman ve mekânlarda, farklı şartlarda yaşanılan an’a dair tutum ve davranışlarını oluşturmada örnek olarak görmenin imkanını araştırır.
Hanefi fıkhı ve Maturidi itikadi yapıyı içselleştiren Yesevi gelenekle  Türkler Atayurtları ile Anayurtları (Anadolu) arasında yani bir zamanlar medeniyet mihveri olan İpek yolu üzerinde kurduğu devletlerle bu rol modelliği hayata taşıdı.  Türkiye Cumhuriyeti bu kültürün son temsilcisi olarak, laik yapısıyla din ile devlet arasında mesafeyi korurken, Yesevi gelenek işlevselliğini aslında hep devam ettirdi.  Aslında derken, kastım şudur: Cumhurbaşkanlığı forsundaki 16 yıldızla simgelenen devletleri kuran “ortak akıl/vicdan”, din ile siyaset arasındaki ilişkisinin her daim olacağını ve suiistimal edileceğini bildiğinden tarikatlar ve zaviyeler kanunu ile Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarında olası yanlışlıkların ve önceki suiistimallerin devam etme riskinin önüne geçtiği varsayılabilir. Bununla birlikte Yesevi geleneğini, yani İpek yolundaki fetholunan her bölgeyi “Türk eli” haline getiren ve yurtlandıran  kalplere hitap eden, şeriat, tarikat ve hakikat üçlemesini İman, İslam, İhsan aşamalarıyla içselleştiren birimleri bir şekilde yaşatan zihniyeti bu kanuni önlemle birlikte koruduğu ihtimali de göz önüne alınmalıdır. Bu tarihsel birikim ve onun aksaklıklarını giderme dönemindeki yaşanılan ve “laikliği dinsel bir ideoloji olarak kullanmak”tan kaynaklanan bir çok olumsuzluğa rağmen, günümüzde küresel sömürgeyi meşruiyet sağlama tezi olan “Medeniyetler Arası Savaş” tezini çürütebilecek geleneği tevarüs eden tek ülkenin Türkiye olduğu bir gerçektir.  İşte bu nedenle, bunu sağlayan birikim bize göre, İslam ülkeleri içinde Ehl-i Sünnet inancının Hanefi-Maturidi öğretisini içselleştiren, hayata geçiren Yesevi geleneğidir.

•GEREKÇE:
Selçuklu ve Osmanlı devletleri, İslam dünyasının önemli bir kısmını uzun süre yönetimleri altında tutması nedeniyle, siyasi, itikadi ve iktisadi açıdan kendine özgün bir sistem oluşturmuştu. Son zamanlarında yaşanan kırılmaları gidermek için sürekli tanzimler yapan, ıslahatlar deneyen, meşrutiyet arayışlarında bulunan Osmanlı devletinin “ Üç Tarz-ı Siyaset’ini değerlendiren Türkiye Cumhuriyeti kurucu eliti, fiili özgürlüğünü temin edince, fıkhı/hukuki ve fikri özgürlüğünü temin edebilmek için radikal adımlar attı.
Bu bağlamda yakın dönem tarihimiz hepimizin malumu: Resmi/jakoben modernleşme projelerini hayata geçirdi. Böylece itikadi/dini modernleşmenin sağlanacağını, bunun da bireysel özgürlük sağlayacağını düşündü. Bunun artıları ve eksileri daima müzakere ediliyor, ama burada söyleyeceğim husus,  İslam âleminde bu deneyimi sağlayan sadece Türkiye Cumhuriyeti olmuştur.  Nasıl özellikle Osmanlı tarihini bilmeden İslam tarihi yazılamazsa, İslam dünyasında modernleşme/ıslah hareketlerini ve başarı oranlarını analiz etmek de Selçuklu, Osmanlı-Türkiye Cumhuriyeti kültürel sürekliliğini bilmeden olmaz.
Osmanlı dönemini cahiliye/fetret ve zulüm olarak adlandırarak bağımsızlık hareketlerini başlattıklarını söyleyen Arap kabileleri, monarşik krallıklarla (sözde) fiili bağımsızlıklarını kazandılar, ama kabile yapısı zihniyetinden asla kurtulamadılar. Fıkhı özgürlüklerini teknik deyimle tecdidlerini sağlayan bir Arap ülkesi var mıdır? İslam devleti olduğunu söyleyen ülkelere temel insan hakları açısından bir bakınız! Özellikle Mısır başta olmak üzere Arap Baharı adı ile başlayan direniş hareketlerinin nasıl bastırıldığını ve bunlara meşruiyet sağlayan alimleri görünce fıkhı özgürlüğün asla temin edilemediğini gördük. Fıkhı özgürlük için fikri özgürlük gerekir, diyerek bunun da olmadığını söylemek mümkün. Fakat Arap dünyasını modernleşmesinde laik yöntemi benimsemiş Müslüman aydınlar veya Hıristiyan Arap alimlerinin en azından fikri özgürlük için bir özgün duruş sergilemesi gerekmez miydi?

•KARŞI SORU/N: Bu bağlamda resmi/jakoben modernleşmenin itikadi/dini modernleşmeyi temin edeceğine düşünerek bireysel özgürlüğün sağlanacağını varsayan söylemin de ülkemizde nasıl travmalara yol açtığı da bir gerçektir. Bununla yüzleşmek, hesaplaşmak, özeleştiri yapmak gerekir ama bu başka bir yazının konusudur.

•AÇIKLAMA: İşte tam bu noktada ülkemizdeki jakoben modernleşme travmasının hasarını en aza indirgeyen Yesevi geleneğini Hanefi-Maturidi öğretiyle yaşatan cemaatler olduğunu söylemek gerekiyor. Bunların bir sivil toplum kuruluşu olmaya yönelik çabalarını, buradaki kırılma noktalarını göz önünde tutarak değerlendirme yapmak gerekiyor. Bu bağlamda özellikle  geleneksel cemaatçi ilişkilerin yeniden güncellik kazanması ve bu cemaatlerin birer sivil toplum kuruluşu (STK) olma yönündeki engelleri ayrıca müzakere etmek gerekiyor.

•HORASAN KÜLTÜRÜ VE YESEVİ GELENEĞİNİN ÖNEMİ
Turkiye Cumhuriyetinin kurucu eliti bir yandan toptan jakoben bir tarzda fiili/fikri/dini ıslahatlar yaparken tekke ve zaviyeler kanunu ile dini cemaatler, tarikatler vb yapıları hukuken yasakladı. Ama diğer yandan bir şekilde (illegal de değil, dernekler, kurslar vb adı altında) yaşamalarını sürdürmesine gözyummdu. Aslında bu tavırla siyaset ile din arasındaki ilişkiyi sürekli kontrol altında tuttuğunu söylediğim zaman bir çok gönül insanı hafiften incindi. Çünkü yönetici kesim, bu cemaat ve tarikatların önde gelenleriyle görüşüp, bütün müntesiplerine ulaşabiliyor ve bir nevi siyasi kontrol altında tutuyordur. 
Eğer yakın tarih içindeki gelişmeler ve Yesevi geleneğinin Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyetindeki kültürel sürekliliğinin tarihini göz ardı edersek, dini değerleri öncelediğini her durumda açıklayan mevcut hükümetin önemi bir figürünün “Biz varız ki siz varsınız” söyleminin tuhaflığı da ortaya çıkar. Bu güç bozar, mutlak güç mutlak bozar siyasi tespitinin tipik bir tezahürü olarak ortaya çıkar ve dini yapıları doğrudan mevcut hükümetin varlığıyla özdeşleştirme hatasına düşürür. Çünkü Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat ve Yesevi Geleneğini benimseyen Nakşi yapı, aslında her daim siyasete mesafeli durmuştur, orayı soba gibi görür, yakın durursa yanar, uzak durursa donar, üstelik kadim bir devlet geleneğini de bağlıdırlar. Son MGK toplantısında bunu ihlal eden bir cemaate yönelik önlemler bağlamında genelleştirerek bütün cemaatlere yönelik eylem planlamaları hazırlanması, ülkenin neo-selefi söylemlerin operasyonlarına açık hale getirecektir.
Eğer yüzyıllardır fethedilen toprakları yurtlandıran bu metafizik temellendirmeler ve uygulamalara toptancı bir yaklaşım içinde bulunulursa, başarısız kalacağı son 28 Şubat sürecinde görüldü. Bu sefer dini değerleri öncelediğini söyleyen ve İHL ve İlahiyat fakülteleri ve bir takım yeni vakıflar ile kadim cemaat ve geleneklerin boşluğu doldurulacak diye düşünülüyorsa bu da vahim bir hata olur. Çünkü İHL ve İlahiyat Fakülteleri de neticede resmi modernleşme projeleri olarak kabul görür ve buraya talebe gönderen gruplar ve cemaatlerin etkisini kırmada etkili olamaz.  Zaten  bu resmi okullar ile yeni barışmış olan geleneksel grupları tekrar içlerine kapanmalarına neden olmanın üstelik de bunu “dindar nesil” adı altında yapmanın makul olmadığı açıktır.  Nitekim bu bağlamda Selçuklu’dan itibaren felsefe ve dini disiplinleri bir arada okutan, mantık bilmeyenin ilmine güvenilmeyeceği üzerine kurulu bir sistemden felsefe grubu derslerini kaldırarak yapmaya çalışmak, ülkemiz üzerindeki yeni selefi okumaların etkisini artırmaktan başka işe yaramayacaktır.
Bu husus üzerinde özellikle durulmalıdır. Eğer Abdulaziz Bekkine ve Nurettin Topçu merkezli Aksiyon felsefesi zedelenirse,  Süleyman Hilmi Tunahan ve talebelerinin yaptığı Kur’an hizmeti ve Hanefi fıkıh ve Maturidi akaid anlayışı küstürülürse, Said Nursi ve talebelerinin gerek kuruluş dönemi gerekse sonraki dönemlerinde pozitivist söyleme karşı dini değerleri önceleyen yapı hiçbir ayırım yapılmadan dışlanırsa, bundan selefi söylem kazanır.
Mehmet Zahid Kotku merkezli Hanefi  Maturidi ve bunlar ışığında sufileşmiş geleneğin akademik hayat üzerindeki etkisi yok edilir. Abdulhakim Arsavi ve dini tasavvurunun Türkiye merkezli çalışmaları aksar. Mahmut Sami Ramazanoğlu ve talebelerinin Türkiye ve Türkiye dışında Hanefi Maturidi geleneği sufi yorumuyla yaşaması ve yaşatmasında hizmet eden gönüller kırılır. Esat Çoşan hocam ve talebelerinin bütün dünyadaki çalışmaları aksar.
Benim açımdan ise Dr. Emin Acar Ankara Hacı bayram’da Türkiye ve İslam dünyasındaki olayları Hanefi Maturidi gelenek ve gönüllerdeki yansımalarına halel gelir. Bu gönüllere hitap eden güzel insanların sahip olduğu “Alp/eren Gelenek” ve “Muhsini Duruş” örselenirse, dil, din, ırk ayrımı gözetmeden insanlara hitap eden zihniyet zedelenir ki, bu ülkemizdeki aidiyetin selefi zihniyet lehine çözüleceğini gösterir.  Bu noktada Yesevi Geleneğininden ne kastettiğimizi ve tarihsel temellendirmemizi ana hatlarıyla vermek istiyoruz:

•HORASAN ALPERENLERİ VE YESEVİ GELENEK
Kabilevi/patrimonyal Arap ve Fars kültürünün Selefilik ve Şiilik adı altında yürüttüğü iktidar kavgasıyla İslam dünyasının önemli bir kısmı sürekli istikrarsızlık hali yaşıyor. Bu kavganın dışında kalan Maturidi-Hanefi kültür ve bunların gönüllere hitap eden Yesevi geleneğini güncellemek tek çıkar yoludur. Çünkü Horasan erenleri, elinin emeği, gözünün nuru ile geçinen ve Atayurt’tan (İç Asya) kalkıp,  Ön Asya (Anadolu) yürüyen, buraların yurtlandırılıp vatan kılınmasında öncülük yapmış alperenlerden oluşur. Bunların dilinde şiddet, öfke, kavga yoktur. Bunlarda tebliğ söz ile değil hal iledir. “İş kutsaldır, geçim elinin emeğidir; Hak ehli halk içredir; göz ayağa bakmak, gönül Allah’a varmak içindir; insanı sev, kötüye iyilik eyle” diyen bir yapıdır. Anadolu'ya gelen Ahmet Yesevi dervişleri, kimseye el açmayan, elinin emeği ile geçinen, toprağa, vatana, devlete ve dine bağlı, prensipli, disiplinli ve örnek insanlardı. Melami niteliği bundan dolayıdır, rahmetli babamın “oğlum gölgen bile kimseye ağır olmayacak” sözü buradandı galiba!
 Melamimeşrep Horasan alperenleri  İslam’ın Anadolu toprağıyla terkibiydi.  Üstad Sezai Karakoç’un ifadesiyle, Selçuklu ile müslümanlaşan Anadolu kendini ancak, büyük bir metafizik hamleyle koruyabilir ve büyük bir tarihi oluşla yeniden kurabilirdi. Bunu da Ahmed Yesevi’nin müridleri olan Horasan alperenleri gerçekleştirdi. Horasan alperenleri Anadolu insanına yaşama ümidi ve mücadele gücü verdiler. Halkın yıkılan maneviyatını yükselttiler. Birlik ve beraberliğin sağlanmasında, dayanışma ve direnme gücünün artmasında müspet rol oynadılar. Öte yandan diğer dinlerin mensuplarına karşı da son derece müsamahâlı davrandılar. Onları din değiştirmeye zorlamadılar. Bu insani davranışlarıyla Müslümanlığın Anadolu'da en ücra köşelere kadar yayılmasını ve benimsenmesini sağladılar.

•Horasan bölgesinin Tarihsel ve Güncel Konumu
Horasan Türk ve İslam tarihi açısından büyük öneme haiz bir coğrafyadır. Bu coğrafyanın unsurları İran, Afganistan, Tacikistan, Türkmenistan ve Azerbaycan ile Özbekistan'ın bazı bölgelerini kapsar. Buralar, İpek yolunun ana mihverlerinden biri olup, Türklerin göç tarihine, tarihsel, sosyal ve kültürel yapısındaki değişim ve dönüşümlere karşılık gelir.
Son yıllarda ismi belirtilen yerlerdeki görülen kaos ve karmaşanın arka planında bu bölgenin yani İpek yolunun 2. hattının yeniden medeniyet mihveri olması yatmaktadır. Mevcut enerji kaynaklarının ve enerji geçiş hatlarının önemli bir kısmını bu bölgeler veya bu bölgelerle irtibatlı olduğunu gördüğümüz zaman gerek ulusal gerekse uluslararası alanda yaşanan sorunların çözümünün bölgeyi iyi okumak ve analiz etmekten geçtiği görülmektedir. Bu noktada Horasan’ın önemini bir de kültürel açıdan değerlendirmek gerekir. Çünkü Horasan’ın önemi pek çok dini ve felsefi akımı barındırmasından da kaynaklanmaktadır. Horasan Yahudilik, Nesturilik, Zerdüştlük, Maniheizm, Budizm, Şamanizm gibi pek çok din hakkında önemli tarihi verilere sahip bir yer olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bölge, İslam dini merkezli olarak incelendiğinde ise, dini ilimler tarihinde de çok önemli bir yere sahip olduğu ortaya çıkacaktır. Tefsir, kıraat, hadis gibi ilimlerde önemli âlimler burada yetişmiştir.  Özellikle Türklerin büyük çoğunluğunun fıkıh anlayışını oluşturan Hanefi mezhebi açısından çok önemli bir yerdir. Hanefi mezhebinin yayıldığı, görüşlerinin öğretildiği hükümlerinin uygulandığı ilk bölgelerin başında Horasan gelir. Hanefi mezhebinin ve görüşlerinin yayıldığı en belirgin şehir, Belh olmuş ve bu bölgedeki fakihlere “Belh meşayihi” denilmiştir. Bu horasandaki fıkhi faaliyetlerinde bir göstergesidir.
1071 Malazgirt Zaferi'nin öncesinde ve sonrasında Anadolu'ya Horasan'dan gelen erenler, alp-erenler, tahta kılıçlı yiğitlerin yetiştiği yerler olan tasavvufu dergahlarının işlevini de  da özellikle vurgulamak gerekir. Belh, Nişabur ve Merv şehirlerinde ortaya çıkan tasavvufi ekoller ve bunlara mensup olanlar göç yolları boyunca etkili olmuştur, buralarda islamın yayılmasına ve toprakların yurtlandırılmasına ön ayak olmuşlardır. O dönemde zühhad adı altında bir grup ortaya çıkmış ve sufilerin faaliyetleri yoğunluk kazanmıştır. Hamdun el-Kessar, Ebu Said-i Ebu’l Hayr gibi büyük sufiler tarafından temsil edilen Horasan Melametiyyesi’nin tasavvuf anlayışı daha sonra pek çok sufi tarafından benimsenerek devam ettirilmiştir. Bunlar arasından Muhyiddin İbnu’l-Arabi, Evhadüddin Kirmani, Fahreddin’i Iraki, Necmeddin i Daye, Sadreddin Konevi, Müeyyidüddin i Cendi, Saiduddin el-Fergani, Afifüddin et-Tilimsani ve Mevlana Celaleddini Rumi gibi ilimler bulunmaktadır. Horasan bölgesinde yaygın tarikatlar arasında Yeseviyye’nin de büyük önemi vardır. Dolayısıyla Anadolu ve kültürünü anlamak, Horasan ve bölgesini anlamak ve oranın ruhunu içselleştirmekten geçmektedir
Horasan alperenlerinin bir diğer önemi de şu noktada ortaya çıkar: İslam’la tanışan Türkler temel-öz niteliklerini kaybetmek şöyle dursun yerine yeni değerler ilave ederek Müslüman=Türk diye anılmaya başlamıştır. Nitekim İslam’ı kabul etmeyen ve diğer göç yollarını kullanan Türkler kimlik kaybına uğramışlar ve dönüşmüşlerdir. (Hun/Macar, Hazar; Bulgar, Volga Kama Türkleri gibi) Bu da Talas Savaşı sonrasının iyi değerlendirilmesiyle anlaşılacak bir durumdur. Bu açıdan Türklerin benliğini koruyan besleyen ve onu dışarıya aktarabilecek bir konuma getiren Horasan kavramsallaştırmasının çok iyi anlaşılması gerekmektedir.
Bununla birlikte diğer damar yani İslamiyet öncesi (Şamanist) Türk kültür yaşantısında önemli olan ozan-baksı geleneğinin dönüşerek, Anadolu kültürünün kodlarını belirlemeye devam ettiğini söylemek gerekir. Bu bağlamda şamanistik dönemde başlayan süreç, Orta Asya'nın ozan baksılarından günümüz Ozan Barış'ına (Barış Manço), Bozkırın Tezenesi Neşet Ertaş’a kadar uzun bir silsileyi oluşturduğunu söylersek, şiddet ve terör ile özdeşleştirilen bir Horasan tipolojisinin tahribatının boyutlarını daha iyi anlayabiliriz.

•Şanlı Tarih Sendromu mu?
İç Asya ve Ön AsyaTürkiye’nin son onlu yıllarda sosyo-politik anlamda gösterdiği ilerleme, demokratikleşme ve kültürel açıdan tarihsel kodlarını keşfetme süreciyle paralel gidiyordu.  Bu açıdan modern dünyanın popüler kültür yaklaşımıyla gündemden düşürülmeyen "içindeki gücü keşfet!" söylemi, kendi köklerimiz bağlamında düşünüldüğünde Anadolu'nun iç dinamiklerinin güncellenmesi bağlamında önemli bir yer tutuyordu. Ama şimdi ters bir rüzgar esti ya da biz “şanlı tarih sendromu”na yakalandık, tedbiri elden bıraktık! Ön Asya; yani Anadolu’yu yurt yapan, burayı bir “Türk eli” kılan temel dinamiklerimizin temeli İç Asya; yani Atayurt, (Semerkant, Buhara ve Horasan) merkezlidir.  Bu anlamda, "Horasan'dan ışığını alan Anadolu; dünyayı aydınlatacak." cümlesi, sloganik bir çıkıştan öte medeniyet bazında bir derinliği içeriyordu.Türkiye Türkleri varlıksal olarak Anayurt/Anadolu’dalar, ama bilgisel temelleri olarak Atayurt, Horasan, Buhara ve Semerkant merkezlidir. Bunu bütün dünyaya yansıtacak merkez Anadolu ve Türkiye Cumhuriyetidir. Bunun gerekçesini ise jeopolitik konumumuzu ana hatlarıyla inceleyince anlaşılacaktır.

•Jeopolitik konum
Kara Hakimiyet Teorisine göre, buraları dünyanın kalbidir. Seyhan, Ceyhan (Sir ve Amu Derya) ırmakları ve Aral gölü civarında yerleşen Türkler, burada ve diğer bölgelerde çok sayıda devletler kurmuşlardır. Özellikle Çin’den başlayarak Akdeniz ve Karadeniz kıyılarına kadar ulaşan İpek Yolu’nu hâkimiyetlerine alarak, Doğu ile Batı kültür ve medeniyetleri üzerinde etkili olmuştur. Türkler, Doğu ile Batı âlemini birbirine bağlayan ve yüzyıllarca medeniyet mihveri olan İpek Yolundaki yerleri fethetmişler, zaman ve mekânın şartlarına göre egemenliklerini pekiştirmişler, gittikleri her bölgeyi Atayurttan aldıkları temel değerlerle “vatan”laştırmışlardır. Bu nedenle dünya siyasi coğrafyasında birçok Türk(eli)  vardır ve Anadolu’ya yüzyıllar öncesinde Türkeli, yani Türklerin yaşadığı yer anlamını Batılılar vermiştir.
Selçuklu, Osmanlı, Türkiye Cumhuriyeti kültürel silsilesinin ve Anadolu’yu yurtlaştırmalarının temelleri Horasan’da atılmıştır. Osmanlı'yı kuran Ertuğrul Gazi liderliğindeki Oğuzların Bozok Kolunun Kayı Boyu, Horasan bölgesinden Anadolu'ya gelmiş ve I. Alaaddin Keykubat tarafından ilk olarak Ankara Karacadağ'a yerleştirilmiştir. Söğüt ve Domaniç kendilerine yaylak ve kışlak olarak verilmiştir.1243 Kösedağ Savaşı'ndan sonra bir kez daha huzuru kaçan Anadolu'da siyasi, sosyal ve ekonomik çalkantılar yaşanmıştır. Halka adil davranan iyi eğitilmiş devlet adamları, 1299'da Osmanlı Devleti'nin kuruluşuyla adeta Horasan geleneğinin devamını gerçekleştirmişlerdir. Tabir-i caizse, bu millet, Horasan Harcı ile yoğrulduğundan üç kıtada yüzyıllardır, adalet ve barışın simgesi olarak hükümran olmuşlardır.

•Gönüllerin Fethi:
Horasan ve Horasan merkezli kültürün vurgulanmasıyla Anadolu'ya gelen Horasan erenlerinin, alim ve arif tavır ve tutumlarıyla bölgenin fethine hazır bulunuşluk sağlamışlardır. Horasan erenleri (İmam Rabbani, Şah Nakşibendi, Muhammed Baki Billah, Abdullahi Dehlevi ve buna benzer birçok gönül sultanı)  bu coğrafyada yetişmiştir. Müridlerini simgesel olarak çok önemli olan tahta kılıçlarıyla sürekli Batı istikametine yönlendirerek, insanların gönüllerini fethet göndermişlerdir. Nitekim sözlük anlamına baktığımız zaman Horasan terimi, güneş anlamına gelen hur  ile gelen veya doğan anlamlarına gelen asan kelimelerinin birleşmesiyle oluşmuştur. Bu şekilde güneşin doğduğu yer anlamına gelen Horasan, adından mülhem tarihte hep bir aydınlık merkezi olmuştur.
Gönül fatihlerinin yanı sıra fıkıh alanında İmamı Azam ve itikad alanında İmamı Maturidi gibi mezhep imamları, İmamı Buhari ve Tibrizi gibi hadis alimleri, Fahrettin-i Raziler gibi tefsir ve astronomide mahir alimler Horasan’ın aydınlık toprağında yaşamışlardır ve Türk İslam medeniyetinin mimarları arasında yer almışlardır. Şimdi Sünnilik ile kendini özdeşleştirdiğini söyleyen İşhid ve Şii çatışmasınının dışına çıkmak için niçin  Horasan kültürü ve Yesevi geleneğini içselleştirmemiz gerektiği daha açık hale gelmiştir diye düşünüyorum. Zira sadece  “Kafir bile olsa kimsenin kalbini kırma! Çünkü kalp kırmak, Allah Tealayı kırmaktır” diyen  gönül yapısı ile   Peygamberimizin mührünü şiddet ile özdeşleştiren İshid’in yaydığı İslamfobia’nın etkisi yok edilebilir.
Horasan'ın damarlarından gürül gürül akmış olan erenler, alp-erenler, yiğitler; Anadolu'nun kaderini değiştirmişdi; yakın dönemde bölgenin kaderini değiştirmeye başlamıştı. Bu değişim ve dönüşüm bitecek, yerine başkalamış alacaktır.

•FERDİ TECDİD İÇİN YESEVİ GELENEK
Arapların fili özgürlüklerini fıkhı ve fikri tecdidle desteklemekte başarılı olmadığı bir gerçek. Ama körfez ülkelerinin modernleşmeyi batılı anlamda teknolojik olarak son aşamalarda takip ettikleri de bir realite. Maalesef bu verileri ülkelerinde kabilevi yapıyı güçlendirmek için kullanıyorlar, temel insan haklarının yani bireysel tecdidin ne derece de sağlandığı da malumu ilam olur.
İşte bizim farkımız da burada yatıyor, Yesevi gelenek, gerek önceki dönemlerde gerekse Türkiye Cumhuriyeti döneminde tepeden inme jakoben modernleşme çabalarının içeriğini müzakere ederek, bireye yönelmiş, tabiri caizse tedbiru’l-mutevahhidin üzerinde yoğunlaşmıştır.

•Tedbiru’l-mütevahhidin/menzil/müdün:
Bunu İbn Bacce’nin öğretisinden mülhem olarak her mümin/e için gerekli olan, içe hicret ederek, yanlışa evet demeden, olası yanlış tutum ve davranışları düşmeden bireysel bir tecdid ile başlar insanın fikri ve fıkhi yenilenmesi.28 şubat 1997 travmasını yani tepeden inme din alanında yeni bir modernleşme projesinde kanuni yaptırımların hukuki olmadığını, bunun dini ve bireysel tecdid içermediğini müzakere etmek ve bir direniş bilinci  oluşturmak için İbn Bacce’nin terimini ve Nurettin Topçu'nun İsyan Ahlakında belirttiği durumu yani itaatkar itaatsiz terimini güncellemek  için kullanmıştım.
Yesevi gelenek her daim bireyi önceler, hesap sormak değil, hesap vermek üzerine kuruludur, iman, İslam ve ihsanı, şeriat tarikat ve hakikat şeklinde bireysel yaşama aktarmayı söyler Halk inçinde her daim Hak ile beraberliğini vurgular. Şiddet, 3 şahısların haklarının ihlali yoktur. Bunu yapanlar varsa, devlet ve siyaset arasındaki mesafeyi ayarlamayanlardır ki, bunlar yüzünden diğerlerinin de hedefe alınmaması gerekir.
Allah’ı birleyen (mütevahhid) gerekli önlemleri alıp, iç huzurunu sağlayarak yaşar, bunu aileye aktarır. (Tedbiru’l-menzil). Bu ailelerden ise toplum oluşur. Bun ada Tedbiru’l-mudun, yani siyaset ve devlet felsefesi denilir.  Bir kavmin kendini değiştirmediği sürece, Mevlanın onların durumunu değiştirmeyeceği” (Rad/11) ilkesinin bireyden başlayarak, topluma ve devlete yönelik değişim ve dönüşümün mümkün olacağını düşünüyoruz. Bunun Hadis-i şerifteki karşılığı iman, İslam ve ihsan kavramlarını acık bir şekilde bize gösteren, teori (iman) ile pratik (İslam) uyumunu sağlayanın ihsan mertebesine ulaşacağını gösteren Cibril hadisidir. Bunun bir diğer ifadesi, ilme’l-yakin (teorik bilgilenme, alim) ayne’l-yakin (abid/zahid, uygulama) ve hakka’l-yakin’dir. Felsefi dildeki karşılığı ise  Hakk’ın ve Hayr’ın bilgisine sahip olmaktır.  Bu bilgiye sahip olan ise “Muhsini Duruş ve Tutuma Sahip” olandır.
Velhasıl Yesevi geleneğinin tecdid projesi aşağıdan yukarıyadır, birey, aile ve topluma yöneliktir.  İşte selefi zihniyetin ve/ya siyasal İslam ile hareket ettiğini söyleyen birimlerin öncelikle karşılarında hedef olarak Hanefi-Maturidi öğretiyi ve Yesevi geleneğini bunları içselleştiren alperen zihniyetini ve “Hakkın ve Hayr’ın Bilgisine Sahip”  olanların “Muhsini duruşunu” görmeleri bu nedenden dolayıdır.
Riks: burada şöyle bir bilinç kaybı yaşanma ihtimali de var. Yesevgi geleneği benimseyen cemaatler, imamlarını, liderlerini, şeyhlerini karizmatik bir önder anlayışı ile değerlendirip yaşabilir, ama eğer onu geleneksel otoriteyeye dönüştürürse, yani yanılmazlık buyrultusu olan  kişi gibi algılarsa, o zaman büyük bir tehlike ortaya çıkar. Cemaatten cemiyete dönüşme ihtimali ortadan kalkar, her ekip/fırka kendi öğretisinden  memnun olmasının ötesine geçip, onu mutlak doğru olarak görüp, diğerlerine dayatmaya başlar. Bu aynı zamanda  Şiiliğin imam anlayışına  eleştiri yöneltirken, aynı hataya düşme ihtimalini güçlendirir. 

2. SON KALE TÜRKİYE 
O halde, jeopolitik ve jeo-kültürel yapısıyla bu medeniyet içi çatışmaların dışında durmaya çalışan Türkiye Cumhuriyeti her şeye rağmen içeride 1980 yıllarda Sağ-Sol, Alevi Sünni, 1997’li yıllarda laik-anti laik/ilerici-gerici, günümüzde de Türk-Kürt gerilimleriyle bu kargaşaya itilmek istendi. Bunlar ülkemizdeki aidiyeti sarsmayı hedefleyen ve kısmen de maalesef istediğini elde eden gerilimlerdi. Ama şimdiki selefi-şii çatışmasına bir şekilde taraf olmak ve kendi özgün, özgül sistemini kuramamak, Türk İslam dünyasında son kale olan Türkiye’nin de düşeceği anlamına gelir.
 
•ÖNERİ: Uzlaşım Platformu Olarak Kurulacak Bir Strateji Araştırma Merkezi Üzerinde Düşünmek Gerekiyor.
Teorik bilgilenmelerin acilen hayata geçirilmesi uygun olacaktır. Bu mu
cizevi bir çözüm önermekten ziyade çatışma mantığını analiz etmek ve çatışma riskini en aza indirgemek çabasında olmanın sonucudur. Eğer öncelikle ülkemizdeki kültürlerin bir arada yaşaması ve var oluşlarını kolaylaştırmayı hedefleyeceksek (ki bu dışımızdaki olumsuz gelişmelerden en az etkilenmek için şarttır) Ben ve Öteki diye farklılıkları pekiştirmek yerine farklılıkları tanıyan, kabul eden ve bunlar arasında yüzeysel anlaşma ya da uzlaşmanın ötesinde birliktelikler aramalıyız. Bu bağlamda yaptığımız bazı “Temel Tespitler” şunlardır:
•Türkiye’de din bir merkezsizlik durumu yaşıyor, ilahiyat fakülteleri çözüme katkı sağlayacak birim olmayı başaramadılar.
•DİB önemli oranda siyasallaşarak toplumsal yapıda uzlaşıcı konum olmaktan uzaklaşmaktadır.
•Selefi zihniyetin bütün İslam âleminde ve son zamanlarda ülkemizde de yayılmaya başladı. Bunların panzerihi olan cemaat ve tarikatlar zaten tekfirci zihniyet ile dışlanmıştı. Fakat son zamanlarda cemaatler de birbirlerini dışlayan merkez haline gelmeye ya da getirilmeye başladı.
•Din, tanımı gereği bu dünya için olduğu söyleniliyor, ritüeller önemseniyor ama bunun hayata yansıyan boyutu olan Ahlak öğretimi öteleniyor. Kadın hakkındaki islami tasavvur adına neredeyse körfez ülkelerindeki selefi yöntem dayatılmaya başlandı. Dini nikahın hukuki yaptırımı üzerinde kadınların hukuku zedelenme ihtimali var, çocuk gelin sorunsalını artırır diye ve bize göre de oldukça tutarlı olan açıklamasıyla DİB başkanı Görmez, ciddi eleştiriler ile karşılaşmaya başladı. Tıpkı Arap ülkelerinde olduğu gibi kocaya sorgusuz sualsiz itaat, çok evlilik ve en son örneği de kadının dışarda kahkaha atmasını, hamile kadınların sokaklarda gezmeleri iffetsizlik olarak sunan zihniyet yaygınlaşmaya başladı.
•Böylece selefilik ve cihat adı altında Nekrofil ölüsevici bir zihniyet besleniyor, yani her şey ölümün kutsanması üzerine kuruluyor. Oysa İslam,  biyofil, yaşamseverliği öncelemektedir. Din, dünyada refah ve huzur, ahirette ise buraya bağlı olarak felahı temin edecek ilkeler bütünü olduğu unutulmaktadır. Bir kişiye, dili, dinı ırkı ne olursa olsun yapılan haksızlık bütün insanlığa yapılmış gibidir, deniliyor. Veda hutbesinde, can,mal, ırz, akıl gibi temel insan haklarında Mağna Carta ‘dan önce vurgulayan bir sistem bugün selefi/tekfirci söylemden mülhem bir nekrofilyayı besliyor.

•Yöntem: Diyalojik Diyalog
Burada dikkat edilecek husus Diyalektik Diyalog ile Diyalojik Diyalog arasındaki farkta yatmaktadır. İlk yöntem; bir bakış açısının (mezhep/fırka/tarikat/parti, model/paradigma) “Biricik doğru” olduğu ve ötekiler tarafından kabul edilmesi gerektiğini savunur. Kendisinin fırka-i Naciye, yani kurtuluşa eren model olduğunu söyler, diğerlerini tekfir eder, dışlar. Aynı hakikatin diğer tezahürleri üzerine kurulu modellerin iddialarını reddetme üzerine kuruludur.  Çatışmaya zemin hazırlar. Diğer birimlerde üretilmiş yorumlar kelamın/teolojinin cedel/diyalektik yöntemi ile buraya taşınıyor, burada üretilen yorumları bidat sayıyor ve kendisinin biricik doğru olduğunu söylüyor. Böyle olunca da din uzlaşmanın değil, çatışmanın bir unsuru haline dönüşüyor.
Bir mezhebin/fırkanın/tarikatın/cemaatin bir başka birimin iddialarını reddederek çatışmaya zemin hazırlayan diyalektik diyalog yerine, karşılıklı olarak yanlış anlamaları, ön yargıları tashih etmeye yönelen ve değerlerini takdir etmeye istekli, karşılıklı saygı ve anlayışı isteyen diyalejik diyalog öncelemesi uygun olacaktır.  Böylece; şiddeti körükleyen düşmanca algılamalardan doğan tehditleri gidererek birlik oluşturmaya yönelik çabalar arasında işbirliği sağlamayı amaçlanabilir. 

•Riyaset ve Din Tacirliği yapan İlahiyatçı ile Hakk’ın ve Hayr’ın Bilgisine Sahip olan İlahiyatlı ve İşlevleri Arasındaki Fark
Bu topraklar“ Farklı din ve kültürlerin buluştuğu” dünyanın jeopolitik ve kültürel açıdan hinterlandıdır. Asya ile Avrupa arasında bir köprü olan Anadolu, merkezli devlet geleneği Yurtta ve Dünyada barış için tarihte de günümüzde de işlevini sürdürmektedir. İşte tam bu noktada özgürlükçü ilahiyatlılara çok önemli görevler düşmektedir.
Burada İlk İslam filozofu olan Kindi’den hareketle, İbrahimi geleneği, Hakikatin farklı tezahürlerini eleştirel ve rasyonel bir şekilde incelemeyi, sorgulanmayan bir hayatı yaşanmaya değmez görerek tavır ve tutum alanları yani felsefi düşünmeyi tekfir edenleri  riyaset ve din tacirleri olarak nitelemesini hatırlatmak istiyorum. İbn Haldun’un medeniyet tasavvuru, asalet/aidiyet için nelere dikkat etmemiz gerektiğini, iç ve dış şartlar değerlendirmesini de dikkate alarak ilahiyatlı ve ilahiyatçı ayrımı yapıyorum. İlahiyatçı diyalektik diyaloğ adı altında cedeli yöntemi benimseyip, elde ettiği sonuçu biricik doğru olarak gören, tıpkı Batı’daki ürün olarak (b) ilim tasavvuru gibi, diğerlerine dayatan bankacı eğitim modelini savunur.  İlahiyatlı ise, Hz. Muhammed (sav) ümmeti olmaktan onur duyar, iman, islam ve ihsan kavramlarını içselleştirir, içinde bulunduğu paradigmayı/modeli Aynı Hakikat’in bir tezahürü olarak görür. Dinde tefakkuh etmeyi, uzmanlaşmayı önerir ama bir ruhban sınıfı  olarak görülmeyi reddeder. Bu da tıpkı Batı’daki etkinlik olarak (b)ilim tasavvuru ve özgürlüçü eğitim modeli gibi kendi paradigmasının iyilik ve güzellikte yarışan modellerden biri olarak görülmesini burhan geleneğine yaslanarak söyler.

•Hanefi ve Maturidi Özgürlükçü Öğretiyi Bilen, Yesevi Geleneğini İçselleştiren Muhsini Duruş Sahibi İlahiyatlıların İşlevi:
Bu duruş, tutum ve işlevi tespit için Türklerin tarihsel geçmişini kısaca hatırlamakta fayda var. İslam öncesi Tanrı inanışları, Oğuz Kaan destanında formülleştirilen devlet geleneği İslamiyeti kabulü ile oluşturduğu Hanefi-Maturidi öğretiyle birlikte düşünülmelidir. Yesevi gelenek dediğimiz de tam budur, yani İslam’ın genel anlamda Hz. Adem’den itibarenki sürecini hikmet tarihi olarak görüp bilen, Hz. Muhammed (sav) gönderilen özel anlamda İslam’ın gereğini yaşayan, bunu gönüllere taşıyan metafiziksel yapıdır.
Bu nedenle, nizam-ı alem ve ilay-ı kelimetullah adı altında büyük cihan ülküsünü o dönemden bu yana dünyanın iki hinterlandı olan Fergana (Orta Asya) ile Anadolu (Ön Asya) irtibatının kurulmasının manevi mimarlardır. Buraların da bir zamanlar dünyanın medeniyet mihveri olan İpek yolu olduğunu da unutmamalıyız. Özellikle Müslüman olduktan sonra Peygamberimizin büyük bir devlet adamı olarak aynı şekilde İstanbul’u hedeflemesini, Oğuz Kaan buyruğuyla özdeşleştiren Türk boyları Büyük Selçuklu, Anadolu Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti devletleriyle özgürlükçü teolojinin gereklerini yapmışlardır.
Bünyelerinde yaşayan farklı din tasavvurlarını, ilahi risaletlerin birliği çerçevesinde emanet olarak görmüşler, Hz. Adem’den Hz. Muhammed (sav) kadarki peygamberler arasında hiçbir ayrım yapmamışlar, dünyada refah, ahirete felah getiren ilkelerin sahipleri olarak görmüşlerdir. İstanbul örneğinde bunu bütün dünyaya gösterdikten sonra Turan hedefi olarak Viyana ve Roma’nın seçilmesi üzerinde durarak günümüzde AB projesini bunun kültürel ve ekonomik açıdan devamı olarak değerlendirmek, böylece temel insan haklarını önceleyen özgür, demokratik bir ülke tasavvuruna katkıda bulunmuşlardır.
Bu hedef ile dinin siyasal meşruiyet sağlanması adı altında İslam halklarının sömürülmesinin önüne geçilebilir. Çünkü sadece Türkiye muasır medeniyet seviyesini aşmanın  beş temel insan hakkının sağlamanın ancak demokratik değerleri içselleştirmesiyle mümkün olacağını söylemektedir.

•Bunu yapmamız şart, çünkü
•İçe kapanmacı, tekfirci selefi yorumun teolojik bakış açısıyla dinler arasında ayrışmayı besleyen hususlar beslenecektir.  Bu da bütün tarihsel hedeflerden sapmamız ve Turan’ın tekrar İç Asya olarak tespitini, 3. Dünya ülkeleri olan Çin, İran gibi ülkeler ile işbirliğinden bahsedilmesini getirecektir. Tıpkı 28 Şubat sürecinde dönemin MGK sekreteri olan askeri yetkilinin dediği gibi yapıyı gerektirir ki, bu mevcut kazanımların kaybedilmesi demektir.
•Bir önceki Papa’nın Türkiye’nin konumunu Orta Doğu olarak belirtmesi ve bölgedeki son olaylarla bunun uluslararası platforma taşınma ihtimalinin güçlenmesi demektir. Şimdiki Papa’nın da Katoliklik, Ortodoksluk arasındaki 1054 yılında başlayan ayrılığı birleştirme çabalarına da dikkat edersek, Türkiye’yi din ve mezhep çatışmalarının merkezi olan Ortadoğu çıkmazına sürüklenmesi, son kalenin de düşmesi demektir.
•Bana göre bu iki söylem arasında yani içe kapanarak, totaliter bir yapı oluşturmak, dışarıda çatışmanın tarafı olmak ve uluslararası alanda yalnız kalmak teolojik açıdan fazla bir fark bulunmuyor.  Eğer Maturidi özgürlükçü söylemini,  Ebu Hanife’nin hukuki ve siyasi tutumlarını güncellemezsek, bunları özel hayatlara taşıyan Yesevi geleneğinin sahih temsilcilerini hiçbir ayırım yapmadan yok edersek, yukarıdaki iki şık gerçekleşme ihtimali güçlenecektir.
•Oysa Türkiye Türkleri, Ön Asya’da kurdukları son devlet ile hem Orta Asya daha doğrusu İpek yolu üzerinde kurulan Türk devletlerinin denizlere, dünyaya açılan kapısı; hem de Ortadoğu yaşanan kargaşanın giderilmesinde yüzü her zaman batıya dönük tek Müslüman devlettir. Bu nedenle yaşanan bütün olumsuzlara rağmen Türkiye, İstanbul-Roma hattını korumaya çalışmalı, özgürlükçü ve kültürel, dini çeşitliliğe dayalı yorumlarıyla ilahiyatlılar buna destek vermeli, Roma’nın tekrar İstanbul’a gelerek, Türkiye’yi Ortadoğu merkezli bir konuma itilme sürecinin risklerine dikkat etmelidir.

SONUÇ
Bunun yolu da,
•Kutsal metin olarak İslam,
•Bağlam Olarak İslam ile
•Bahane Olarak İslam arasını ayrıştıracak teorik ve pratik çalışmalar yapılmalıdır.
Bu sayede, dinin siyasal ve ekonomik savaşların meşruiyet aracı olmasından kurtaran özgürlükçü, çoğulcu yorumlarıyla olacaktır.  Bunu tarihsel ve güncel birikimiyle yapacak olanlarda bizleriz Yani dinde tefakkuh sahibi/uzmanlaşmış  kişiler, uluslararası siyasetin getirdiği konular ile yaşanan toplumsal sorunlar arasındaki ilişkiler ağını eleştirel ve rasyonel bir şekilde incelemesiyle olacaktır. Bu bağlamda “Özgürlükçü ilahiyatlıların” ekonomi-politik alanın teolojik arkaplanına dair yapacakları çalışmalar ile din, sosyo politik amaçların gerçekleşmesinde bir manivela olmaktan çıkacaktır.