ATAYURT VE ANAYURT MERKEZLİ BİR OKUMA
            Çağdaş İslam düşüncesini temellendirmek demek, tarihin belirli bir zamanında belirli bir topluma belirli sorunları çözmek için inen ayetlerin ve onun peygamberimiz tarafından hayata uygulanmasını merkeze alarak her daim yeniden okuyup, yaşanılan dönemdeki soru ve sorunlara çözüm üretmek için neler yapılabileceğini teorik ve pratik uyumu ile ortaya koymak demektir. 
 Soru(n): İşte bu noktada İslam dünyasının farklı yerlerinde farklı çözüm önerileri üretmenin imkanını konuşmak ile tarihin belirli bir döneminde üretilmiş çözüm önerilerini farklı zaman ve mekanlarda, muhtelif kültürlerde yaşayan müminlere aynen dayatmaya çalışmak arasında bir ayrım ortaya çıkıyor. Birisi bunu sahih İslam/Selefilik adına yapıyor, diğeri ise İbn Haldun ile birlikte akademik alana taşınan bir üslupla bedevilik-hadaret ve ümran kavramları adı altında dini kardeşliğin felsefi temelleri ile yapmaya çalışıyor.
Buradaki temel soru(n); bugün kendilerini Selefi olarak sunanlar ile “akaid ve diğer dini hususlarda Peygamber ve ashabının yolunu büyük bir ihlas ve samimiyet ile takip edenlere denilen Selefilik” arasında bir irtibat var mıdır? M.Sait Hatipoğlu’nun tarifiyle” Hz. Peygamberin sünneti ve onun ruhunu benimseyerek onun zihniyeti doğrultusunda uygulamalarda (sahabe ve tabiun) bulunanlara denilen Ehli Sünnet” ile ilgileri ne derecedir?
Ne oldu da, “Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle davet et, onlarla en güzel şekil hangisi ise onunla mücadele et” ayetini temel yöntem alan ilk dönem “Selefi Salihin” yöntemi tam tersi uygulamalara dönüştü? Bu sorun üzerinde durmak gerekiyor. Bu hususu derinlemesine anlamak için yöntem/üslup üzerinde durmak gerekiyor.
Şimdi Selefilik adı altında organize olan bakış açısının, “Ehl-i Sünneti Hassa” ile irtibatı olabilir mi? Yeni Selefilik diyebileceğimiz bu ideolojik yapılanma Selefi salihin’in yani “sahabe ve tabiun” öğretisi olmaktan çıkmış, Vahhabilik ile özdeş bir ideoloji şeklinde ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle Selefilik yerine Yeni/neo Selefilik demek daha uygundur. Bu nedenle, metnimizin temel hedefi bu oluşumun kasik selefi anlayışla farklarını vererek, doğrudan pratikteki iç uyumsuzluklarını gündeme getirmektir.
Yöntem: Allah, insanları hikmet, güzel öğüt ve cedel ile davet edileceğini, hakikatin anlatabileceğini belirtmesinden hareketle, filozoflar hikmet/burhan yöntemini kullanırlar. İlk dönem Selefiler hitabet, kelamcılar ise cedel/diyalektik yolunu tercih etmişlerdir. Günümüzde Selefi olarak nitelendirilenlerin kullandıkları hitabet yöntemlerini ayrıntılarıyla inceleyeceğiz, ama Neo-Selefi üslup ile felsefi üslup arasında gerilim çatışmaya dönüşmekte olduğunu belirtmek gerekiyor; çünkü Selefi üslup doğrudan felsefeyi bir bütün olarak değerlendirip, dine karşı bir akım olarak görüyor. İslam tarihini inceleyen herkes hicri 3 asıra kadar olan Selefi öğreti ile günümüzde sunulan arasında irtibat kurmak oldukça zordur. Bu nedenle artık “selef-i salihin” diyerek hayırla anmak bile zihinlerde başka bir tasavvur oluşturacak diye “İslamfobia” ile itham edilecek diye insanlar kaygılanır hale geldi.“
Birinde insanlığın Hz. Adem’den (ister isim ister sıfat olarak alınsın) itibaren ki birimini ilahi ve beşeri bilgi kategorisinde inceleyip (felsefe tarihi) hz. Muhammed ile son rol modelliği önceleyip “yaşanılan an”a müdahalede bulunmayı istiyor. Diğerinde İslam, İslam akadinin teşekkül dönemlerini dikkate almadan sahabe ve tabiun yöntemini takip ediyoruz diye oluşturulan (neo) Selefi öğreti (Tevhid/akaid) indirgenmektedir. Kelam, akli çıkarımları önemsediği için değillenir.
Felsefi üslupta ise İslami veriler üst dil olarak sunuluyor. Felsefe alanında oldukça iyi bir düzeyde olan İran’da bile şeriat ve/ya ilahiyat ilimlerin okutulduğu yerde felsefe grubu yer almıyor, ayrı bir bölüm var, felsefe hakkında. Suudi Arabistan Selefi olduğu iddiasıyla felsefeyi zaten okutmuyor, Tevhid ilminden sadece akaid anlaşılıyor. Ortadoğu’daki Arap ülkelerinin çoğunda kısa süreli, birinde (Ürdün) bir yıl, Yemen de 4 ay kaldım. Buralarda durum aynı, sanki felsefe salt akli bilgi, Tevhid ve akaid ilmi ise salt dini veriler olarak birbirinden ayrı imiş gibi sunuluyor. Bu bölgelerde Müslümanlar arasındaki çatışmalar hala devam ediyor ve her biri de kendisinin temellendirmesini temel İslami öğretilerden yapmaya çalışıyor.
Amaç ve Önemi:
 Orta Asya ülkelerinde eğitim ve öğretim faaliyetinde bulunduğum zaman, körfez ve Afganistan-Pakistan merkezli cemaatler (Selefilik/Vahhabilik, Tebliğ cemaati) zaten felsefeyi zındıklık olarak görüyorlar. Akıl ve re’y’i önceleyen alimlerin yetiştiği yerlerde bile Selefi öğretinin taraftarları baskın hale gelmeye başladı. Tarihsel olarak bölgede etkin olan tasavvufi (Nakşibendili ve Yesevilik) yapı da küfür olarak nitelendirilmeye başlandı. Yani hem akla hem de kalpe doğrudan hitap eden düşünce yapıları tahrif edilmektedir.  İnsanları mutlak itaate sevk etmenin en iyi yolu, akıl ve re’yi dışlamaktan geçtiği malumdur.
Böylece medeniyetler arası çatışma tezinin dolaylı yoldan desteklenmesi ve taraftarlarının çoğaltılmasına katkıda bulunuluyor ve bunu da gerçek İslam adına yapıyorlar. Artık İslam dünyasının bir çok yerinde mezhep savaşlarının bulunması,İslam ve Doğu/Çin medeniyetleri ile Batı medeniyeti arasındaki çatışma olasılığın yerini artık maalesef İslam kendi içinde (Sünni/Şii) çatışır bir hale dönüşmektedir. Özellikle Suriye’de bu husus net olarak ortaya çıkmıştır. Buradan da diğer bölgelere yayılacak gibi durmaktadır. Suriye, İran ve Hizbullah’ın açık desteğiyle Şii bloğu oluştururken Çin ve Rusya buna açık destek vermektedir. Türkiye, Suudi Arabistan, Katar olarak belirlediği karşısındakileri ise Vahhabi-Selefi öğretinin unsurları olarak nitelendirmesi ortada yaşanan kafa karışıklığının boyutlarını göstermektedir. Çünkü bazı Şii alimler, Hizbullah ve Suriye dayanışmasını meşru görmemektedir.
Türkiye’de ise Şii ve Sünnilik kutuplaşmasını Selefilik adına üstlenilmesinden
 dolayı kaygı resmi birimlerce ifade edilmekte ve bu ikilemin dışına çıkılması gerektiği vurgulanmaktadır. Türkiye, Şii öğretiden tamamen farklı olan Anadolu Aleviliği ve Sünnilik arasındaki gerilime ilaveten bir de bu sorunla karşılaştı. 1980 yılında bu satırların yazarı Çorum olaylarını (alevi/Sünni) bizatihi yaşamıştır. Alevi/Sünni; Şii/Sünni/Selefi isimlendirmeleriyle yeniden İslam içi gerilimler çatışmaya dönüştürülmek istenmektedir. Türkiye’de yaşanan ve yeniden yaşanması istenen gerilim, Ahmet Yesevi’nin aslında bir alevi olduğu tezi ile bu sorunu hiç yaşamamış İç Asya’daki kardeş ve akraba topluluklara taşınmak istenmektedir.
Sonuç:
 Oysa yapılması gereken dini değerlerin felsefi/sosyolojik açıdan yorumlanması ve birlikteliğin kardeşliğin temel ve kapsayıcı olduğu hususu öne çıkarmaktır. Bu nedenle 1993 yılında Kırgızistan Oş şehrinde Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi ve Oş Devlet Üniversitesi işbirliği ile açılan ve Türkiye Diyanet Vakfı tarafından finanse edilen resmi ilahiyat fakültemiz dini/felsefi okumanın örneğidir.
Bu tavır ve tutum kabul gördüğü için olsa gerek, Bişkek’te Araşan ve Manas Üniversitesi İlahiyat Fakülteleri açılmıştır. Kırgız üniversitelerinde de üç tane Din Tanuu bölümü açılmıştır. Demem o ki, dini verileri felsefi/sosyalojik/psikolojik verileri dikkate alarak rasyonel, eleştirel yorumlama tarz ve tutumu önemli kabul görmektedir. Bu da normal çünkü Türkiye, Selçuklu Nizamiye Medreselerinin ve Osmanlı Darü’l-uunun geleneğini devralmış bir ülke olarak İslam aleminde felsefi üslubun tek temsilcisidir.