Dün tevafuk eseri bir İl Valisinin sağlık çalışanları ile ilgili birkaç dakikalık açıklamasını dinledim akıl tutulması içinde. 
Küresel anlamda çok zor günleri yaşadığımız şu süreçte “marifet iltifata tabidir” hakikatini bir tarafa bırakıp eşinden, çocuğundan, annesinden, babasından ve hatta kendisinden vazgeçmiş bir halde canını dişine takarak yaptığı işin hakkını eda etmeye çalışan sağlık emekçilerini hedefe koyan bu talihsiz açıklamayı kaç kişi izledi bilmiyorum. Ama bu açıklamanın hele de bir İl Valisi tarafından yapılmış olması yine ısrarla arz ettiğim liyakat- sadakat konusunu aklıma düşürse de bu konuyu yeterince işlediğim zannı ile bugünkü satırlarım sağlık emekçilerimizin bu “ibadeti” üzerine olacak. 
Yazık ki görmek istemesek de teknolojinin başdöndürücü hızı, fiili değil faili merkeze alan bakışlarımız, ilkeler yerine ilişkileri önemsememiz, ne söylediğimizden ziyade neden söylediğimiz ve en önemlisi de hangi tarafa söylediğimiz, “benden olan, benim gibi düşünen, istediğim gibi davranan kötü olsa bile iyidir; benden olmayan, benim gibi düşünmeyen, istediğim gibi davranmayan iyi olsa bile kötüdür” anlayışı üzerine bina ettiğimiz fikir dünyamızla manayı ve hikmeti aramak yerine imajlarla yetinen, hipnotik sözcüklerle duygulanıp sloganik cümlelerle düşünen bir toplum haline geldik. 
Bu sayede de birden fazla sebepten doğan hadiseleri, kendimizi en haklı çıkaracak tek bir parametre ile yorumlayıp, diğer sebeplere yok muamelesi yapıyor; böyle olunca da herkesin haklı olduğu ama neredeyse hiç kimsenin hakkaniyetli olmadığı bir kavganın ortasında buluyoruz kendimizi. Çünkü hepimiz değilse bile toplumun azımsanmayacak kadar büyük bir kesimi sorunları başkası üretiyor, biz de o sorunların mağduruymuşuz gibi düşünüyor ve ona göre hareket ediyoruz. 
Öyle ya, şeytan insanla ilk karşılaşmasında günahkâr olmuş, suçu nefsinden değil Allah'tan bilerek “beni sen azdırdın” demiş ve huzur-u ilâhiden kovulmuş; ikinci karşılaşmada ise yasak ağacın meyvesinden yenilmesiyle insan günahla tanışmış, “biz kendimize zulmettik” diyerek tövbe etmiş ve affedilmişti. 
Yani günahı Allah'a yüklemek şeytanın âdeti olmuş böylece, nefsinden bilerek tövbe etmek ise babamızın mirası.
Vali Bey’imizin açıklamasını dinlediğim zaman, tohumu toprağa atmak için acele etmesi gerekirken mahsulü toplamak için acele eden çiftçiler gibi olduğumuz hissiyatına kapıldım. Hatta benzeri birkaç yorumu okuyunca da “hasadı kaldırmak için acele etmeliyim endişesiyle” tohum atmayı ihmal eden çiftçiler olduğumuz zannına kapıldım. 
Geride bıraktığımız iki asırlık tembelliğimizin enkazını hiç hesaba katmadan her bir şey hemen halloluversin istiyoruz çünkü. Eğitimden kültüre, ekonomiden siyasete, gençlikten ahlaka ve özellikle bugün de sağlıksal sorunlara kadar bütün meselelerimiz bir an önce çözüme kavuşsun diyoruz. 
Neden?
Çünkü aslında iki asırlık enkazın farkında değiliz. Enkazın altındaki “biz” olduğumuz için de dışardaki enkazın büyüklüğünü göremiyoruz ve acele ediyor, bir an evvel herşey olsun bitsin diye sabırsızlanıyoruz. Bu sabırsızlık bizi karamsarlığa itiyor ve yapmamız gerekenleri yapamaz hale geliyoruz. Yapılan iyi, güzel ve doğru işleri ya hiç görmemeye başlıyoruz yahut her güzelliğe bir kulp takıp insafsızca eleştiriyoruz. 
Misal idealimizde idol olarak benimsediğimiz bir yazar tipi var diyelim, ona benzemeyen herkesi bir kalemde silip atıyoruz. Birisi mahalleyi terk ettiği için aforozu yiyor, diğeri başkalarının dediğini çok naklettiği için zaten yazar / çizer değil, beriki iyi ama yalnızlığı çok seviyor, ötekinin hitabeti zayıf.  
Şiirden anladığımız bir şeyler var diyelim, o şeyleri bizim gibi anlamayanların ne kendisi şair olabiliyor ne de yazdıkları şiir. 
Yapılması gereken bir şey var diyelim, yüz yıldır da yapılmamış. Birisi kalkıp onlarca emekle yıllar vererek o işi yapıveriyor, biz başlıyoruz bağırmaya: 
“Böyle mi yapılır, böyle yapacağına hiç yapmasaydın!” 
Doğruyu kendi yaptığımızdan, dahası yapmayı hayal ettiğimizden ibaret zannedince hayalimiz gibi olmayan bütün doğrulara yaftayı yapıştırıyoruz: 
“Olmamış, eğri!” 
Bir yola Allah için niyet ederek faydası olacağı düşüncesiyle bir taş koymanın doğruluğuna inanmışsak; o yoldan Allah için niyet ederek faydalı olacağı zannıyla o taşı kaldıranın da doğru bir şey yapmış olabileceğine ihtimal vermiyoruz.
Sahip olduğumuz manevi dinamikler artık aklımızı ve entellektüel kapasitemizi harekete geçirmiyor çünkü, sadece duygularımızı ateşliyor. Bu dinamiklere tutulan yanlış odaklı aynalar ve yapılan operasyonlar yüzünden entellektüel kapasitemiz, zihni melekelerimiz altüst olmuş durumda. Daha düne kadar, yetmiş iki milleti bütün farklılıklarıyla bir arada yaşatmayı başarabilmişken, bugün farklılıklarımızı yönetmede bile açık bir başarısızlık içindeyiz.
İşin daha kötüsü ise bu gidişi durdurmak ve tersine çevirmek bir yana; henüz durumu doğru tespitten bile uzağız. Müthiş bir enerji var; ancak, bu enerji doğru mecralara akıtılamadığı için içten içe çürüyor ve yazık ki çürütüyor. Bir şeyler yapmak adına yola çıkanların kahır ekseriyeti ise bu kalabalığın akacağı mecralar oluşturmak yerine işin kolayına kaçıp bu kalabalığın sayısını daha da artırmaya odaklanmış halde.
İşte Vali Bey’imizin de hikayesi kısaca bundan ibaret.
Ama unuttuğu bazı şeyler var sayın Valimizin.
İnsan dediğimiz öyle kolay yetişmiyor, toplum dediğimiz tek tek insanlardan oluşuyor ve biz asgari beş nesildir kim olduğu, nereden geldiği, nereye gittiği unutturulmaya çalışılan insanların kendisini, kimliğini arayan mahzun, mazlum, masum çocuklarından oluşan bir toplumuz. Birbirimize karşı daha müsamahakâr olmayı hiçbir şey için değilse bile bu sebepten hak ediyoruz. 
Doğruyu bilmediği için yanlışa gönül verenimize de, iyi niyetle yaptığı işi tam yapamayanımıza da, doğru yapacağım derken yanlış yapanımıza da, hâlâ hayal ettiğimiz kıvamı tutturamayan münevverimize de, oyunda oynaştaki talebemize de, dedesinin kabir taşını okuyamayan gencimize de, üslubu tutturamayan hatibimize de, irfandan habersiz âlimimize de, sesini bulamayan şairimize de, yolunu şaşıran dervişimize de, yoldan habersiz günahkârımıza da bu müsamaha ölçüsüyle yaklaşmak borcundayız. 
Bütün bu saydıklarıma ve dahi kendimize bu insaf ölçüsüyle bakışımız bizi daha güzelden daha iyiden daha doğrudan mahrum etmeyecek, bilakis oralara bir adım daha yaklaştıracak. 
Yanisi yanlışa kızgın oluşumuz yanlış yapana şefkatle yaklaşmamıza mani olmamalı. Çünkü yol haritası belli: günahkâra değil, günaha; hatalıya değil hataya düşmanlık!
Baktığımız yere göre değişen ve çokça tekrar eden hatamız, ne yapsak düzeltemediğimiz yanlışımız var kabul ama bu eleştirdiğiniz insanların hepsi evini, ocağını, eşini, çocuğunu, sevdiklerini bir tarafa bırakıp yüreklerini koydular bu taşın altına. Bunu yaparken de adım gibi eminim ki her birinin yüreği bir insan daha nasıl kurtarabilirim, nasıl daha faydalı olabilirim, bu belayı nasıl en kısa sürede atlatırız telaşı ile kaynıyor. 
İnanıyorum ki her biri bu yolda çekilen bütün cefaları, dertleri, belaları Rab’lerinden gelmiş bir demet çiçek gibi koynunda saklayıp en ufak bir olumsuzluğun sıkıntısıyla kahroldular ve bu kahır onlara kim olduklarını; bu yangın yerinde ne aradıklarını kalplerini parçalarcasına ihtar etti; bu sayede de insan olmanın, bilmenin, tanımanın kapısını aralayabilecek manevi nimetlere erdiler. İşte bu nimetin farkındalığıyla biraz zaman tanıyalım kendimize Sayın Valim, biraz insafla yaklaşalım eşya ve hadisata, yanlışı eleştirmek yerine doğruyu daha fazla yapalım ve ümitvâr olalım en çok da.
Ve dua yağmurlarımız ile ıslanan sevgili sağlık emekçilerimiz. 
Cenab-ı Hakk’ın bir lütfu, bugün hala aramızda var olan aksakallı dedelerimizin, nur yüzlü ninelerimizin, abdestsiz hamura dokunmayan analarımızın dualarıyla siz isimsiz kahramanların varlıkları avuçlarda semaya yükseliyor.
Tüm zerrelerimle iman ediyorum ki yaşadığımız şu süreçte attığınız her adım, aldığınız her nefes ibadet hükmünde. Çünkü kâinatın en muhteşem ayeti olan insana hizmet ediyor, “bir can kurtaran tüm alemleri kurtarmış gibidir” ilahi hükmünün hakkını eda ediyorsunuz!
Madem ki kurtuluşu geleceğin belirsizliğine ısmarlamak istemiyoruz;
Azına çoğuna bakmadan, ileri geri konuşana aldırmadan, iltifat edenin övgüsü ile kınayanın kınaması arasında nefsimizi tahrike yahut kalbimizi tahribe yol açacak bir fark görmeden, hesabî değil hasbî bir gönülle “çığırından çıkmış zamanları düzeltmek boynumuz borcudur” diyerek bir bir toprağa düşen mübarek başların, hakkı ve adaleti diriltmek için yaşayan yiğitlerin ölüme koştuğu; büyük hakikatler uğruna serden geçenlerin, yürek yükü iman olan şehitlerin vuruştuğu; duruşuyla asil, mücadelesiyle onurlu; vatan ve namus uğruna ölümü izzet, zalimlerle yaşamayı zillet sayanların yurdunda yaşadığımızı unutmadan; biraz nefes alarak, bir parça tebessümle kaynaşarak, bir tutam umutla yeniden doğarak, bir lahza sakinleşip birbirimizi anlayarak ve en önemlisi “biz” olduğumuzun farkına vararak varlığınıza her zamankinden daha çok ihtiyacımız var.
Yaradan’ın hürmetine; diliyle değil haliyle sabrı ve hakkı tavsiye ederek, abde vefanın ahde vefaya denk düştüğünün idraki içinde diliniz, dininiz, ırkınız, renginiz, cinsiniz, yaşınız ne olursa olsun kendi adıma her birinizin ellerinden ve yüreklerinden öpüyorum.
Rabbim yâr ve yardımcınız olsun.
Müebbet Muhabbetle.