Zannetme hevesleri “fark etme” iştiyaklarından önde giden insanlar, sahip olageldikleri zanlar sayesinde mutluysalar (ki çoğunluk mutluydu) “hakikati araştırma” ihtiyacı hissetmezler. Boş vermişlik ve idraksizlik eliyle üretilen bu mutluluk hayallerinin taliplisi de azımsanmayacak kadar çoktur.

Ama kitapta atıf; hep “inanca ve inananların azınlığına” dır!

Bu tespitle başladığımız yazımıza 15 Temmuz tarihini ilkin “inancın közüne davranışlarıyla üfleyemeyenlerin kötülüğe ‘hizmet’in onursuz köprüsü oldukları tarih” olarak not düşelim.

Sonrasına da ne istediğini bilmeden ardına durulan safların, kimin yanında olduğunu bilmeden yürünen yolların ve en önemlisi de bilgi ve ilme bu kadar kolay ulaşılabilen ve adını “iletişim çağı” koyduğumuz bu çağda müslümanın kendi kitabı ile “iletişimsizliği”nin Rabbin bir şefkat tokadıyla ikaz edildiği tarih diye de ekleyelim.

15 Temmuz’da darbeye kalkışanların dindar değil, dinin aslında ne olduğunu öğrenmediği / öğrenemediği  ve devekuşu gibi kafasını toprağa gömerek gerçeklerden haberdar olmadığı için, bir bezirganın hezeyanlarını din zanneden; mevki ve makam hırsının ruhlarındaki ilahi parıltıyı yok ettiği ahmaklar sürüsü olduğunun da hakkını verelim.

Yani konuya ilişkin ilk tespit kafasını toprağa gömerek gerçekleri görmediği için ya da Allah’ın “kullan” diye verdiği en önemli lütuf olan akıl nimetini gassalın elindeki meyit gibi  bezirgana teslim ettiği için;  zihninin rahatlayacağı bir bahane arayan ve kendisini rahatlatacak, gerçekle yüzleşmekten kurtaracak argümanı bulduğu sanrısıyla  ona sarılan ve böylece de kafa konforunu bozan ‘tehlikeli fikri’ dışarı atan bir güruhun varlığından söz ediyorum.

Bunlar; zorbalıkta adalet, zulümde hak arayan; şehitlerinin başlarını vererek kaldırdıkları bu mümbit coğrafyanın izzetini ve şerefini yok etmeye çalışan , küçücük hırslarının ardında yitip giden kayıp zamanların insanları.

Bunlar; ekseriyetle kudreti arayan; dillerinde adalet, hakikat, merhamet gibi ulvi söylemler olsa dahi güce ve güçlüye meyleden; bazen güçlü olduğu için birilerini seven,  bazen de sevdikleri kimseleri ısrarla her konuda güçlü ve yenilmez görmek isteyen insanlar.

İslami, Kur’ani ve Muhammedi hakikatler cihadın aslının; nefis ve niyetle alakalı olduğunu haykırırken; asıl imtihanın yaşatmak olduğunu vazederken kafalarını gömdükleri için bu ilahi lütuflardan nasipsiz insanlar.

Bunları bir tarafa yazarak ikinci tespit olarak  ilahi mesajın evrenselliği ve tüm insanlığa indiği gerçeğini alt alta yazalım ve diyelim ki; İlahi mesaj  bir grubun, zümrenin tekeline girdiği andan itibaren “ilahi” vasfını yitirir ve ‘birlik medeniyetinin ruhu olma’ vasfını kaybederek; dün ve bugünkü gibi çatışmanın ve bölünmenin, sömürünün ve eşitsizliğin, ayrıcalığın ve tekelleşmenin, kanın ve gözyaşının sebebi olur.

Allah’ın bütün insanlara gönderdiği evrensel İslam dinini; kılık, kıyafet, davranış ve söylemlerimizle lokal ve mahalli bir din gibi göstermeye; kendi görüşlerimize hapsetmeye ; din üzerinden makam, şan, şöhret, para ve saltanat kazanmaya hiçbirimizin hakkının olmadığı gerçeğiyle ‘yüzleşmek’ de diyebiliriz buna.

Evet, kabul ediyorum; Allah, Kur’an’ın kelimelerini indirdikleri halleriyle koruyacağını vaad ediyordu ama bu vaad; inen ilahi hitabın herkesin idrakinde asli manasıyla belireceğine dair ilahi bir güvence sunmuyordu.

Çünkü, Kur’an’ın indiği asli manasıyla kişide şuura erip ermemesi, başlı başına bir imtihan konusuydu.

Koskoca güneşi reddedip, cılız kıvılcımlarla önlerini aydınlatmaya çalışan; bununla yetinmeyip güneşe baş kaldırarak onu yok etmeye çalışanlar yüzünden, toplum da bu vb olaylarla derin ve dipsiz kuyulara yuvarlanıyordu ki, bu geçmişte hep böyle oldu.

Elimizdeki nimetin farkında olmadığımız için, suyun kenarında susuzluktan kıvrandığımız için yani varlığın içinde yokluk yaşadığımız için de tarih sürekli tekerrür etti ve üst üste gelen badirelerle yorulduk. Yaşadığımız bu uzun süreç ve bütün bu anlamsızlıklar manzumesi ziyadesiyle yordu bizi.

Sadece zihnimiz ve kalbimiz değil;

Hayalimiz, umudumuz, ufkumuz da yoruldu…

Biraz nefes alarak, bir parça tebessümle kaynaşarak, bir tutam umudla yeniden doğarak, bir lahza sakinleşip birbirimizi anlayarak, ve en önemlisi “biz” olduğumuzun farkına vararak yeniden bir dirilişe  ihtiyacımız vardı.

Ta ki 15 Temmuz gecesine kadar.

Zira bu gafiller “çığırından çıkmış zamanları düzeltmek boynumuz borcudur” diyerek bir bir toprağa düşen mübarek başların, hakkı ve adaleti diriltmek için yaşayan yiğitlerin ölüme koştuğu; büyük hakikatler uğruna serden geçenlerin, yürek yükü iman olan şehitlerin vuruştuğu; duruşuyla asil, mücadelesiyle onurlu; vatan ve namus uğruna ölümü izzet, zalimlerle yaşamayı bir rezil zillet sayanların yurdunda yaşadıklarını unuttular ve uçakların gürültüsüne, tankların homurtusuna, mermilerin vızıltısına aldırmadan, muhtaç olunan ‘diriliş şarkısı’ bestelendi o gece.

Canını imanına şahit kılan her şehitle biraz daha büyüdü yürekler, ihanetin hedefinde yere düşüp kanayan her yiğitle biraz daha güçlendi pazular ve sadece bu gafillerin arkasında durup yaptıkları kirli hesaplarla, arkalarındaki karanlık gölgelerle ellerini ovuşturanların hevesi kursağında kalmadı; yüreklere ilmek ilmek nakşolmuş vatan sevdası, hasretle bize “biz”i haykırmayı bekleyen geçmişimizin silinmez izleriyle korkmadan, çekinmeden, umarsızca imandan bir cüz olduğu fısıldanan vatan sevgisi ile yeniden tanıştık.

‘Allah’ın bu toplum üzerinde bir muradı var’ hakikatinin doğuşu; bu lütfa mazhar olmanın kabarttığı gönüllerden yanakları ateş gibi yakan gözyaşları,vatan uğruna serden geçen gencecik fidanların imanlarına şahit kıldıkları canlarının vechesinden seyredilirken,  bu mümbit coğrafyaya gelecek belalara karşı en büyük silah, uçak, tank ve tüfeğe silahsız meydan okuyup hepsini alt edebilen bir kardeşlik şuuru ve bu şuurla taçlanan birlik hususiyetinin huzurunu yudumladık.

Musibetten ilâhi bir lütuf olarak doğan bu birlik ruhunun devamı için her birimiz; “ben bir başıma ne yapabilirim ki?” umursamazlığından; “doğrularda kalabalıklaşmak zorundayız” şuur ve mesuliyetine erişmek borcundayız.

Azına çoğuna bakmadan, ileri geri konuşana aldırmadan, iltifat edenin övgüsü ile kınayanın kınaması arasında nefsimizi tahrike yahut kalbimizi tahribe yol açacak bir fark görmeden, hesabî değil hasbî bir gönülle Rabbin yeniden gönderdiği ilahi lütufla dirilen birlik ruhu “ben olmazsam kimse bişey yapamaz” kibriyle yol yürüyenlerden ziyade, “vatan sevgisi imandandır” idrakiyle yol olabilenlerin omuzlarında yükselecek.

Zira bu vb oluşumların başlangıçta arz ettiğim gibi bugün bize nasıl bir tehlike oluşturduğunu görmek için şöyle bir etrafınızda olan bitene, hatta bırakınız etrafı, kendi din anlayış ve yorumlayışınızdaki savrulma ve lakaytlığa dikkat kesilmemiz kâfi gelecektir.

Biz zaferden değil seferden sorumluyuz.  Menzile varıp varamadığımız değil , bu yolda yürürken Rabbi ne kadar razı edebildiğimiz asıl sancımız olmalıdır.

Çünkü unutmamalıyız ki ; bu gafillerin müntesip ve muhiplerinin tamamını hapse tıksanız dahi, o yapıyı bu hale getiren en büyük yanlışı hayatınızdan söküp atamadığınız, Rabbinizle aranızdaki tüm aracıları kaldırmadığınız, Rabbin kelamının bizzat size vahyolunmuş gibi sarılmadığınız ve hatta üstüne bir de o zihin yapısından mülhem işler yaparak dine hizmet ettiğinizi sandığınız müddetçe belki “bugünü” kazanabilirsiniz ama kesinlikle ‘yarını’nızı kaybedersiniz.

Bu idrak ve şuurla canlarını ve kanlarını imanlarına şahit kılan nasipli dirilerimize Rabbimden rahmet; bununla şereflenen ailelerine sabr-ı cemil; yaralanmak gibi bir payeden izzetlenen tüm kardeşlerime de acil şifalar dilerim.

Dua ve müebbet muhabbetle.