Muhtar marangozdu.

Çok özel bir çalışma masası yaptı.

Çalışmaya başladık…

Radyo elemanlarını monte ettim.

En son hoparlörü kalmıştı.

“Muhtar hazır ol, tut şu kablonun ucunu hoparlörün dibine değdir” dedim.

Değdirdiği gibi, oyun havaları patladı.

Muhtar sevinçle dışarı fırladı;

“Öğretmenimiz radyo icat etti” diye köy meydanındaki kahveye koştu.

Köylü merakla muhtarlığa doluştu;

“Ülen, 900 gaymelik iş bumuymuş “ diyorlardı.

Ben “Öyle değil başkaları icat etti, ben sadece imal ettim” diye uyarıyordum.

Ama onlar “sen icat ettin” diye diretiyorlardı.

İlk önce muhtara ve azalara ve kendime sonra köylülerime 900 liralık radyoları 30 liraya mal ediyordum.

Marangoz muhtar özel radyo kutularını yapıyor, hoparlör çıkışının deliklerini açıyordu.

Kutunun yan tarafındaki kondansatör düğmesinden istasyon araması yapılıyordu.

Iskala yoktu, ama olsun.

Ses kulağa gelince istasyon tamamdı.

Para da almıyordum ama, onlar da beni özel bakıma alarak maneviyatlarını tamamlıyorlardı.

Herkes çok mutluydu yani.

Günlerden bir gün jandarma başçavuşu devriyede; bizim uzun Memet radyosunu armut ağacına asmış, keyifle tarlasında çalışırken onu yakaladı.

“Nedir ülen bu?”

“Radyo baş efendi”

“Böyle radyo mu olur ülen?”

“Olur baş efendi, öğretmenimiz icat etti”

“Nee, kaçak radyo yapmış…

Tut onbaşı, zabıt tut”

Zaptı tutmuşlar.

Ama o yıllarda öğretmenlerin milletvekili gibi dokunulmazlığı vardı..

Jandarma veya polis karakoluna çağıramazlardı.

Milli eğitim müdürümüz ifade alır, savcılık soruşturmasına müdürümüz aracılık ederdi.

Maarif müdürümüz Ahmet Bey “öğretmenimiz bana bir uğrasın”diyecek kadar kibardı.

Uğradım, beni kaymakam beyin makamına götürdü.

“O muhteşem mucit bu” dedi.

Kaymakam suçumu tebliğ etti ama, birlikte savcılığa vermemek için de çare aradılar.

Mevzuat hazretleri çok kesindi.

Radyoların yıllık vergisi vardı.

Vergi kaçakçılığı her radyo başına vergi cezasını gerektiriyordu.

Hele, izinsiz radyo imal etmek casusluk gibi bir şeydi.

Yıllarca hapis cezası…

Ama bir yol buldular…

Önce takdir ettiler, sonra bir sürgün cezası ile işi kapatarak, Ödemiş Bozdağları’ndaki Kızılkeçili köyüne sürgün ettiler.

İş kapanmıştı, ama vatanımın geri kalmışlığının yaraları kapanmamıştı.

Bahar aylarında Bozdağlar’a geldim.

İsviçre gibi bir yer.

Artık sürülecek bir yer yok.

Dereboyunda keşfe çıktım.

Terkedilmiş 3 su değirmeni vardı.

Kasabalarda elektrikli değirmenler çıktığı için, pabucu dama atılmış su değirmenleri…

Birinin suyu aktif, kapağı kapatınca dikine tribün borusundan adamı bulsa parçalayacak ‘Zap’lı su.

Böyle boşu boşuna akar mı?

O yıllarda hiçbir köyde elektrik yoktu.

Hafta sonun dar ettim.

İzmir Sanayi Bölgesi’nde Ahmet beyi buldum.

Manisa sanayicisi Büyük adam Ahmet Tütüncüoğlu abimizden yardım aldım.

Bir alternatör ve voltaj karalığı sağlayan Kollektör ve Konjüktör…

Jenaratörün miline kayışla monte edilecek, tirübün kanatlarını kendi ellerimle kaynak yaptığım bir değirmen çarkı…

Parçaları, sanayici Ahmet Bey köyüme kadar kendi cipi ile getirdi.

Birkaç günde montajı yaptım.

Köy kahvesine, okuluma, camiye ve köy meydanına kablolar çektim.

İlk açılış için akşam karanlığını seçtim.

Köylü merakla toplanmış bakıyor.

Birden kapağını açıverdim, ortalık gündüz gibi oldu.

Suyun gücü 15 köyü aydınlatacak elektrik üretebilirdi.

Köylü sevinçten çığlık atıyordu;

“Öğretmenimiz elektrik icat etti diye konuşmayın kardeşim, başıma iş açarsınız” demem hiçbir işe yaramadı.

O gece devreyi kapatmadım.

Sabaha kadar efeler zeybek oynadılar.

İki gün sonra basıldık.

Tüm ilçe jandarması,köyü basmıştı.

“Sökün bunları, yoksa fena olur” dediler.

Söktük tabii.

Ertesi gün kasabaya inip istifa ettim.

Sonra kendimi denizlere attım.

Önce telsiz ve vardiya zabiti, sonra Süper Tanker Süvarisi oldum.

Yıllar sonra döndüğümde gördüm ki, sığırlar aynı yerde otluyorlardı."

A L I N T I D I R ...