İnsanlar sabahtan akşama kadar sokaklarda koşturup, bir yığın mücadelenin içinden sıyrılıp akşam olunca genelde evlerine dönüyorlar; evsizler ve gece çalışanlar hariç. Bazen keşke insanlar gündüz uyuyup gece çalışsalar diye düşünürüm. Sanki gece ve gündüz yer değiştirse daha az savaş olacak, daha az cinayet işlenecek, daha az kavga-gürültü olacakmış gibi geliyor bana. Çoğu zaman zihnimiz yoruluyor. Her ne kadar dünyamızdaki gelişmelere sırtımı dönemesem de bazı dönemlerde benim de kendime dönük tarafım ağır basıyor. Bireysel olarak aslında sakinliğe düşkün, cep telefonu ve internet kullanmayı sevmeyen ve iş gereği kullanan, kalabalıktan yorulan, şehir hayatını sevmeyen, köy hayatını seven biriyim. Sigara kullanmam, temiz havayı, denizi ve sporu severim. Ne yazık bu beton yığınlarının arasında ve bitmeyen inşaat gürültüleri arasında yaşıyoruz. 

Kendisiyle kimi zaman baş başa kalamayan, sakin bir köşe bulamayan insanlar hiçbir şey üretemezler. Kitap okuyamazlar, tarih bilmezler, öngörüleri yoktur, odaklanamazlar. Okuyamazlarsa doğru dürüst şeyler yazamazlar ve çok şey bilemezler, dünyaları güdük kalır. Birbiriyle olan ilişkileri, dedikoducu mahalle sakinlerinin ilişkileri düzeyindedir. Gösterişleri vardır, herkes camdan cama bağırıp, cemaate bir şeyler ispatlamaya çalışır. İnsan ilişkileri görünenden zayıf ve kısa sürelidir. Dışarıya her adım attığımızda, İstanbul’u içinden kemiren, şehir merkezine her köşeden dalan yüzlerce arabadan, bitmeyen inşaat çalışmalarından, matkap, çekiç ve motor seslerinden yoruluyoruz. Şimdi bir de “kentsel dönüşüm” adına yapılacak ve belki de yıllarca sürecek toz-toprak içinde inşaat çalışmaları, onun yanında yeni yapılacak konutlar, her yıl tamir edilen diğerlerine eklenecek. 

Bir yandan düşünüyorum; elbette ve mutlaka çürük binalar yıkılmalı, diyorum ama bu moda herkesi öyle bir sarmış ki geçenlerde karşılaştığım bir arkadaşım:”Ayça, siz de versenize” dedi. Neden bahsettiğini sordum, cevap:” Binanızı… Müteahhide!” dedi. Sizin bina çürük mü, diye sorunca da:”Yoo, bizim daireye o kadar masraf yaptım ama gene de yıkılmasını istiyorum. Bizim binadaki komşular hem fikir. Sen olsan daha yenisini istemez miydin?” deyince “hayır, sağlamsa tabi ki hayır” dedim. Bir de eski Türk romanlarındaki yeni yetme gençlerin ailesine olan baskısı yeniden canlandı: “Şu evi müteahhide versene baba (veya anne). Nedeni ne?.. Daha çok, daha çok istemek, anıları daha çok hiçe saymak, daha yüksek, daha beton, daha taş, daha ruhsuz binalar yapmak, daha komşusuz, birbirine yabancı bir hayat sürmek. Şayet depreme dayanıksız ise, gereği var ise yenisi yapılsın elbette ancak bir de her yıkılanın yerine neden ille de bina yapılsın? Neden ormana, yeşilliğe dönmesin araziler ve yeni binalar neden şehir merkezinin dışına taşınmasın?

İstanbul… Bu nüfus artışıyla bu koca şehir artık kendini taşıyamıyor. Bu şehrin en büyük meselesi de bu zaten: önlenemeyen nüfus artışı. Herkese üç çocuk, hatta dokuz çocuk diye dipsiz bir yerlere doğru gidiyoruz. Egzoz gazı solumak, otobüslerde tıklım tıklım ayaklarda yolculuk etmek, çağdaş hiçbir dünya şehrinde olmayan “minibüs” terörüyle felç edilen yollar. Geçenlerde gördüğüm kolları boynuna kadar dövmeli Pendikli bir minibüs şoförü, önce iki yaşlı kadını alır gibi yapıp, sonra kapıları kapatıp dalga geçince kahroldum. Yolda bırakılan zavallı kadınlar, sadece Kaymakamlık tarafına gideceklerdi. Ama zavallıcıklar ne bilsin Kaymakamlık makamının ilçe merkezi yerine, doğru dürüst “üst geçidi” bile olmayan, elinin körü bir yere taşındığını…

Memleket ne halde mi? Suriye’ye savaş tezkeresi çıktı, biliyorum… TBMM’de yine MHP’liler AKP’ye payanda oldu, onu da biliyorum. BDP’liler teröristlere destek vermeye devam ediyorlar… Ülkemizde her gün teröre kurbanlar veriyoruz… Öte yandan Suriye tarafından sınırlarımıza havan topları düşmeye devam ediyor; memleketin başını durduk yere belaya sokanlar utansın, diye düşünürken stres dolu haberler bitmiyor… Sinirli Başbakanımız ve Cumhurbaşkanlığı köşkündeki “noter makamı”yla yolumuza devam ediyoruz…