POLİTİK BİR MERKEZ OLARAK CAMİ
Orhan Pamuk “Yeni Hayat” adlı romanına “bir kitap okudum hayatım değişti” diye başlıyordu. Bu sloganı Hristiyanların İncil satarlarken en çok kullandıklarını öğrenince şaşkınlığım artmıştı doğrusunu söylemek gerekirse! Neyse bende yeni selefi şiddetin ortaya çıkardığı sorunların teolojik temellerini araştırıp olası çözüm önerilerine katkı için çalışırken, açık istihbarat ile politik kitaplar da okudum. Tabii ki hayatım değişmedi ama şaşkınlığım ve tedirginliğim arttı, diyebilirim.
Bununla birlikte bu metinler bir algı operasyonu olarak komplo teorilerine hizmet etme riski olduğunu da belirtmek gerek. Evet, fakültede Tarih Felsefesi dersinde Karl Popper’in “Açık Toplum ve Düşmanları” adlı eserini ve özellikle de “Tarihin bir anlamı var mı?” bölümünü okutarak, komplo teorilere karşı zihinleri uyarmaya çalışırken, karşı bir komplo teorisine katkı sağlama tehlikesi de var. Ama sadece masa başı akademik yayınlar ile çözüm yerine çözümsüzlüğe katkı sağlama riski daha yüksek olduğu da bir gerçek. Nitekim eğer Yemen ve Kırgızistan’da neo selefi zihniyetin etkinliğini görmeseydim, Hanefi-Maturidi öğretiye teorik olarak güncellemeye bir İslam felsefecisi olarak niçin ihtiyaç duyabilirdim ki?
Ülkemde ve çevremizde neler oluyor diye anlama çabam, resmi tarih yazımları ötesinde Osmanlı’nın son dönemine doğrudan alan bilgilerini veren kitaplardan hareketle komplo teorilerinin olası risklerini göğüsleyerek okumak gerekir diye düşündüm
Üç Kitabın Artırdığı Tedirginlik
Kitap: Ian Johson, Münih’de Bir Cami: Naziler, Cia ve Müslüman Kardeşlerin Batıdaki Doğuşu” (Mikado, İstanbul.2012) gizliliği kaldırılan belgelerden hareketle roman tarzında yazmış. Bu eseri okuyunca ülkem ve Müslüman halklar adına tedirginliğim iyice arttı! 
Yakın komşularımız yıllardır birbirleriyle savaşıyor, din adına katliamlar yapılıyor ve Müslüman Müslümanı öldürüyor. Türkiye de bir şekilde bu savaşın içine çekilmeye çalışılıyor. Üstelik son yerel seçimler öncesinde başlayan toplumsal kamplaşma artarak devam ediyor. Kurumlar arasında uyumsuzluk iyice arttı ve bunlara halkın güveni de sarsılmaya başladı. 
Tedirginliğim nasıl artmasın?  “İslam’ı 2.dünya savası sırasında politik bir silah olarak kullanmayı planlayan küresel güçler, daha sonraları ise bu stratejiyi Soğuk Savaş döneminde sürdürdü ve günümüzde bunu iyice keskinleştirmiştir. Bunun ülkem ve halkımız üzerindeki etkisi de iyice belirginleşmeye başladı. 
Bu stratejilerin yakın tarihine bakacak olursak, Japon asıllı ABD vatandaşı F.Fukuyama Tarihin Sonu tezi ile artık yolun sonuna gelindi ve Batı hükümranlığını medeniyet adı altında kabul edeceksiniz diyordu! 
S.Huntinton ise bunun temini için Medeniyetler Savaşı adlı teziyle Uzakdoğu ve İslam medeniyetlerini bir blok olarak rakip ilan etti. Bu tez ile yıllarca manipülasyonu yapıldı, ama daha maliyetli olduğunu düşünmüş olsalar gerek ki, medeniyet/islam içi savaşı tetiklediler. Ve Müslümanlar birbirini boğazlıyor, Ramazan’da İsrail Gazze’ye bombalar yağdırıyor, durum vahim.  
Bu duruma nasıl gelindi, sorusunun cevabı için Müslümanların psikolojik savaşın bir aygıtı haline dönüştürülme sürecini incelemek lazım. Bunun için Alman ve ABD istihbarat birimlerinin etkin olduğu Münih camii örneğini ele alacağız. Ama önce 2. Kitap hakkında bilgi vermek lazım, çünkü “Medeniyetler Savaşı” tezinden nasıl İslam/medeniyet içi savaşlara gelindiğini anlamak için önemli bilgiler içermektedir. 
Ktap: Edward F.Benson’ın “Türklüğe Nefret Kitabı:  Hilal ve Demir Haç. (çev. Mert Akçanbaş, Destek yay. İstanbul.2011) kitabı, İngiliz gizli belgelerindeki veriler D.G Hoghart ve Arnold J. Toynbee gibi teorisyenlerin fikirlerinden yararlanılarak yazılmıştır. 
Bu teorisyenlerin fikirlerinin de Samuel Huntington’un Medeniyetler Çatışması kitabında temel olarak kullanıldığını söylersek, fikir insicamı ve uygulamadaki tutarlılıkları görebiliriz.
Çevirmen, “bu kitaptaki bilgiler bir İngiliz milliyetçisinin sözleri olarak okunmamalı çünkü son iki bölümde anlatılanlar Sevr Anlaşmasıyla uygulanmaya konmuştur. Günümüzle olan ilgisi de Büyük Ortadoğu Projesine büyük benzerlik göstermesidir” diyerek bu hususa işaret etmektedir. Bu kavramın içeriğini bilenlere ise Mezopotamya Serbest Bölgesi diyerek sömürü hedeflerini yumuşatarak sunmaktadırlar. Bu temelde, 1917 Sevr uygulanmaya konulmuş, Lozan’da aksamış, günümüzde yeniden masaya sürülmüş menüdür.( Önsöz.s.2-6) 
Bin Dokuz Yüz Seksenlerde İsrail Stratejisi” ve BAP
Buna bir de bugünlerde (17-18 temmuz 2014) İsrail’in Gazze’ye yönelik katliamlarını, İŞHİD denilen örgütün Müslümanları Peygamberin mühründen oluşan sancağı altında katlederken İsrail ile savaşmaya gerek yok demesini düşündüğümüz zaman, büyük planın kademeli bir şekilde işlevselliğini koruduğunu görüyoruz. Çünkü “1982 yılında Dünya Siyonist Teşkilatının yayın organı olan Kıvunım (Yönelişler) isimli  bir dergide yayınlanan “Bin Dokuz Yüz Seksenlerde İsrail Stratejisi” isimli bir makalede İsrail’in güvenliği için Suriye’nin Nusayri, Dürzi, Şam, Halep diye dörde, Irak’ın da Şii, Sünni ve Kürt Bölgesi olmak üzere üçe bölünmesi gerektiğinden bahsedilmiş. 
Bu gün Irak ve Suriye’deki gelişmeler 32 yıl önceki bu makalede ifade olunan projenin nasıl hayata geçirildiğini gözlerimizin içine sokarcasına hepimize gösteriyor. IŞİD merkezli son gelişmeler Irak’ta üçe bölünmeyi perçinledi. Musul Sünni Bölgesine, Kerkük de Kürt Bölgesine bırakıldı bile. Türkmen bölgeleri bilinçli olarak farklı bölgeler arasında parçalandı. Suriye’de anlaşılan kadarıyla bir fazlasına yani beşe bölünecek gibi.1982 yılında sayılan dörtlüye Kamışlı (bu günlere konuşulan adıyla Rojava) merkezli Kürt Bölgesi ilavesiyle Suriye’deki parça sayısı beş olacak gibi görünüyor.” 
Velhasıl bugün artık Uzakdoğu ve İslam medeniyetleri arasında irtibat kurarak bir çatışma ile meşruiyet arama çabalarına gerek kalmadı, çünkü medeniyet içi çatışma başlamış bulunmaktadır. Türkiye’de alevi-sünni ve sağ sol çatışmasıyla denenen ve kısmen de başarılı olan bu proje uluslar arası alana taşınmış ve Şii-Selefi çatışması olarak İslam alemini kana bulamaktadır. 
Şimdi tam bu noktada özellikle İngilizlerin, genelde Batılıların bölge insanına tasavvurunu yansıtan ibareleri hatırlamak gerekiyor:  Bunun için de 3. Kitaptan bahsetmek gerekiyor: 
Kitap: Turanlar ve Panturanizm’in El Kitabı (çev. Gonca ve Şenol Durgun, A kitap. Ankara, 2013) adlı eser,  bir bilim heyetine hazırlatılmış. 
Bütün Dünyadaki Türk boyları, örfleri, adetleri, lehçe farklılıkları gibi her türlü teknik bilgiye haiz. Tarihsel bilgilerin tamamı o dönemi yani Osmanlı’nın son zamanlarındaki hareketlerin akıbetini ölçmeye ve dönemin süper gücü olan Britanya’nın çıkarları açısından tehdit olup olmadığının sorgulanmasını amaçlamış. Teorik bilgilerin yanı sıra dönemi açıklayan özgün bir haritanın olması eseri önemli kılıyor. (Önsöz: XIV)
Hilal ve Haç kitabında Türkler hakkındaki sert ve hakarete varan cümleler burada daha genişletilmiş: Türklerin yanı sıra Çinli, İranlı ve Arapları da vahşi, inançsız, zorba olarak niteleyen kitap, özellikle bizim çağdaş medeniyetin ve Avrupa’nın en büyük düşmanı olduğumuzu belirtiyor. Ne pahasına olursa olsun Türkler, Avrupa’dan atılmalıdır. Geçmişte olduğu gibi bugününde ilkesi “Kahrolsun Türk”tür, deniliyor. (Turanızim:159-160) Medeniyetler arası savaş tezinin arka planında bu nefret yattığı, bölge insanlarını birbirine düşürerek maddi ve manevi enerjilerini  yok etmeyi hedefledikleri aşikardır. 
İngilizleri anladım, ama özellikle ilk iki kitaptan da çıkardığım sonuç, Almanya niçin AB yolunda en sert muhalifimiz diye insanın aklına geliyor? Çünkü Almanya ve Türkiye o dönemde beraber hareket etmişler ve hatta Hilal ve Haç yazarına göre Almanya bizi her daim sömürmüş; İngiltere ve Rusya hakimiyetine karşı da bizi kullanmış. 
Ona göre, ittihat ve Terakki başta olmak üzere Türklerin Almanya kontrolünde olduğu, modernleşme adı altında Osmanlıyı sömürgeleştirdiğidir. (Benson:29-40) Amerikan misyonerlerini de vatansever ve insanlık timsali olarak nitelemektedir.  ((Benson:65 vd) Peki bu durumda bugün AB yolunda ilerlemeye çalışan Türkiye’ye en büyük muhalefet niçin Almanya’dan geliyor, sorusunun cevabı için “İstanbul’un fethi, Türklerin bir Avrupa  gücü haline gelmesini simgelemektedir. (Panturkizm:171)” tespitine dikkat etmek gerekmektedir. İşte tam bu noktada iki küresel güç arasında strateji farkına varmak gerekiyor:
Osmanlı üzerindeki Stratejiler
İngiltere’nin en büyük kaygısı, yüzyıllar boyunca Asya ve Avrupa’nın kaderini önemli oranda etkileyen bir ırkın bağımsız kalan bir kolunun siyasi varlığını sürdürmesi durumudur. Eğer Türkler (Almanya’nın teşviki ile milli unsurlarını homojen ve tek bir devlet içinde bütünleştirirse varlıklarını koruyabilirler. Böyle bir durumda medeni milletler dairesine barışçıl bir temelle katılmaları mümkün olabilir. Eğer Prusya tarzı bir teşkilatlanmaya giderlerse dünya için geçmişte olduğundan daha tehlikeli olurlar.” Denilmektedir. (Turanizm:160-161) Bu durumda Türkçü bir söylem ile Rusya ve Britanya’nın önünü kesecek Prusya tarzı bir kuvvet oluşturmaya çalışıyor, diye düşünüyorlar. 
Üç Tarz-ı Siyaset’in bu bağlamda bir kez daha düşünülmesi gerekiyor: Özellikle İslamcılık adı altıda etki alanını genişletmeye çalışması, bunun kısa bir dönemde olsa başarılı olması, ardından Türkçü bir söylem ile İç Asya, Afganistan-Pakistan hattına ulaşılma çabası ile Hindistan’ın kuşatılması İngiltere’yi oldukça rahatsız etmesi doğaldır. Üstelik Osmanlı’nın Japonya ile görüşmeler yapılarak Britanya karşıtı bir yapı oluşturulma çabası da bu noktada önem kazanmaktadır.  
Kırgızistan Oş İlahiyat Fakültesinde görev yaparken Adil Hikmet Beyin Asya’da Beş Türk Kitabını  (Ötüken yay. İstanbul.2012) okuduğumuzda Enver Paşa burada ne arıyordu, ülke kan içindeyken demiştim. Şimdi İngiliz istihbarat belgelerine göre 1917 yılında Almanlar ve Türklerin Orta Asya ve Basra üzerinden Hindistan’daki İngiliz hükümranlığını yok etme şanslarının hala olduğunu ve bundan korktuklarını öğreniyorum.  Japonlarla da görüşerek, Avrupa’ya karşı bir Asya ittifakı kurulmaya çalışıldığını ve Ertuğrul Firkateyni faciasını da bu bağlamda hatırlamak gerekiyor. Almanya külli bir Avrupa karşıtlığına dair bu görüşmeler için ne diyordu diye de sormak gerekiyor tabii bu arada. Neyse Japonya ve Osmanlı görüşmelerin temelini de beş güzel insan attığını öğrenmiş oldum. (Akçanbaş, Önsöz.3-4) Aynı bilginin  “Turanlar ve Panturanizm” de belirtilmiştir. (s:276-277) 
 Tekrar dönemin küresel güçlerinin strateji farklılıklarına dönelim: Britanya, Türk dünyasının diğer birimleri ile irtibatın kurulmasının önünün kesilip, içe kapanık Türkçü homojen bir yapı ile Anadolu Türklerinin varoluşlarını sürdüreceklerini söyler, Almanya ise Pan Türkçülük ile Britanya ve ve Rusya’nın Pan Slavizmine karşı durmada bir öncü konumunda düşündüğü anlaşılmaktadır. Bu durumda Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarını bu iki küresel güç ve ilişkileri bağlamında yeniden bir okumaya tabii tutmak gerekir, diye düşünüyorum.
İslam’ı Politik Bir Silah Olarak Kullanmak
Camii merkezli bir örgütlenme içinde Müslümanları psikolojik savaşın aygıtları haline getiren ve İslamiyet’i politik bir silah olarak kullanma projesi, önceki birikimlerinden hareketle Naziler başlattı. 2. Dünya savaşı sırasında Kominizim ile savaşmak için oldukça uygun kişiler Türk dünyasından seçildi. Daha doğrusu zaten kırk katır mı, kırk satır mı tercihinde kalan ve Stalin’den kaçanlar politik bir silah olarak işlevsel hale getirildi. 
Bunun için Münih de bir cami inşa edildi ve bu eylemlerin merkezi haline getirildi. Almanya’nın yenilmesiyle birlikte ABD merkezi haber alma teşkilatı CIA konuyla ilgilendi, bu merkezi devraldı içindeki uydu insanlarla birlikte. 
Münih’teki Camiyi politik bir merkez olarak kullanan 3. Gurup ise, camiyi Batı’ya bir sıçrama noktası olarak kullanmak isteyen Müslüman dünyadaki politik figürelerdi. Velhasıl, Cami, bir ibadet merkezinin yanında politik bir merkezdi. (s.11) artık Müslümanlar psikolojik bir savaşın en önemli aygıtlarıydı 
Psikolojik bir savaşın en önemli aygıtları olarak Müslümanlar 
Yazara göre, 1950 yıllarda bir cami etrafında organize olan fikirleri anlamadan 1970-1980 Afganistan mücadelesini, daha sonra Taliban ve el-Kaide ardından 11 Eylül 2001 ve Irak işgalini anlamak mümkün değildir. Nitekim Camiler önemli, 1980 Çorum olayları da bir caminin bombalandığı iddiasıyla tetiklenmiş ve onlarca can yanmıştı, maddi ve manevi yarasını halen yaşıyoruz. 
Bugünlerde bir de İstanbul’da Şii/Caferi camii kundaklandı. İlginçtir, ciddi karşı bir tepki gösterilmediği düşünülmüş olsa gerek ki tekrar kısa bir süre sonra yeniden kundaklandı. Oysa bu çok önemli, çünkü önceki yazılarımdaki Şii-selefi çatışmasının ülkemize taşınmasının ön habercisi gibi duruyor. 
Cami Kundaklanması ile Tedirginliğim Arttı: Çünkü Osmanlı’nın son zamanlarından itibaren farklı aşamalarda gündeme gelen üç tarz-ı siyaseti inceleyen yazılar ele aldım, Türklük, İslamlık ve Osmanlılık tıkanma gerekçelerine kafa yordum. Günümüzde neo selefi bir yapı arz eden İslamcılık ile de olmayacağını, Müslüman halkları birbirine kırdıran asabiyet/ırkçılık/mezhepçilik anlayışının medeniyet içi bir savaşa yol açacağını elimden geldiğince yazdım, fikirlerimi kamuoyu ile paylaştım. Din, “uzlaşmanın mı; çatışmanın mı merkezi olacak”sorusu bağlamında maalesef Müslümanlar için çatışmanın ve istikrarsızlığın vesilesi olduğunu vurguladık. Selefi üslubun ortaya çıkardığı şiddetin ancak özgürlükçü felsefi/kelam bir söylem ile aşılabileceği ortadadır. Eğer böyle bir söylem ile “Müslüman Demokrat” kimliği ortaya koyamazsak, bu yeni selefi şiddetin ortaya çıkardığı köktendincilik ve islamfobia arasında insanca ve yarın ne olacak korkusu olmadan yaşama imkanımızı yok edeceğiz.
Velhasıl; Mevlam din/mezhep merkezli çatışmalardan ülkemizi korusun, diğer Müslüan ülkeler bu kumpasa düştü. Biz de aynı delikten bir kez daha ısırılmama ferasetini göstermemiz gerekiyor. 
(devam edecek; gelecek yazı: “Hedef Her Zaman Enerji, Müslümanlar da Batı İçin Kıyı Mevzi”