Ard arda gelen haberlerle paslı ve yorucu bir iklimden geçiyoruz. Bu iklimde sadece zihnimiz ve kalbimiz değil; hayalimiz, umudumuz, ufkumuz da yorgun artık ve biraz nefes almaya, bir parça tebessüme, bir tutam umuda, teşehhüd miktarı sakinleşmeye, hiç olmazsa normalleşmeye, durmaya ve durulmaya ihtiyacımız var.

Peki bunca hengâme içinde bu nasıl olacak?

İnsan suya düştüğü için değil, sudan çıkamadığı için boğulur” buyuruyor Celalettin-i Rumi. Bizim düştüğümüz yer de kalkacağımız yer de tam da burasıyla ilgili sanırım. Zira insan düştüğü yerden kalkar der arifler.

Kendi kudreti ile nefes bile alamayan, gözünü kırpamayan, ağzından tek bir kelime çıkaramayan, adım atamayan, ayakta bile duramayan bir varlık olan insan tam anlamıyla kendisini yaratanına muhtaç iken; inkâr dediğimiz şey bütün sahip olduklarının insanın kendi yeteneklerinin bir sonucu olduğunu düşünmesi, vehmetmesiyle başlıyor.

Dilimizde en çok tekrarladığımız ama üzerinde en az tefekkür ettiğimiz gerçeklerden biridir bence bu.

Kimliği, yaşı, konumu ne olursa olsun günümüzde hemen her insan kendinde bir güç, bir yetenek, bir üstünlük bir bağımsız irade vehmediyor ve bu vehmi başkalarına gösterme derdiyle kıvranıyor. Zira dünyayı kendi parmağın ucunda dönen bir şey zannediyor ve sırf kendi Kâbesini tavaf ettiği için de her şeye hâkim olduğuna, her durumu yönettiğine, her harekete yön verdiğine, bunları hep kendi gücüyle, aklıyla, enerjisiyle yaptığına inanıyor.

Bunca kibri, enaniyeti, böbürlenmeyi ve pervasızlığı başka türlü açıklamak mümkün değil zihnimin labiretinde.

Kabul etsek de etmesek de farkına varsak da varmasak da başkalarına tahammül edemeyişimiz kendimizi kendi sınırlarımız içinde göremeyişimizden. Bir parçacık sevebilmek, azıcık da olsa barışık yaşayabilmek adına o kadar büyütüyoruz ki kendimizi, başka herkes az ya da çok değer kaybediyor gözümüzde.

Zira sahip olduklarımızın bize bağışlanmış birer nimet, kaybettiklerimizin birer imtihan vesilesi olduğunu bilenler ve hayatın bir kader üzere aktığına hakkıyla inananlar için hayat nasıl olur da içinde bu kadar çok kavga gürültü biriktirebilir anlamak mümkün değil!

Demek ki atladığımız, görmezden geldiğimiz bir şeyler var.

En alelade sohbetlerimizde dahi konu insanın zayıflıklarına, defolarına, samimiyetsizliklerine, düştüğü nefsaniyet çukurlarına geldiğinde ustaca zihin hamleleriyle konuyu kendimizden uzaklaştırıyor, anlatılanı bir meçhul günahkarın hikayesiymiş gibi dinlemeye başlıyoruz. Çünkü biz daima konunun dışında oluyoruz bir şekilde ve bütün insani, ahlaki, dini çözülmeler, bozulmalar, çürümeler faili meçhul bir şekilde hep bir başkasının, başkalarının başına geliyor.

Farklılıkların ortadan kalktığı, birbirimize aynılaşacak kadar çok benzediğimiz tek nokta belki de burası; gaflette olan, hataya düşen, kibrinde boğulmuş o aciz "günahkâr" hiç biz değiliz, hep başka biri! Buna karşılık ise bizim sevaplarımız, doğrularımız, faziletlerimiz hiç bitmiyor.

Ne acıdır ki bu mesnedi olmayan "tamam"lığın, şaşmaz bilgeliğin, şaşırmaz adamlığın, yanılmaz doğruluğun merkezinde sadece biz varız ve hakikat dediğimiz şey bizim tekelimizde. Bu yüzden olsa gerek her farklılığı noksansız bütünlüğümüze, şaşmaz insanlığımıza, yanılmaz bilgeliğimize yöneltilmiş haddini aşan bir itiraz olarak vehmediyor ve öfkeleniyoruz.

Oysa ki “ben” kavramı üzerine bina ettiğimiz her şey sinsice damarlarımızda dolaşan bir zehir, kendini hiç açık etmeyen, dilimize hiç vurmayan, kendini kör derinliklerimize gizleyen bir isyan olarak bizi içten içe çürütüyor!

Hemen hepimizin içinde çöreklenmiş; her şeyi bilen, her bir şeyi başaran, hiç yanılmaz, hiç yenilmez, hiç şaşırmaz, hiç boyun eğmez, hiç hataya düşmez olduğumuzu usanmaksızın kulağımıza fısıldayan bu çürümüşlükle bütün vaktimizi ve enerjimizi yanlışları teşhis etmeye ayırdığımız için doğal olarak hakikatle hiç yüz yüze gelemiyoruz.

Trafikte tarifi imkânsız bir sabırsızlıkla yeşil ışığın yanmasını bekleyen insanlara iyi bakın, bu çağın insanının ruh halini görecek ve ne demek istediğimi gayet net anlayacaksınız.

Bozuk olanı düzgünüyle değiştirmediğimiz, yorucu tamirat ameliyelerini göze alamadığımız ve yola hep patlak lastiklerle devam etmek zorunda kaldığımız için kaçınılmaz olarak yalpalıyoruz.

Kimlik meselelerini çözemeyen, bu sorunlarını samimiyetle görmeye bile yanaşmayan bir toplumda havalı cümleler kurmakla, içi doldurulamasa bile volümü yüksek tutulabilen iddialarla ve ateşi sürekli harlı tutulan bol itiş kakışlı tartışma ortamlarıyla yaşayıp gitmek dışında pek bir seçeneğimiz kalmıyor.

Bu kadar cesaretsiz, gayretsiz, hedefsiz ve donanımsızken hararetin sürekliliğine yatırım yaparak defolarımızı görünmez kılmayı tercih etmek ve kendimizi gürültülü popülizmin serin sularına bırakmak dışında ne yapabiliriz bilmiyorum ama mevcut sıkıntılara çare olacak fikirleri üretmek için, bizim sahip olduklarımızdan daha fazlasına sahip olmanın gerektiği ve bunca sorunu düzeltmeye kendimizden başlamamız gerektiği aşikâr.

Peki bu nasıl olacak?

Öncelikle madem ki kendimize toplum diyoruz, insanlığımızı aynı bedenin uzuvları gibiymişiz gibi düşünmeye mecburuz. Yanıldığını fark edebilmek, tökezlediğini bilebilmek, çuvalladığını anlayabilmek ve kendi başına hiçbir şey olmadığını kabullenebilmekten başlayacak ayağa kalkışımız.

Madem ki insanız; yanlışlığa karşı dosdoğru, kirliliğe karşı tertemiz, karanlığa karşı apaydınlık, çürüyene karşı sapasağlam, kaypaklığa karşı güvenilir olmakla mükellefiz.

Aklımıza, dilimize, kalbimize başkalarını ezmek için görünmez balyozlar takıp gezdiğimiz şu zamanlarda bunları yapabilmek zor bilirim.

Ancak varlığımızın nasıl acımasız bir işgalin tahakkümü altında olduğunu görebilmemiz için; gün boyu bizi nelerin meşgul ettiğine biraz daha yakından bakmamız yeterli olacaktır! Zira zaaflarıyla yüzleşmeyen, yüzleşemeyen insan, kötülük endüstrisinin en istikrarlı müşterisidir.

Bu endüstrinin çarkları arasında öğütülmemek, bu dünyadaki varlığımızı anlamlı kılmak ve bu dünyadan geçip giderken hoş bir seda bırakmanın yolu ise dil, din, ırk, renk, mezhep gözetmeksizin; bir annenin kayıp evladını aradığı gibi, bir hastanın şifa aradığı gibi, bir âşığın asırlardır görmediği sevgilisini köşe bucak aradığı gibi yaratılmışa hizmet etmekten, hizmetkâr olmaktan geçiyor.

Uçağa binerken önümüzde birisi olacak mesela, kucağında çocuk, elinde valiz.

Herkes o anneciğin yanından geçip çıkacak merdivenleri telaşla ama biz duracağız, yükleneceğiz o valizi, koltuğa kadar götüreceğiz. Uçak inecek ve biz soluğu onların yanında alacağız, valizi yükleneceğiz, belimiz ağrıyacak, belki işimize geç kalacağız ama anne günahsız bir ağızla dua edecek ve o bebek gülecek. O gülüş gelecek aklımıza, o dua düşecek gönlümüze belimizin ağrısı şifa olacak kalbimize, güleceğiz.

Faturasını ödeyememiş birisi çıkacak karşımıza ya da, “Allah rızası için” diyecek; cebimizdeki son parayla ödeyeceğiz faturasını. Doğalgazı açılmış bir ev ısınacak akşama, kadın hamdolsun diyecek, çocuklar neşeyle havaya zıplayacaklar, adam gözleri dolu dolu “Allah razı olsun” diyecek.

Dertleneceğiz kardeşlerimizin derdiyle. Borçlunun borcuna kendi borcumuza koşturduğumuz gibi koşacağız, hastanın tedavisi için kendi hastalığımıza derman arar gibi uğraşacağız, boynu büküğün yüzünü güldürmeye, açın karnını doyurmaya, talebenin yetişmesine, garibin işinin hallolmasına uğraşarak tüketeceğiz ömür dediğin çileyi.

Öleceğiz sonra, alacaklar bizi bir ulu divana. Sermayemiz yok, günahımız çok, amelimiz hiç olmuş. Perişanız, müflis bir halde bükeceğiz boynumuzu.

“Getirin” diyecek o vakit bir ses belki de “Getirin!”

Bir doğalgaz faturası koyacaklar terazinin sevap kefesine, bir valiz, bir burs, yetim bir tebessüm, içli ve fakir bir dua...

“İlişmeyin kuluma” diyecek o an Rahman belki de , “azad ettim onu.”

Şükür secdesine kapanacağız o vakit gözyaşlarıyla, omzumuza bir el dokunacak şefkatle, bizi kaldırıp sarılacak boynumuza heybetle ve usulca fısıldayacak kulağımıza:

Rıza makamı için kendine borçlu kalan aldanmıyormuş değil mi