Bu güzel ülke üzerinde ne oyunlar oynandı, hakikaten saymakla bitmez. En masum, en renksiz konular üzerinden bile toplum bölünmeye, insanlar karşı karşıya getirilmeye, çatıştırılmaya çalışıldı, ne yazık ki başarılı olunduğu zamanlar da oldu. Kalkınmayı sağlamak ve refaha ulaşmak için sarf edilmesi gereken enerji ve kaynaklar onlarca yıl heba edildi. O yıllar Türkiye’nin kendi enerjisini kendisinin tüketmeye zorlandığı yıllardı ve esasen Türkiye’nin kayıp yıllarıydı. Öyle ki kendini ararken, ülkesi için mücadele verdiği düşüncesiyle koşan ve farkında olmadan kardeşine karşı duran, özünden uzaklaştırılmaya çalışılan kuşakların sahne aldığı hazin yıllardı. Çok iyi bilindiği gibi 1960’lar ve 1970’lerde sağ-sol kavgaları önce kurgulandı, sonra örgütlendi ve kardeş kardeşe kaş çatmanın çok ötesinde, kardeşler birbirine ateş açar hale getirildi. Bu süreç bizden önceki kuşaklar üzerinde büyük etkilerde bulunmuş ve faturalar ödenmesine yol açmıştı.

Her yöntem denense de sağduyu galip geldi!

Hakikaten ilginçtir! Özellikle belirtilen dönemlerde toplumu ayrıştırmak, kutuplaştırmak üzere çok yönlü çalışmalar yürütülmüş, her alanda toplumu sarmalayan kutuplaşmaya zorlayan yöntem ve araçlar devreye sokulmuştu. Öyle ki en masum ve renksiz bir konu olan dil üzerinden de süreç çalıştırılmış ve tam olarak kesin bir olgu ve gösterge olmamakla birlikte kullanılan kavramlar, insanların bulunduğu siyasi noktayı bir bakıma sesli olarak ifade etmesine yol açmıştı. Çok bilinenler kavramlar arasında; imkan-olanak, şart-koşul, millet-ulus, cevap-yanıt kitap-metik ve inkılâp-devrim gibi aynı anlama gelen(hatta gelmeyen) kavramlar kutuplaşmanın sembolü olmuş, bir bakıma ifade edilen kavram kullanıcısını isteğine ve niyetine bakmaksızın bir gruba iliştirmiş, adeta o grubun mensubuymuş gibi göstermeye başlamıştı. Dolayısıyla zorla etiket yapıştırılarak bir gruba doğru yönlendirilen adeta iteklenen insanlar söz konusu gruba olan aidiyetlerini bile sorgulayamadan toplum ve dahası gençlik olarak karşı karşıya gelmişti.

Bu dönemde pek çok etken etkili oldu. Örneğin yabancı kökenli kavramlar yerine öz Türkçe kavramlar türeteceğiz! takıntısına odaklanılarak kavramların zorlama ile türetilmesi ilginçti. Türetilen kavramlar bir kesim tarafından sahiplenilirken, bir kesim tarafından ise reddedildi. Anlaşılması ve kavranması zor ve halkın diline geçmeyen sözcüklerin türetilmesiyle devam eden süreç, ne yazık ki farklı akımlarının da etkisiyle Türk Dil Kurumu’nun ilgili komisyonlarının maharetiyle devam etti ve öyle ki kurum, bilerek veya bilmeyerek söz konusu sürecin içinde yer almış oldu.

Kayıp yıllar ve dilin siyasallaştırılması!

Söze konu yıllar gençlerin çatışarak enerjisini boşa tükettiği ve ülkenin zaman kaybettiği kayıp yıllardı. Bu yıllarda toplumu kutuplaştırmak, insanları ve özellikle gençleri çatıştırmak için neredeyse denenmedik hiçbir yöntem kalmadı. Bu yöntemlerden belki de en ilginç olanı kullanılan dil üzerinden ve kullanılan kavramlar üzerinden toplumu ayrıştırmaya ve parçalamaya yönelik olarak yapılan çalışmalardı. Tabii yapay olarak oluşturulan kutuplarda sürekliliği sağlamak ve kopmaları önlemek için pek çok araç yanında konuşulan dilden de yararlanılmaya çalışılması kayda değerdi. Siyasallaştırılan kavramların kullanımının grup üyeleri arasında yaygınlaştırılarak bir harç gibi birleştirici ve gruba aidiyetin pekiştirilmesi yönünde işlev görmesi beklentisi başlı başına bir yöntem denemesiydi. Her kesim üzerinde olmasa da bu yöntem özellikle gençlik üzerinde belli ölçüde başarılı da oldu ve bugün gülüp geçilse de, o dönemlerde bazı kelimeleri kullanmak neredeyse bir kesime mensubiyeti ifade etmek demekti. Süreç iyi planlanmış, kurgulanmış ve toplum süreci sorgulamaya fırsat bulamamış ve hayatın gerçeği gibi kabullenmek durumunda kalmıştı. Toplumun kutuplaştırılmasıyla, insanlar kendi iradeleriyle veya kendi iradeleri dışında oluşturulan yapay kutulara yerleştirildi, sürekli aynı kanaldan gelen bilgiyle beslendi. Olanı biteni sorgulayacak, anlayacak kadar bile süre tanınmadı ve karşı taraf hep rakip, dahası düşman olarak gösterildi ve bir süre sonra ise karşı karşıya getirildi, her fırsatta farklı yapay gerekçeler üretilerek birbirleriyle çatıştırıldı. Bu süreçte toplumun hemen her kesimi yara aldı ve hemen herkesin canı yandı. Bu saptamalarla ilgili olarak o dönemleri yaşayan insanların anlattıklarını içeren belgesellere ve hatıratlara bakmak yeterli kabul edilebilir Bu çerçevede o süreci uçlarda yaşamak zorunda kalmış aynı fakültedeki arkadaşını düşman kabul etmek noktasına getirilmiş iki öğretim üyesi meslektaşın bir kaç yıl önce karşılaşmalarına tanık olmuştum. Aralarındaki duygu paylaşımı nitel bir veri olarak son derece önemliydi. Birbirlerine “Biz neler yapmışız, nasıl karşı karşıya getirilmişiz, bize neler yaptırmışlar!” diyerek “iç geçirmeleri ve aldatılmışlığın getirdiği mahcubiyet ve üzüntülü görüntüleri” o günlere dair bir bulgu olarak hala hafızamızda tazeliğini koruyor.

Kısır döngüden çıkmak!

Uzun yıllar boyunca toplumun yaralanmasına, ülkenin zaman ve enerji kaybetmesine yol açan bu süreç bir kısır döngü halinde devam etmiş olsa da, sonuç olarak sağduyu galip geldi. Toplum, tüm olup bitenlere rağmen süreci sorgulamasını bildi ve kendisine dayatılan bu fasit dairenin dışına olgunlaşarak çıkmayı başardı. Dolayısıyla tarihsel süreç içinde pek çok örneği olduğu gibi insanımız bu konuda da engin sağduyusu ve ferasetiyle söz konusu sorunu bertaraf etti. Böylece kavramlar üzerinden kutuplaşmak, kullanılan dil ile ilişkili olarak bir grubun tarafı olmak yönündeki dayatma, gündemden çıktı. Sonrasında doğal bir sonuç olarak; herkes kaygı duymadan her kavramı kullanır hale geldi ve özellikle 1960 ve 1970’lerde kavramlar üzerinden toplumu kutuplaştırmaya yönelik çalışmaların bir aracı olarak kullanılan bu absürt anlayış ve bunun üzerinden hedeflenen toplumu ayrıştırma ve çatıştırma çabaları son buldu.