Çorum Hitit ve Kırgızistan Osh Devlet Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
Akif Emre ve Şükrü Hanioğlu’nun yazılarından bahsedilerek Türkçülük ve Kürtçülükle olmuyor, İslamcılıkla olur mu?” başlıklı yazıyı (http://www.timeturk.com/tr/2012/12/30/neden-milliyetci-ayrilikci-vizyon-kazandi.html) anayurttan yaklaşık dört km uzakta Tanrı dağlarının eteğindeki Osh şehrinde okudum. Buraları madden uzak olabilir ama manen yakın çünkü Atayurt dediğimiz mekanlar. , buralardan taşıdığımız tikel değerleri, insanlığın diğer birikimi ışığında yeniden okuyup ürettikçe başarılı olmuşuz. Ne zaman içe kapanmışız, yerelleşmişiz kendi kendimize tuzaklar kurmaya başlamışız. Ayşe Hür’ün “Menenemen’ de Aslında ne oldu?” sorusunun cevabını arayan ve bunun gerçekten Nakşibendi tertibi olup olmadığını inceleyen (30/12/12.Radikal) yazısını da okuyunca “Neler oldu, neler oluyor ve neler olacak?” soruları yurtdışında olmanın da etkisiyle zihnimi iyice meşgul etti.
Kanaatime göre de, Türkçülük ve Kürtçülük, bir diğerinin gerekli bir ötekisi işlevini görüyor, ama İslamcılık da olmaz. Bunu Arap Baharı adı altında yapılan operasyonlara Sana’a üniversitesi önünde şahit olduktan sonra buralarda İslamcılık adı altında sürdürülen faaliyetleri gözlemyince, Türkiye’de ortak bir kimlik ve kişilik tasavvuru oluşturmada İslamcılık da seçenek ol(a)maz, diyorum. Üstelik bunu ilihayat fakültesinde görev yapan bir öğretim üyesi olarak söylüyorum, evet, ortak bir tasavvur oluşturmada en önemli etkenlerden birisi olabilir.
İbn Haldun’un ifadeleriyle söyleyecek olursak, bir devlet, nesep/soy unsurunu, din yani sebep unsurunu mezç eden bir toplumsal yapı ile sürekliliğini koruyabilir. Ama bunun yeterli olmadığını 2010 yılında Oşh merkezli yaşanan ve kısmen güney Kırgızistan şehirlerine yansıyan Kırgız-özbek çatışmalarından ve Türkiye’de Türk-Kürt geriliminden görüyoruz. Din ve dini yorumlamalar farklılıklarının (alevi-sünni) nasıl bir çatışmaya neden olduğunu ise Çorum Sungurlu lisesi son sınıfında okurken bizatihi yaşadım. Şu an da fiilen Çorum ilahiyat fakültesinde görev yaptığımı için bir daha bu acının yaşanmaması için neler yapılabilir kaygısı içinde olanlardan birisiyim. Velhasıl ortak bir birliktelik tasavvurun grup haklar merkezli değil, bireysel hak ve özgürlükleri öncleyen (liberal) bir tasavvurla olacağını sürekli söylüyorum ve yazıyorum. Bu nedenle kimlik müzakerelerini ve olası çözüm önerilerinin kapsayıcı olması için tarihsel ve kültürel birikimimizin, manevi değerlerimizin ışığında yeni okumalar yapılmasından geçer.
Batılı kavramlar açısından incelendiğinde “pre-modern bir toplum”(!) diye sunulan Osmanlı devleti gerek siyasal; gerekse kültürel bazda, kendine özgü/yerli kültürünü evrensel/küresel bir şekilde okumayı gerçekleştirdi ve altı yüz yıla yakın dünya tarihinin belirleyici gücü oldu. Çünkü  Osmanlı, modernite öncesinde küreselliği tecrübe etmiş biricik medeniyet olan İslamiyet’i merkeze alarak, farklı düşünce geleneklerini içselleştiren bir küresellik anlayışı kurdu. Bu hususu en iyi bilenler de, hiç şüphesiz, Cumhuriyetin de kurucusu olan Osmanlı bürokratlarıydı.
Yaşanan sosyo-politik meselelerimiz karşısında, acaba, “Ortak bir geçmişten, ortak bir gelecek ülküsünü pratiğe aktarmayı, dil, din, mezhep ve ırk ayırımı yapmadan tüm vatandaşları haklar ve ödevler açısından eşit duruma getirerek “Yeni bir Osmanlı Devlet milliyetçiliği veya vatanseverliği” yaratmayı hedefleyen Osmanlılık deneyimini tarihsel süreklilik ve kültürlerarası etkileşim çerçevesinde yeni bir okumaya tabii tutarak “Milli Bir Kimlik” oluşturabilir miyiz? “
Osmanlı’nın Yeni Kimlik Arayışları olarak uygulamaya koyduğu Üç Tarz-ı Siyaset’ten Osmanlılık kavramını Türkiyelilik şeklinde milli bir üst kimlik sunmak tarzında geliştirebilirsek, hem farklılıkları inkar ederek bir bütün içinde; yani tek bir model çerçevesinde tanımlanarak eritilmeye çalışan Batı merkezli mutlak bir evrenselcilik determinizmine düşmeyebiliriz ve hem de kültürlerin yerelliğini ve çeşitliliğine  imkan tanıyabiliriz.
‘Kültürün Yerelliği’ Anlayışının Tarihsel Temeli:  
Osmanlı Millet Sistemi
Türkiye Cumhuriyeti, özellikle Tek Parti döneminde Ulus Devlet projesi çerçevesinde yeni bir Türk milleti ırk ve yeni bir evrensel [Batılı (!)] kültür yaratmayı denedi ama başarılı olamadı. Burada cevabı aranan soru “Türkler kimdir?” şeklinde değil de, “Türkler kim olmalıdır?” türünde ortaya konduğu için devlet seçkinlerinin Osmanlı’nın Batılılaşma sürecine girmesiyle başlayan toplum mühendisliği misyonu gereği inşa edilmeye çalışılmıştır.
Burada ideolojik bir tutum söz konusudur, zira Devlet, belirli bir hayat tarzınıve değerler örgüsünü  desteklemekle kalmamış, iyi vatandaş olmanın mihenk taşı haline getirmiştir. Halbuki mirasını önemli ölçüde devraldığı, yedi yüzüncü kuruluş yıldönümü kutlanan Osmanlı da, buyruğu altındaki bir çok dil, din, ırk ve kültür tanınmış ve uzun yıllar beraberce yaşanmıştı. Üstelik Osmanlı Devleti, son dönemlerinde farklı ulusal grupların bir araya gelebilecek güncel terimlerle ifade etmenin sakıncalarının idrakinde olarak söyleyecek olursak, seküler bir liberal demokratik özyönetim modeli geliştirmeye bile çalışmıştır.
Eğer kültürel unsurlarda günümüzde yapıldığı gibi, homojenliği dayatmaya kalksaydı, Osmanlı’nın bir “dünya devleti” olması mümkün olmadığı gibi,  kültürlerin heterojen dünyasında iktidarını tesis etmesi bile imkansız olurdu.” Osmanlı her kadim imparatorluk gibi politik temsili, aktüel kültürel unsurlara doğru kendi içinde özerkleşerek ve bağımsızlaşarak tesis etti.”
İşte bu noktada, “Din” kavramını belirleyici olarak kullanılmıştır. Aynı dine sahip olan farklı dil ve kültürleri bir “millet”  (Hıristiyan ve Musevi milleti gibi) olarak tanımlamıştır. Dikkat edilirse burada bireyin toplumdaki konumunu belirleyen temel unsur dindir. Toplum, inandığı dine göre muhtelif “millet”lere ayrılmıştı. Bu milletler, Osmanlı’nın siyasi-idari yapısının bir parçası olup sistemin dahili bir unsurudur. İ.Ortaylı, bunun bir tür dine dayalı adem-i merkeziyetcilik ve çeşitlilik olduğunu belirtiyor.
Osmanlı Türkleri 14 ve 15.yy Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Yunanistan ile Doğu Avrupa’nın çoğunu fethetmiş, burada yaşayanlar çeşitli teolojik ve stratejik nedenlerden dolayı “öz yönetimli/özerk milletler modeli” geliştirmiştir. İnsanlar ve kendi hukuklarına göre yaşama imkanları vardı. Neredeyse yarım yüzyıl, çok etnikli ve çok dinli bir Osmanlı toplum modeli oluşturuldu. Burada Hıristiyanlar ve Yahudiler kendi kültürlerini zenginleştirerek yan yana ibadet ettiler ve çalıştılar. Fakat bu birlikteliğin siyasi-hukuki eşitliğe dayanan bir vatandaşlık anlamına gelmediği de unutulmamalıdır. Bu eksikliğin hissedilmesinden olsa gerek, dini anlayış temelli millet sisteminden siyasi bir kimlik olarak Osmanlılık’a geçiş Tanzimat ve Islahat fermanlarıyla olmuştur.
Devlete Üç Farklı Bağlılık ve Milli Kimlik Olarak  Geliştirilen “Üç Tarz-ı Siyaset”
Milli bir kültür oluşturularak, yeni bir ulusal kimlik yaratmak, Batı’da Fransız devrimi ve Aydınlanma Çağının bir ürünüdür. Biz de, özelde Tanzimat’a; genelde ise salt askeri teşkilatın adı olmaktan öte çok yönlü bir ıslahat hareketin genel adı olan Nizam-ı Cedid arayışlarına kadar giden bir boyutu olup dünya konjonktüründe yaşanan yeni durumlara karşı hukuki yapıyı ıslah ederek güncel olan kanuni düzenlemeler (reorganizasyon) yaparak yeni bir kimlik oluşturma çabalarıdır.
Batılılaşma yönünde azımsanmayacak bir başarı olarak telakki edilen Tanzimat, özünde “devletin nasıl kurtulacağı”na dair bir operasyondur. Bu manada, Tanzimat’a devletin modernleşmesi ve toplumun siyasal ve kültürel gelişmesinin bir nevi “manifestosu” da diyebiliriz. Yeniliklerin kabulü bu önermenin doğrulanması için gerekli görülmüştür.
Bunun için Tanzimat’ın nasıl bir düşünce ürünü olduğunun özellikle tahlili gerekir. Zira Tanzimat- Hayriye Fermanını hazırlayanların gayeleri, birikimleri ve son tahlilde mevcut devlet idaresine getirdikleri değişiklikler ve bunun günümüze yansımasını incelemek, tarihsel açıdan kimlik bunalımının geçirdiği süreci bilmek demektir.
Eğer Tanzimat’ı hazırlamada etkilenen (örneğin Pozitivizmin etkisi) fikirlere dikkat edilmezse, Tanzimat’ın  laikleşme, sivilleşme ve hukuk alanında yapılan yenilikleri gözden kaçar. Dini verileri de dikkate alarak bilmek, zorunlu olarak bireysel hayattaki kimlik bunalımını tahlil etmek demektir, zira bu ikisi birbirleriyle yakından ilişkilidir. Tanzimat hakkındaki değerlendirmeler yazının konusu dışındadır, ama bu süreci, daha başlangıcında, bazıları siyasi boyut gözden kaçırıldığı için Tanzimatçıların sömürü olayını anlamadıkları gibi tıpkı Batı’da bir Aydın despotizmi olan “Kameralizm”in Osmanlı’da bir üst tabaka oluşturduğunu söylemeden geçmemek gerekir. Nitekim Ziya Gökalp bile, Tanzimat’ın laik ve dini olan ikileminden kurtulamadığını, Türk toplumuna yabancı olduğu değerleri üsten bir zorlama ile benimsetmeye çalıştığını, dolayısıyla da yerlileştiremediğini belirtir. 
Bununla birlikte. İ.Ortaylı’nın da belirttiği gibi, “Tanzimat dönemi, iktisadi, toplumsal ve kültürel yönden araştırıldıkça ve değerlendirmeler Türkiye ve dünya tarihinin şartları içinde yapıldıkça, daha soğukkanlı yorumlar ortaya konacağından şüphe yoktur. Bu açıdan Tanzimatın Türkiye idaresini modernleştirmek/merkezileştirmek yolunda önemli ilerlemeler sağladığını söylemek mümkündür. Bu hususu uzatmadan şimdi Osmanlılık kimliği oluşturulma süreci ve niçin başarısız kalındığı hususu üzerinde duralım:
2.1. Osmanlılık
1856 yılında (Paris ve Londra’da hazırlanan ama) Sultan Abdülmecid tarafından kabul edilen Islahat fermanı ile tam olarak yürürlüğe konan Osmanlılık kimliği, daha önce tanınan din, dil ve mezhep farklarının üzerine çıkarak bir siyasal birliktelik yaratmaya çalıştı. Bu açıdan Osmanlılık (İttihad-ı Osmani) Tanzimat döneminin hakim siyasi akımı, hatta “resmi ideolojisi” konumundaydı. Kozmopolit bir imparatorlukta o dönem için oldukça gerçekçi bir uygulama olarak görülen bu çözüm önerisinde, herkes, din, dil, cins, sosyal sınıf farkı olmaksızın eşit vatandaşlar olarak görülüyor ve “Osmanlı” olarak kabul ediliyordu.
Osmanlılık, Meşrutiyet yönetimi ile gündeme gelmiştir. Mithat Paşa’nın 23 aralık 1876 yılında yürürlüğe koymayı başardığı Kanun-i Esasi’nin temel ilkesi Osmanlılıktı. Amacı, din, mezhep ve ırk farkı gözetmeksizin bütün halkı devlet yönetimine iştirak ettirmek, idarede mümkün olduğu ölçüde halk denetimini tesis etmek ve böylece devletten ayrılma eğilimi içinde bulunan tebaayı menfaat bağlarıyla  bağlayıp  imparatorluğun mukadderatına ortak etmektir.
İkinci Viyana kuşatmasıyla birlikte ortaya somut olarak çıkmaya başlayan ve Fransız ihtilaliyle ivme kazanan Ulusçuluk/Milliyetçilik hareketine karşı bir hayat tarzı ve toplum düzeni olarak Osmanlılık vardı. Tanzimat ile birlikte Osmanlılık, Ulusçuluğa karşı geliştirilen kimlik tasarımına dair ilk ideoloji şekline dönüşmüştür. Zira Osmanlı hükümetine tabi çeşitli halkları temsil eden bir Osmanlı milleti oluşturma projesi, Batı kaynaklı ırk anlayışı üzerine kurulu ulus devlet projesinin gelişmesi karşısında çözüm olmadı. Gayr-i müslim unsurlar, Batılı ülkeler ile temasa geçerek özerklik için isyan hareketlerine girişince, Osmanlı Devletinde iki farklı kimlik projesi daha kademeli olarak gündeme gelmiştir. İslamcılık ve Türkçülük.
2.2. İslamlık
II Abdülhamit, Hilafeti kullanarak bütün Müslümanları bu hükümetin yönetiminde politik olarak birleştirerek devletin birliği ve bütünlüğünü korumaya çalıştı. İlk bakışta devlet tarafından verilmeye çalışılan ve kökeninde, III. Selim ve II. Mahmut döneminin Osmanlı Devleti’nin yeni tip modern devletler katılması için merkeziyetçi devletin geliştirilmesi için Osmanlılık kimliği, köklü değişmelere ve yeni gelişmelere neden olacaktı. Fakat bunu, bir tür asimilasyon tuzağı olarak gören gayri Müslimler üzerinde  fazla başarılı olamadı. Islahat fermanı, Hıristiyanlara eşit haklar tanımayı hedeflerken, aslında onları Avrupa devletlerinin himayesine sokmakla, iç ayaklanmaların zeminini hazırlamıştı. Bu tehlikeyi gördüğü için olsa gerek, Abdülhamit Müslümanlar için Osmanlılık anlayışını psikolojik ve kültürel açıdan destekler mahiyette İslamcılık ideolojisini kullanmıştır. Daha doğrusu kendi devrinden önce şekillenmeye  başlayan “Osmanlı İslam Milleti” kavramı, devletin gerekleri ile çakışmadığı için ona bir takım ilave misyonlar yüklendi.
Bu hareketi, bütün Müslümanları birleştirmeye çalışmaktan ziyade hem iç hem de dış politikada kullanmıştır. İç politikada kullanması, halkı özellikle çevrede kalmış bazı uyrukları “İslami devlet” kavramı etrafında birleştirmeye çalışması şeklinde olmuştur. Burada merkez kendi kişiliğidir. Bu devlete bağlılık, aslında bir ön ulusalcılık  olarak da zikredilebilir.
2.2. Türk(çü)lük:
Osmanlılık projesi soruna çözüm üretemedi, İslamlığın ise insanlar üzerinde duygularına hakim olmakla birlikte, onun siyasal yansıması olan İslamcılığın sınırlı bir başarı sağlaması, Batılı eğitim görmüş aydınları yeni bir arayışa itti.   Bir toprak ve devlete sahip olmayı baki kalabilmek için yeterli görmeyen aydınlar, “ırk esasına dayanan Türk milliyetçiliği” şeklinde bir yapılanmanın gerekliliği üzerinde durmaya başladılar. Diğer bir ifadeyle, politik Türkçülük, yani siyasal bir kimlik oluşturmada Türklüğe vurgu,  ciddi anlamda ilk defa, Yusuf Akçura ve arkadaşları tarafından yapılmıştır.
Akçura’nın Türklük projesinde bir saf Türk bir de Türkleştirilmiş kavimlerin uyumu hedeflenmektedir. Belki bu bağlamda Osmanlılık; yani Türk olmadıkları halde İslam bağı ile devlete bağlı olanların Türkleştirilmesi (Müslüman=Türk) söz konusudur. Bir de Türklüğü hiç benimsememiş, yani ulusal vicdandan yoksun olanların türkleştirilmesi/bilinçlendirilmesi düşünülmektedir.
“Osmanlılık” Kavramının Yeniden Okunması Olarak “Türkiyelilik”
Osmanlılık siyasi kimliği için merkeziyetçilik, vatandaşlık siyasetinin modern manada bir milletin meydana getirilmesi için hukuki, siyasi ve idari çerçeve hazırlanmasına rağmen niçin başarılı olamadı?  Bunu tespit edebilirsek, yeni bir okumanın imkanını da hazırlamış oluruz.
Osmanlılık kavramı ise; bir milletin ortaya çıkması için kişileri birbirine bağlayacak temel kimliklere ve değerlere, yani milliyetin öznel yönlerine hitap etmediği için tam anlamıyla bir birlik ve beraberlik oluşturulamadı. Çünkü 19.yüzyılın tarihsel ve kültürel unsurları kullanılarak mevcut yapıya yöneltilen tenkitler, Osmanlılık politikası vasıtasıyla, siyasal yapıya  “teba”yı almak suretiyle karşılanmak isteniyordu.  Bu başarılı olamadı,  çünkü Tanzimat’ın “milleti iradi” anlayışı ile “milleti vaki” kavrayışını uzlaştırma çabası, 19.asrın politik modellerini  iyi bilen Yusuf Akçura’’nın da belirttiği üzere, boş bir gayrettir.
Bu çerçevede millet terimi  gayr-i müslim azınlığa verilen bir isim olmaktan çıkmış ayrı bir dile ve özel bir kültüre sahip olmasına rağmen aynı dine/tarihe sahip olanlar, yani Müslümanlar için kullanılmaya başlanmıştır. Özellikle Anadolu, Balkanlar ve Kafkaslarda yaşayanlar Osmanlılığı bir tür Müslüman siyasi kimlik olarak kabul etmiştir.
K. Karpat’ın ifadesiyle, “19.yüzyılda Anadolu’da İslam gelenekleri, Osmanlı tarihi ve Türk dili üzerine inşa edilmiş ve Osmanlı devletinde yaşamış tüm Müslüman soylarından oluşan, yani Türk, Arnavut, Kürt, Arap, Abaza, Tatar, Karaçay vs. ister Türk soyundan olsun isterse Türk boyundan olmasın “Yeni Anlamı ile Türk Olmayı” kendi istekleri ile benimsemiş olanlar için kullanılmaya başlamıştır. Bunun sonucunda, yaşayış, duygu ve amaç birliği içinde birbirine kaynaşarak yeni bir millet ortaya çıkmaya başlamıştır.”
İşte, siyasi olmamakla birlikte kültürel ve tarihsel olarak Osmanlı’nın devamı olan Türkiye Cumhuriyeti’nde “Yeni tipte Osmanlı-Türk milleti”nin karşımıza çıkmasının nedeni budur. Hangi ırktan olursa olsun Müslümanların azınlık olarak kabul edilmemesinin gerekçesi de budur.
Sonuç
Önemli olan millet-devlet bütünleşmesi, milli birlik ve beraberlik ise, gerek Müslüman gerekse başka dinlere mensup vatandaşların bağlılığını tam olarak ideolojik bir söylem olarak Türkçü ve İslamcı bir kalıpla ifade etmesi mümkün değildir. Türklüğe radikal bir şekilde vurgu, diğer unsurların milliyetçilik hareketlerini hızlandırma riski doğurmaktır. İslam’a daha doğrusu bunun tek bir yorumuna vurgu ise ideolojik ve dinsel ayırımları hızlandırır, insanların manupüle edilme sürecini kolaylaştırır.
O halde bu grupların her birinin ifadesi dil, din, ırkına bakılmaksızın Türkiye merkezli bir okuma, Türkiyelilik şeklinde olabilir. Burada hem Türk hem de dinen Müslüman (ya da az sayıda olsa Müslüman olmayan Türk), ırken Türk değil ama dinen Müslüman, hem de ne ırk olarak Türk ne de dinen Müslüman olmayanların bu  ülkeyi ve devleti kendilerinden hissetmeleri, dolayısıyla benimsemeleri sağlanabilir. Bu tarihsel ve kültürel bir çözüm önerisinin yeni şartlar karşısında yeniden okunması denemesidir.
Türkiye’de yaşayan bütün insanları içeren bir üst kimlik olarak “Türkiyelilik” kavramının yurt içi ile ilgili boyutu, A. Turan Alkan’ın ifadeleriyle söyleyecek olursak, şudur:
Burada “Türk halkı tabirinden kast olunan Türkiye Devleti sınırlarında yaşayan Türkiyelilerdir. Türk tabiri, milletlerarası camiada bizim halkımızın “kod adı”dır. Bu sıfatın etnik tahlili gerekirse, Afyonlu Arnavut’tan Cizreli Kürd’e, Kayserili Türk’den Mardinli Arab’a, Bursa’da yaşayan Boşnak’dan Uzunyaylalı Çerkes’e, Borçkalı Gürcü’den Balatlı Yahudi’ye, Trakyalı Çingene’den Fenerli Rum’a kadar bütün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları aynı kod içinde mütalaa edilmelidir. Bu teknik zaruret, tek tek içimizdeki Kürtlerin, Boşnakların, Çeçenlerin, Arnavutların etnik orijinini ve kültürel farklılıklarını yok saymak anlamına gelmiyor.”
Türkiye’deki bütün aksaklıklarına rağmen mevcut durumu en iyi ifade eden yukarıdaki ifadeler olduğu kanaatindeyiz.  Sorun bu aksaklıkları gidermeye çalışmaktır. “Birbirinden ayıklanması mümkün olmayan unsurların biraraya gelmesiyle oluşan Türkiye toplumu tam bir hürriyet içinde birarada yaşayabilir, çünkü geçmişi bunun gerçekleştiğinin en güzel örneğidir. Akl-ı selim bunu söylemektedir.