2 Eylül, Pazartesi günü İzmir İlahiyat Fakültesinde hadis hocamız Prof. Dr. Cemal Sofuoğlu’nu Rabbimizin merhametine uğurladık. Hepimizde emeği olan ve bize hadis öğreten, buna dair nitelikli çalışmaları olan, merhum en son Kur’an meali üzerine çalışmıştı, bu kalıcı eserlerle Rahmet-i Rahmana gitti. Cenaze namazını yine bir hadis profesörü olan Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez bey kıldırdı. Hüzünlü ama İslami değerlere yapılan katkının takdiri açısından kıymetli bir gündü.
SORUN: Hüznümüz sevdiğimizi/hocamızı Rabbine/Sevdiğine teslim etmekten değil, çünkü bu sünnetullah; şeb-i arus. Hüznümüz yine bir hadis hocasının YÖK üyesi sıfatıyla ilahiyat fakültelerine müdahale ettiği ve hatta oy çokluğuyla geçen yanlış, eksik ve on yılların birikimini yok eden bir müfredatın uygulanmasını için baskı yaptığı iddiasıydı. Felsefesiz bir din eğitiminin ortaya çıkaracağı sorunlar ulusal basında yer bulmaya başladı.
DİNDAR MI; DİN/İ/DAR MI?
 Burada vurgulamak istediğim, Cibril hadisi ile İman/teorik, İslam/pratik uyumunu ve sonucu olan İhsan; yani her daim O’nun huzurundaymış gibi olma halini olan DİNDARLIK tanımını, DİN(İ)DARLIK söylemine dönüşme riskinin verdiği hüzün. Mehmet Said Hatipoğlu, Talat Koçyiğit ve Cemal Sofuoğlu gibi hocaların rahle-i tedrisinden geçen bizler için bunun kabul edilebilmesi mümkün değil.
Üstelik bu bilgileri, 28 Şubat yetkililerinin yargılandığı gün öğrenmem hüznümüzü daha da artırıyor doğrusu. Tek sivil olarak yargılanmasını bir türlü anlayamadığım, diğer “sözde” akademisyen darbecilerin nerede olduğunu sorguladığım bir günde, “Bu tepeden gelen bir emir, bunu uygulamak zorundasınız demek, (eğer doğruysa), ne anlam ifade eder? Bu zorlama kararların en zirve noktasındaki kişinin yargılandığı gün, bunu böyle yapacaksınız diyebilir mi biri?
Peygamberimizin “ben güzel ahlakı tamamlamak üzere geldim” hadisi hepimizin malumu. O’nun örnek bir insan olduğu ve rol model olarak almamız gerektiğine dair bir felsefe hocası olarak makaleler de neşreden bir akademisyen olarak bazı sorularım var:
SORU/YORUM: İslam Ahlak Felsefesini müfredattan kaldırarak mı yapacaksınız dindar nesil ve/ya bu güzel ahlak formasyonunu? Dini değerleri önemseyen, her daim O’nun huzurunda imiş gibi hareket eden, eylemlerini yapan, bu anlamda günün her saati rızkı için çalıştığı her anı, bir ibadet olarak görülen Dindarlık formasyonunu böyle mi gerçekleştireceksiniz? Ahlak kavramının teorik alt yapısını boşaltırsanız, İlk Peygamberden son peygambere kadar hep aynı temel ilkeler, farklı zaman ve mekânlarda uygulamaya geçiren ve bu konuda örnek/rol model olan güzel ve seçkin, seçilmiş insanların hayatlarını bir bütün halinde inceleyen İslam Ahlak Felsefesini müfredattan kaldırmak, bu formasyonunun ilk adımı mıdır? Böyle midir, peygamberimizi örnek almak?
Bireysel ve toplumsal gelişme, değişim ve dönüşüm ile başkalaşım arasındaki ilişkiyi psikoloji ve sosyoloji verileri olmadan nasıl analiz edeceksiniz? Dünyadaki dini gelişmeler daha doğrusu siyasal hükümranlık iddialarına meşruiyet sağlayan dini yorumları, mezhepler tarihini kelam içine hapsetmekle mi çözeceksiniz? Felsefe ve felsefe grubu derslerden bu kadar çekinmek ile dindar nesil mi, din(i)dar insanlar mı yetiştireceksiniz?
Selefi, radikal yorumların felsefesiz bir zihniyetin ürünü olduğunu görmek için neler yapılmalı sizce? Bu tür yorumların Müslüman halklarının neye çevirdiğini görmek yetmiyor mu, kendilerine model almaya çalıştıkları ilahiyat sistemini medrese sistemine çevirmeye çalışıyor sunuz?
Peki böyle düşündünüz “Önce Söz Vardı” hürmetine Kelam/teoloji dersini niye buduyorsunuz? Dinler tarihi ile insanlığın birikiminin ibrahimi gelenek içindeki yerini, kırılmaları, Uzakdoğu’daki dini gelenekleri incelemek, din felsefesi ile bunların rasyonel, eleştirel ve tutarlı yorumlarını üretmek, en önemlisi kötülük sorununu müzakere etmek imkanı yok olunca, dindar nesil mi, dinidar insanlar mı yetişecek?
Dini ve ahlaki çöküşün temellerini, özgürlük ve adalet ilişkisini, sosyal dayanışmayı, bencillik ile şahsiyetçilik arasındaki farkı, yükümlülüklerimizi, mutluluk ve refah arasındaki ilişkiyi, fedakârlığın ne olduğunu ve sınırlarını, züht ve çilecilik arasındaki ince ayrımı nasıl ve hangi ders ile vereceksiniz? Değer meselesi üzerinde oldukça sık duran Başbakanımıza rağmen siz nasıl oluyor da Ahlak ve Felsefesinin İslam geleneği açısından inceleyen dersi müfredattan kaldırabiliyorsunuz? Bir alternatif dindarlık veya değer ölçütünüz var ve sunduğunuz da biz mi bilmiyoruz? Literatürü tarayıyoruz ama…
Önerdiğiniz “doğru” tasavvurunun, “Gerçek” ve “Hakikat” ile ilişkisini ne, diye sorsam, çok mu felsefi olur? Bulduğunuz doğrunun tutarlılığından, Hakikat ile özdeşliğinden ve dış dünyadaki gerçekliğinden bu kadar nasıl emin oluyorsunuz ve bunları uygulayacaksınız, diye emir vari görüşmeler yapabiliyorsunuz! Hangi değer ve program üzerine çalışan akademisyenlerle istişare ettiniz, diye sorsak, hikmetinden sual olunmaz mı, diyeceksiniz; yoksa yönerge ve yönetmeliklerle mi dayatıp, aksi halde… diye başlayan cümleler mi kuracaksınız?
İSLAM AHLAK FELSEFESİ VE İÇERİĞİ
            O kaldırdığınız İslam Ahlak Felsefesi dersinde, Ahlak Felsefesinin konusunu insanın yapıp-ettikleri ve davranışları olarak gördüğümüzü ve Aristotoles’ten itibaren cevap aranan
·                                                                                                                                                                                                           neyi seçmeliyim (iyi)
·                                                                                                                                                                                                           ne yapmalıyım (doğru)
·                                                                                                                                                                                                           ne istemeliyim (mutluluk: refah ve felah) sorularını ve cevaplarını İslam felsefesi metinleri çerçevesinde müzakere ediyorduk. 
Özgür irade ve kötülük sorununu ayrıntılı olarak analiz ederek, İslam ahlak felsefesinin nirengi noktalarını gençlerle paylaşıyorduk. Aynı sorunu Hüsn Kubuh adı altında teoloji ve mezhepler açısından boyutlarını da ilgili bilim dalları müzakere ediyordu, onları da budadınız. İlahiyat fakültelerindeki eğitim sorunları, nitelikli mezun yetiştireme problemini felsefe ve kelam derslerini azaltarak, temel İslam bilimleri derslerini çoğaltarak çözeceğinizi mi düşündünüz? Bunun temelde bir zihniyet, yani felsefi sorun olduğunu ıskaladığınızın da farkında değilsiniz?İronik olan da bu zaten!
İslam Ahlak Felsefesinde uzak ve temel hedefimiz; dinin insan hayatındaki yerini ve önemini kavramasını sağlayacak ahlaki bilgilerle örülmüş bir donanım hazırlamaya çalışmaktı. Bunun için öncelikle insanın Tanrı-evren ilişkisindeki konumu tespit edilecek, sonra akıl sahibi, özgür ve inanan bir varlık olarak insanın diğer varlıklardan farklılığının bilinci oluş(turul)masına katkı sağlanacaktı.
Teorik/iman alt yapısı temin edildikten sonra bunların uygulamaya geçilmesi, pratiğe aktarılması ve bunun nitelikleri yani değer boyutu üzerinde durulacaktıÇünkü İnanan kişinin biricik amacı, dünyada refah, huzur ve mutluluğu, ahrette de felah ve ebedi mutluluğu kazanabilmesi için teorik-pratik uyumunu temin etmektir. Bu hedefe ulaşabilmeyi temin eden unsurlar, iyi ve doğru, maksada ulaşmayı engelleyen unsurlar ise yanlış ve kötüdür. İyi-kötü, doğru-yanlış, faziletli vasıflar-reziletler ikilemlerini bilmek, tercihi ahlaki olarak doğru ve iyi den yana kullanmak, sürekli olarak metafizik bir gerilim içinde olmayı gerektiriyor. İyi ve kötünün bizatihi iyi veya kötü mü olduğu, yoksa Allah dediği için öyle olduğu tartışmaları kelamda yapılıyor, İslam felsefesi bir üst boyuta giderek, kötülük iyiliğin yokluğudur gibi oldukça önemli ve hayata, sorumluluklarımıza dair göndermeler yapıyordu.
OLMASI GEREKEN: Faziletli, erdemli bir hayat yaşayabilmek, mizacımızı, alışkanlıklarımızı bilmek, erdemli davranışların ve zıtlarının bilinmesi, bunların eğitimle pekiştirilmesi ve davranışlarımızda istikrarın sağlanmasıyla mümkün olacaktır. Bu açıdan öncelikle kişinin fıtratını/nefsini bilmesi önemlidir. Bunun için de Allah inancının ve din ilişkisinin nasıl temellendirdiğine dair teorik -iman- ilkelerine dair bilgilenme şarttır.
Teorik yapı, yani “ilme’l-yakin” sağlanınca, yani Allah’ın varlığını ve birliğini; Allah’ın her şeyin yaratıcısı olduğunu; İslam’ın temel inanç esaslarını içselleştirince, bunların bireysel, ailevi ve toplumsal hayatımızdaki yerinin tespiti gerekecekti. Teorik bilgilerin pratiğe aktarılması; “ayne’l-yakin” aşamasıyla namaz, oruç, hac gibi ibadet yoluyla Allah ile sürekli bir iletişim içinde olduğumuzu göstermektedir.. Bunun sonucu ise “hakka’l-yakin” aşaması olup, her mümin ve müminenin “İhsan” mertebesine ulaşabilmesidir.
 Eğer bu aşamaları tutarlı bir şekilde açıklayabilirsek, mutluluğu elde etmeyi amaç olarak belirleyen teleolojik ahlak anlayışı ile iyi-kötü, doğru-yanlış kavramlarını tanımlayan eylemin sonucundan ziyade temel nedenleri ve kavramlarını analiz eden ödev (deontolojik) ahlakının yapma veya yapmama buyruklarının ötesine geçip, bir varoluş hali oluşturmayı hedefleyen erdem/etik felsefesi kurgusu oluşturulmaya çalışılacaktır. Burada “nasıl bir insan olma” durumu söz konusudur.
Tekrar soru/yorum, müfredatı kaldıranların önerisi ne, bu kurgunun yerine? Çünkü biz, alimlerimiz vasıtasıyla buna dair bir hazır bulunuşluk sağlayıp, Ahlakın Bireysel ve Toplumsal Boyutu yani Pratik Ahlak, İman-İslam ve İhsan Birlikteliği ile temin edilebilmesini hedeflemiştik. Bireysel ve toplumsal ahlak kavramlarının yanı sıra uygulamalı etik diye gündeme gelen iş ve çalışma ahlakına dair göndermeler yapılarak bütüncül bir perspektif oluşturulmaya çalışılacaktı.
 Böylelikle, din ve dünya, dini, kelami, felsefi ahlak gibi teorik ayrımların ayrıntısına girmeden sıradan her insanın, her mümin ve müminenin Allah Teâlâ ile yoldaş/dost/veli olduğu, “meunet” içinde bulunduğu, her sıkıntı anında onun yardıma koşacağı bilinci oluşturulmaya çalışılacaktı. Bunun olabilirliği ihsan kavramı merkeze alınarak yapılabilirse, teorik/iman ilkelerinden mülhem ahlakı içselleştiren birey, öğrendiklerini pratiğe aktarmasıyla (İslam), tahsilu’s-saada veya kâmil insan kavramlarının gereğini bizatihi nefsinde yaşayabileceğini idrak edecektir. Bu ihsan aşamasını Kur’an’dan hareketle, ilme’l-yakin, ayne’l-yakin ve hakka’l-yakin kavramlarının ışığında olabileceğini yukarıda belirtmiştik.
Böylelikle, kategorik önermeler yerine, temel ilkeleri içselleştiren tikelleştiren birey anlayışı geliştirilmeye çalışacaktı. Çünkü kendini bilen, temel, ilahi ilkeleri içselleştiren kişilerden oluşan aile ve böyle ailelerden oluşan toplum erdemli toplum olacaktır. Ama özgür ve özgüvenli, adaletli, dini değerleri içselleştiren yani dindar bir nesil için sizin daha tutarlı öneriniz vardır muhakkak, dersi kaldırdığınıza göre!
·                                                                                                                                                                                               YÖNTEM
Bu bağlamda kullandığımız yöntemden bahsetmenin de bir anlamı kalmadı, ama bilgi mahiyetinde söyleyeyim: Tikelde (Ali, Veli, Fatma) tümel (Kur’an ve hadislerde belirtilen temel) ilkeleri oluşturmaktı. Tümden gelim yöntemiyle bu şöyledir, bu böyledir, böyle olmalı, şöyle olmalı şeklinde kurguların söyleyende bile bir tesiri olmuyor. “Söyler alim, tutmaz zalim” sözünün bu kadar yaygın olmasının nedeni bu olsa gerek. Ya da “İmamın söylediğini yap, ama yaptığını yapma” cümlesi de halk arasında yaygın olması üzerinde çok düşünmemiz gerekir. Bu nedenle tercihimiz olan tümevarım yönteminde, yani kendini, yeteneklerini, sorumluluğunu bilen kişi, Tanrı ve evreni bilme noktasında en önemli aşamayı gerçekleştirme ihtimali daha yüksektir. Özetle kişi, tümevarım yöntemiyle kendindeki temel ve tümel ilkelerin idrakine varmasına vesile olunabilir.
Bu açıdan tikel ve tümeli bir arada bulundurduğumuz için idealist, yani Kur’an ve Sünnetteki ilkeleri içselleştirmiş, onların uygulanabilirliğini idrak etmiş insan tasavvuruna katkı sağlanabilir. Bunu başarabilirsek, bireyde tümeli/temel ilkeleri yakaladığımız için ontolojik olarak realist; yani Allah’ı her an yanımızda bir yoldaş, bir rehber olarak görme imkânı vardı.
SONUÇ: Bireylere yaşadığı hayatı “mümkün dünyaların en iyisi” olduğunu İslam ve Batı alimlerinden hareketle sunma gayretlerimiz boşa çıkarıldı. Malum olduğu üzere, insana has olan iki mükemmel yeti olan bilme ve yapma gücüyle bireysel hayatını, işini ve toplumsal ilişkilerini düzene koyar.
Mutluluk budur, dünyada refah ve huzur, ahrette felah/kurtuluş ve ebedi saadetin kazanılması, bu iki yetisinin mükemmelleştirilmesiyle olacaktır. Çünkü ilimle inancı sağlam, görüşü isabetli, düşüncesi doğru olacak; yapma yetisiyle kazanılan ise ahlaki yetkinlik olacaktır.
Ahlak yargı, yani seçmede, tercihte bulunmaktır. Kendisi ve rabbiyle barışık olan, ona dair bilgileri doğru olan kişinin eylemleri seçme gücüne göre düzgün ve tertipli olacaktır. Bunu yapabilmesi ise iradesi ve hür seçimi sayesinde olacaktır. Bu dayatılan müfredata işte bu gerekçelerle, karşı çıkmak, akl-i selimin bir gereğidir, diyoruz..