Ard arda gelen haberlerle paslı ve yorucu bir iklimden geçiyoruz ve bu iklimde sadece zihnimiz ve kalbimiz değil; hayalimiz, umudumuz, ufkumuz da yorgun artık ve biraz nefes almaya, bir parça tebessüme, bir tutam umuda, teşehhüd miktarı sakinleşmeye, hiç olmazsa normalleşmeye, durmaya ve durulmaya ihtiyacımız var.

Ancak eylemsel gidişatımızın grafiği bilincimizin düşüşüne ve nefislerimizin yükselişine işaret ediyor artık. Sadece kalp gözü ile baktığınızda farkına varabildiğiniz bu grafik, hayatımıza sonradan giren bütün modern araçların kozlarını nefsimiz üzerinde oynadığını ve şuurumuzu zayıflatarak güçlendiğini gözümüzün içine sokuyor.

Demek ki atladığımız, görmezden geldiğimiz bir şeyler var.

Zira “teknoloji” adı altında farkında bile olmadığımız dayatmanın ilk darbesi idraklerimize olmuş ve yazık ki görüldüğü kadarıyla insanlık bu mücadelede “şuur” cephesini kaybetmiştir.

Bugün sahip olduklarımızın bağımlısı, henüz ol(a)madıklarımızın kölesi kılan bir çark içinde heves ve hevâlarımızın esiri, arzularımızın tutsağı halinde olmamız da bu yenilginin göstergesidir.

Kabul edelim veya etmeyelim…

Kapitalizm gömleği altında modern araçlarla, insan duygu ve düşünceleri üzerinde oynanan karanlık oyunlara ne yazık ki mukavemet gösteremedik ve bizim teslimiyetimizle birlikte kötülüğün aynı amaç etrafında birleşmiş kurumları kendilerine en uygun ‘müşteri’yi dizayn etmeyi başardılar.

İyiliğin, paylaşımın, kardeşliğin, merhametin zaman ve mekân fark etmeksizin canlı durduğu gönül coğrafyalarımız tam da bu yüzden bugün nefret, hakaret, şiddet, iftira, dedikodu, yargılama, suçlama ve adaletsizliğe teslim olmuş durumda.

Bakın ahvalimize…

En alelade sohbetlerimizde dahi konu insanın zayıflıklarına, defolarına, samimiyetsizliklerine, düştüğü nefsaniyet çukurlarına geldiğinde ustaca zihin hamleleriyle konuyu kendimizden uzaklaştırıyor, anlatılanı bir meçhul günahkarın hikayesiymiş gibi dinlemeye başlıyoruz.

Çünkü biz bir şekilde daima konunun dışında oluyoruz ve bütün insani, ahlaki, dini çözülmeler, bozulmalar, çürümeler faili meçhul bir şekilde hep bir başkasının, başkalarının başına geliyor.

Farklılıkların ortadan kalktığı, birbirimize aynılaşacak kadar çok benzediğimiz tek nokta belki de burası; zira gaflette olan, hataya düşen, kibrinde boğulmuş o aciz “günahkâr” hiç biz değiliz ve hep başka biri ya da birileri! Buna karşılık ise bizim sevaplarımız, doğrularımız, faziletlerimiz hiç bitmiyor.

Ne acıdır ki bu mesnedi olmayan “tamam“lığın, şaşmaz bilgeliğin, şaşırmaz adamlığın, yanılmaz doğruluğun merkezinde sadece biz varız ve hakikat dediğimiz şey bizim tekelimizde.

Bu yüzden olsa gerek her farklılığı noksansız bütünlüğümüze, şaşmaz insanlığımıza, yanılmaz bilgeliğimize yöneltilmiş haddini aşan bir itiraz olarak vehmediyor ve öfkeleniyoruz.

Oysa ki “ben” kavramı üzerine bina ettiğimiz her şey sinsice damarlarımızda dolaşan bir zehir, kendini hiç açık etmeyen, dilimize hiç vurmayan, kendini kör derinliklerimize gizleyen bir isyan olarak bizi içten içe çürütüyor!

Hemen hepimizin içinde çöreklenmiş; her şeyi bilen, her bir şeyi başaran, hiç yanılmaz, hiç yenilmez, hiç şaşırmaz, hiç boyun eğmez, hiç hataya düşmez olduğumuzu usanmaksızın kulağımıza fısıldayan bu çürümüşlükle bütün vaktimizi ve enerjimizi yanlışları teşhis etmeye ayırdığımız için doğal olarak hakikatle hiç yüz yüze gelemiyoruz.

Trafikte tarifi imkânsız bir sabırsızlıkla yeşil ışığın yanmasını bekleyen insanlara iyi bakın, bu çağın insanının ruh halini görecek ve ne demek istediğimi gayet net anlayacaksınız.

Yanisi biz bu tüm bu saydığım kavramları “kötülerin” vasfı olarak değerlendirip kendimizden çok uzağa fırlatsak da (başta kendi nefsim) hepimiz bu kir ve pastan elimize, yüzümüze ve kalbimize bulaştırdık. Sözünü etmeye çalıştığım bu vasıflar artık eskiden olduğu gibi salt kötülerin vasıfları değil artık; sıradan insanın hayatına da bir şekilde sızarak orada yer tutmaya başladı ve sinsi, çürütücü, tahrip edici bu davranışlar hepimizin hayatlarında yer bulmaya başladı.

O kadar çok örneği var ki aslında bu anlattıklarımın;

Her sabah adeta birer robot gibi kalkıp şuursuzca klavyelere, ekranlara kilitleniyor ve kalbimizin rengini sunuyoruz etrafımızdakilere. Gecenin bir yarısına kadar kötülüğün birer “sanal” ama “gönüllü” memuru olarak da nefis tokluğuna bir mesai sürüyor; linç, hakaret, iftira, infaz, yargılama, üste çıkıp nefis kabartmak adına milyon çeşit polemik ve karalama peşinde vakit harcıyoruz!

Şu tabloyu soludukça da kalbimden zihnime akan bir gerçek kum kaçırıyor gözlerime;

Vay halimize ki zaman ve insan insanlık tarihi boyunca belki de hiç bu kadar israf edilmemişti!

Cidden bunun neresi hayat veya bunun neresinde hayat?

Farkındayız veya değiliz.

Çevremizi saran tehditler çemberi giderek daralıyor. Hırsızlık, gasp, tecavüz, şiddet tırmanıyor. Uyuşturucu, alkol, tütün kullanımı artıyor, bunun yol açtığı bağımlılıklar nesilleri çürütüyor.

Evlerimizi çelik kapılarla, alarm sistemleriyle, güvenlik kameralarıyla, kapı nöbetçileriyle, demir parmaklıklarla, yüksek duvarlarla donatıyor, yine de kendimizi güvende hissedemiyoruz.

Üstelik sadece tarifi belirsiz saldırganlıklar değil bizi korkutan.

Çevresel felaketler sağlığımızı doğrudan tehdit eder hale geldi. Düne kadar adını bile duymadığımız onca hastalık ölümcül kollarını üzerimize doğru uzatıyor. Doğru dürüst bilgi sahibi bile olamadığımız ve kimsenin tam izahatını yapamadığı salgın hastalıkların korkusu geceleri uykumuzu kaçırıyor.

Kuşlar, tavuklar, sığırlar, keneler gibi daha düne kadar tabiatın bir parçası olan pek çok canlıyı bugün korkutucu düşmanlar olarak görüyor, sokaktaki evcil hayvanlara dahi dokunmaktan imtina ediyoruz.

Baz istasyonları, cep telefonları, manyetik alanlar, radyasyon yayan elektronik eşyalar, genetiğiyle oynanmış gıda maddeleri, koruyucu katkılarla birer zehir kaynağına dönüştürülmüş besinler, hepsinin ölümcül keskin kılıcı tepemizde sallanıyor.

Peki yüzyıllarca “güven adası” olmayı başarabilmiş bizler nasıl bu hale geldik?

Asıl can yakıcı nokta bu sanırım…

Bence bunun iki önemli sebebi var!

Kendi kudreti ile nefes bile alamayan, gözünü kırpamayan, ağzından tek bir kelime çıkaramayan, adım atamayan, ayakta bile duramayan bir varlık olan insan tam anlamıyla kendisini yaratanına muhtaç iken; inkâr dediğimiz şey bütün sahip olduklarının insanın kendi yeteneklerinin bir sonucu olduğunu düşünmesi, vehmetmesiyle başlıyor. Dilimizde en çok tekrarladığımız ama üzerinde en az tefekkür ettiğimiz gerçeklerden biridir bu.

Kimliği, yaşı, konumu ne olursa olsun günümüzde hemen her insan kendinde bir güç, bir yetenek, bir üstünlük bir bağımsız irade vehmediyor ve bu vehmi başkalarına gösterme derdiyle kıvranıyor. Zira dünyayı kendi parmağın ucunda dönen bir şey zannediyor ve sırf kendi Kâbesini tavaf ettiği için de her şeye hâkim olduğuna, her durumu yönettiğine, her harekete yön verdiğine, bunları hep kendi gücüyle, aklıyla, enerjisiyle yaptığına inanıyor.

Bunca kibri, enaniyeti, böbürlenmeyi ve pervasızlığı başka türlü açıklamak mümkün mü sizce?

Kabul etsek de etmesek de farkına varsak da varmasak da başkalarına tahammül edemeyişimiz kendimizi kendi sınırlarımız içinde göremeyişimizden kanımca. Bir parçacık sevebilmek, azıcık da olsa barışık yaşayabilmek adına o kadar büyütüyoruz ki kendimizi, başka herkes az ya da çok değer kaybediyor gözümüzde.

Zira sahip olduklarımızın bize bağışlanmış birer nimet, kaybettiklerimizin birer imtihan vesilesi olduğunu bilenler ve hayatın bir kader üzere aktığına hakkıyla inananlar için hayat nasıl olur da içinde bu kadar çok kavga gürültü biriktirebilir anlamak mümkün değil!

Bir ikincisi kapitalizm gömleğini giydiğimiz günden beri bize içini kendileri doldurdukları ama doğanın varlığından eser olmayan hayat tasarımları sundular, kayıtsızca kabul ettik.

Sonra tabiatla irtibatsızlığın içimize açtığı boşluğu kullanarak tabiatın türlü simülasyonlarını üreten bir endüstri kurup bir pazar oluşturdular ve tabiatı hangi şekliyle, ne şekilde hayatımıza kabul etmemiz gerektiğini söylediler.

Yetinmediler arabamıza atlayıp gidebileceğimiz rotalar, güzergahlar, parkurlar belirlediler. Hatta nerede kalacağımızı ne yiyeceğimizi ne alacağımızı gözümüzün içine soktukları medya tezgâhları kurdular. Yaprakta, çiçekte, kırda bayırda ne göreceğimizi, o gördüğümüzden ne şekilde ve nasıl etkileneceğimizi de sıkıca tembihlemeyi unutmadılar.

Kır ayakkabısı, gözlüğü, sırt çantası, filanca kemeri, falanca kayışı, su geçirmez saati, ter geçirmez tişörtü ve sair ıvır zıvırı üretip tabiatla bütün bunları denkleştirip önümüze sundukları için de tabiatı düşündüğümüzde filanca markanın gözlüğüyle, filancanın ayakkabısı, öbür markanın montu, diğerinin yağmurluğu, berikinin şemsiyesi ile canlanır oldu artık gözümüzde.

Dolayısıyla tabiatın doğal bir tarafı kalmadı ve avucumuzda sadece bir simülasyon kaldı geriye. Bu simülasyonun içine girip sosyal medyaya yetiştirilecek tonla fotoğraf ve videoyu da yanımıza alarak öngörülmüş, tasarlanmış, kesilip biçilmiş birer paket hissiyatla evlerimize döndük.

Ama bu bizim zihinlerimizin iğfali idi sadece.

Bir de toplumsal iğfal planları vardı muktedirlerin.

Öyle ya ilkin birey sonra toplum olmalı idi.

İleri teknoloji adı altında insanları kitleler halinde öldüren, şehirleri baştan başa tarumar eden bombalar icat ettiler ve aşağıda çoluk çocuk var, hasta yaşlı var demeden ölüm kusan bombaları insafsızca, acımasızca, vahşice şehirlerin üstüne bıraktılar ve bu sayede de kıyameti çağıran bir vahşetin kravatlı, üniformalı, önlüklü imparatorluklarını kurdular.

Zira onların yüksek teknoloji dedikleri şey aslında böyle bir şeydi.

Bir taraftan bütün bunları yaparken, bir taraftan da küresel medyada boy gösterip; içinde ‘insanlık’, ‘özgürlük’, ‘demokrasi’, ‘uygar dünya’ gibi kelimelerin geçtiği o havalı nutuklarını atabiliyorlar hâlâ.

Bize kalansa, bütün kazancı yine doğrudan onların ceplerine, banka hesaplarına giren kişi başına üç beş kelimelik sosyal medya isyanları.

“İnsan suya düştüğü için değil, sudan çıkamadığı için boğulur” buyuruyor Celalettin-i Rumi. Bizim düştüğümüz yer de kalkacağımız yer de tam da burasıyla ilgili sanırım.

Zira insan düştüğü yerden kalkar der arifler.

Farkında olabilme temennisiyle…