Kelimelerin boşluğu dövdüğü, anlamların buharlaştığı, kutsalların sinirlerinin alındığı bu çağda “saatler harcayıp, uykusuz gecelerde kelimeleri yan yana getirerek anlamlı bütünlükler oluşturmaya çabalamanın bir anlamı kaldı mı” diye soruyorum özellikle son zamanlarda kendime. Doğurmak için saatlerce kanadığınız, kıvrandığınız bir konu, derinliği ne olursa olsun açık bir tüketim malzemesi artık çünkü.

Duygusal bir çölleşme içinde sanki çağlar öncesinde kullanılan işaret diline sahte bir özlemle kullanılan ruhsuz emojiler, anlamsız işaretler asırlar öncesinden günümüze kadar gelmeyi başarabilmiş, taşıdığı anlam derinliği ile milyonlarca insanın hayati istikametine yön vermiş olduğuna inandığım en hikmetli sözlerin dahi üzerinde anlam lekeleri bırakabiliyor.

Bu zihinsel erozyonu örtbas edebilmek için de plastik kokan nefeslerin ölgünlüğünde artık hemen her tarafı plastik çiçekler, suni yeşillikler ve duyguların naylondan mamul, teknolojiye ayarlı imitasyonları kapladı.

Avuçlarının içinde hâlen anlam biriktirmeye çalışan, bu anlamı paylaşma gayretiyle gecesini gündüzüne katan; yaşadığı çağa olan borç ve sorumluluğunun farkında olan seçilmişlere bu pencereden baktığımda yüreğimin derinliklerini kelimelerin tarife güç yetiremeyeceği manasız bir sızı kaplıyor.

Adalet, asalet, hakkaniyet, sulh, selâmet, fedakârlık, ferağat, kanaatkârlık, kardeşlik gibi insanlığın insanca yaşamasını, insanca ve hakça bir dünya kurmasını mümkün kılan en kadîm değerleri hayata geçiren bu koca manevi mirasa karşılık; terazinin öbür kefesinde samimi her gayretin ayaklar altında ezilmesi; kanser hızıyla yayılan zihni çölleşme, bizi biz yapan ve bugünlere taşıyan kültürümüzün ülkesizleşmesi, artık her ferdi etkisi altına alan ve reddedene yaşam hakkı tanımayan bir “idrak yolları enfeksiyonu” ile yaşanan anlam erozyonu var.

Sizi bilmiyorum ama benim bu gidişattan aklımın midesi bulanıyor; zira tüm güzelliklerimiz artık oramıza buramıza takıp takıştırdığımız birer yalan, inceliklerimiz kuru birer tekerleme, dedemizden miras alıp çocuklarımıza emanet bırakacağımız değerlerimiz bozdurup harcadığımız ucuz birer obje, zevksiz birer nesne haline geldi ve kalan kırıntıları da yok etmek üzereyiz.

Zira iletişim teknolojilerinin hayatın her köşe bucağını ele geçirdiği şu zamanda, herhangi bir konuda gerçekten fikir sahibi olabilmek için bu konulara ışık tutabileceğimiz ilim, irfan, tarih, felsefe, kültür, edebiyat gibi temelli düşünce disiplinlerinden yararlanma imkanına yazık ki pek sahip değiliz artık. Bütün bu birikimle ya hiç ilişkimiz yok ya da varsa bir miktar irtibatımız, o teması da hiç sahici bir zeminde kurmuyor, oradan hayatımıza sirayet edecek bir şeyler bulup çıkaracak zihin mesailerini göze alamıyoruz.

Yapmamız gereken ve her birimiz için aslında elzem olan bu zihinsel mesaimizi medyaya havale etmiş durumdayız ama medya, tabiatı gereği her şeyi hem niteliğinden arındıracak bir sıklıkla tekrar ediyor, hem de ilgi çekici hale getirmek uğruna fütursuzca renklendiriyor. Dolayısıyla, yaşadıklarımız hafızamıza aslî anlam ve derinlikleriyle değil, makyajlı ya da seyreltilmiş halleriyle taşınıyor.

Bu hal, toplum olarak kısa vadeli duygusal hazlar yaşamamıza imkân veriyor belki ama meseleleri ağırlıklarına eş bir ciddiyetle ele almamızı da neredeyse imkânsız hale getiriyor. Üstünkörü görmekle çözülemeyecek kadar derin ve karmaşık sıkıntılarımız var oysa ve bu yüzden de abartılı medya kompozisyonlarından algı denkleştirmeyi bırakıp bir an önce her meseleyi mantık dairesinde düşünüp değerlendirmeye, bize mesafe aldıracak hal çareleri aramaya başlamalıyız.

Kaldı ki bu dezenformasyon tek tek insanlara da sirayet etmiş durumda.

Hemen herkesin kafasında toplumsal konumuna, yaşına, fikir ve ideolojisine uygun kesin ve değişmez yargılar var ve bu yargılar hayatın içinde yeni bir durum ortaya çıktığında ya da yeni bir söz söylendiğinde neredeyse bütün zihinler anında harekete geçiyor, olan biteni eğip bükerek kendi yargısına uygun bir hale getiriyor. Nihayetinde yeni ortaya çıkan o ‘şey’ hakkında birbiriyle hiçbir ortak noktası olmayan birçok kesin ve gürültülü tavır ortaya konuyor. Uyumsuzlukların gerçeği görülmez hale getirmek adına kurdukları uyumlu bir organizasyon sanki bu!

Görüleceği üzere kapitalizm denen hayatımızın her karesine bulaşan illet yalnızca üretimde bulunmuyor. Metayı üretmekle beraber medya araçları ve reklamlar vasıtası sayesinde aynı zamanda onu talep edecek bir ihtiyaç da üretiyor. Tabii ki böyle olunca da bizim arzularımız da bedenin otantik arzuları olmaktan çok dışarıdan yaratılan ama bedenin arzularıymış gibi algıladığımız bir nitelik kazanıyor. Bu durumda da siz otomatikman manipüle edilen bir varlık haline geliyorsunuz.

Bakın mesela bir kuru yaprağın, bir bardak demli çayın, köpüklü bir fincan kahvenin, bir saksı menekşenin, üst üste konmuş kitapların, telefonla hep aynı ezberle aynı açıdan çekilmiş gün batımı manzarasının, bir kahvaltı dizaynının milyon kere çoğaltılmış imajları dolaşmıyor mu sosyal medya hesaplarımızda?

Hemen hepsi aynı tarifle, aynı ellerce hazırlanmış, aynı klişe duyguları aktaran paket görsellerin üzerine düşülen sözler, şiirler, özdeyişler, aforizmalar, zihinsel bir ‘kes yapıştır’ kültürünün aynılaşmış, dolayısıyla kişisel anlayışın bütün zenginliklerinden arındırılarak ortalamaya, vasata teslim edilmiş ve yine bu halleri dolayısıyla ne paylaşana ne paylaşılana aslında hiçbir şey söylemeyen gündelik paylaşımlar değil mi bunlar?

Kişinin kendi tasavvur ve tahayyülünden doğmayan bütün bu malzeme, çoğaltılmış duyguların, taklit düşüncelerin üstüne hiçbir şey koymayan harcıâlem zevkler olarak aramızda dolanıp durmasından beslenen bu hesaplarımız; iyiniyetli yönelimlerimizi fabrikasyon heveslerle harcayıp tükettiğimiz bir yer, herkesin aynı ezberi tekrarladığı güya gösterişli ama aslında çok acıklı oyunların oynandığı bir sahne değil mi?

Ne mahzuru var; güzellikleri paylaşıyor olmak neden yadırganacak bir şey olsun diye karşı çıkanlar olacaktır;

Mahzuru şu ki, biz hiçbir derinlik ve zenginlik edinmeden aramızda sadece dolaştırdığımız bütün bu abur cubur malzemeden karnımızı doyuruyor, açlığımızı yitiriyoruz.

Neye açlığımızı?

Güzelliğe, estetiğe, derinliğe, insan olmanın tarifini enginleştirecek her şeye karşı, tohumu fıtratımızda bulunan merakın, iç arayışların verdiği açlığı, açlığımızı.

Bütün bu muhteris faaliyetler, bütün bu hazır kalıp duygular, düşünceler, bizi gerçekten inceltecek, tekâmül ettirecek anlamı alıp götürüyor hayatımızdan. Çünkü o anlamın yerine koyuyoruz bütün bu klişe duygu ve düşünceleri.

Bizi duygulu ve düşünceli gösteren bütün bu faaliyetlere rağmen, hayata egemen olan şu koskoca anlam boşluğunu açıklamanın başka bir yolu var mı?

İzahı sayfalar süren meseleleri tek kelimelik kavramların içine sıkıştırıyor ve sonra o meselelerin muhtevasına bir daha geri dönmeksizin sadece o kavramlar üzerinden konuşuyoruz.

Yeni yaşama kültürü sürekli insanı yaralanmaktan alıkoyan bir zihin konforuna, bir insaf uyuşmasına, bir kalp kamaşmasına yatırım yapıyor. Bugün hayatı ve insanı özünden zedeleyen şey aslında biraz da bu.

Çünkü insan, dolayısıyla da sosyal hayat, sınırsız değişkenle gerçekliğini her gün yeniden üretiyor ama biz adeta bir lego oyunu gibi birbirine monte etmeye çalıştığımız statik kavramlara kilitli kaldığımızdan bu canlılığı büyük ölçüde ıskalıyoruz.

Farkında olabilme temennisiyle…