-Hadari-Özgürlükçü Söylem Maturidilik- 
Yeni Selefi/vehhabi öğretinin eko-politik bir söylem olarak İslam dünyasını kasıp kavurması karşısında Hanefi-Maturidi söylemin özgürlükçü yapısı, irade hürriyetine yaptığı vurgu ve siyasal iktidar karşısında sivil duruşlarını öncelemek gerekir diye bir yazı kaleme almıştım. Oldukça verimli dönütler alınca, Çorum İlahiyat Fakültesinde Türk İslam Düşünürleri dersinde, itikadi ve ahlaki sorumluluğu İmam Maturidi, fıkıh boyutunu Serahsi, Anadolu da felsefeyi yurtlandırmak bağlamında Nureddin Topçu’yu merkeze alarak okumalarımızın sonuçlarını seri bir yazı şeklinde müzakereye açmak istedim.
Bu bağlamda Atayurt/İç Asya ile Anayurt/Ön Asya arasındaki İpek yolu jeo-politik ve ekonomik açıdan yeniden mihver kılınma çabalarında bu coğrafyanın ürünü olan Hanefi-Maturidi söylemin bilinçli olarak niçin göz ardı edildiğini analiz edeceğiz.  Yani bir nevi jeo-felsefe denemesi yaparak, özgür irade ve sorumluluk, din ve riyaset, din ve şeriat arasında en tutarlı ve rasyonel açıklamalara sahip Hanefi-Maturidi öğretinin mevcut jeo-politik gelişmeler karşısında ötelenmeye devam etmesinin nedenlerini sorgulayacağız. 
Soru(n)lar: İpek yolunda kurulan 16 devletin kültürel kodlarını tevarüs eden Türkiye merkezli bir jeo-felsefe yapmaya başlamak için önce soru(n)ları tespit edelim:
1. Sünni-Şii çatışması değil, selefi-şii çatışma ile mevcut eko-politik söylemlere meşruiyet sağlanıyor, burası kesin. Can alıcı soru şu: İslam dünyasındaki gerilimlerin çatışmaya dönüşmesinde Vehhabi söylemin “Neo selefilik” adı altında İslam dünyasını kuşatmasına engel olabilecek en güçlü gelenek olan medeni/hadari ve özgürlükçü  Hanefi-Maturidi gelenek özellikle mi dışlanıyor? 
2. Mekke, Medine, Basra, Bağdat, Küfe merkezli kabileci/patrimonyal İslam yorumu ile Buhara, Semerkand, Horasan, Belh kısaca Kadim Dünyanın merkezi olan Maveraünnehir ve Fergana’da sonradan Müslüman olan Arap kültürünün hükümranlığında kalmadan üretilen İslam yorumu Türkiye’de bile niçin ötelenir hale gelmektedir? 
3. Ebu Hanife’nin ilkeleri bağlamında fıkıh anlayışı, Maturidi’nin irade hürriyeti ve sorumluluk anlayışına göre bir itikad sistemimiz olduğunu söyleriz: Ama bu teoride kalır, pratikte  bunların yaşadığı dönemlerin siyasi durumu, yönetim ile olan münasebetleri ve söyledikleri ile yaptıkları arasındaki uyum velhasıl siyasi duruşları hiç gündeme gelmez? 
4. Maturidi, salt kelamcı olarak sunulur, oysa onun aynı zamanda müfessir ve ahlak düşünürü olduğu niçin ıskalanır? Bu sorunun cevabı için J. Welhausen ve M.Watt’tan mülhem fikirlerle hadiseler arasındaki irtibatını inceleyip, jeo-felsefe yapmak şart. Bunun diğer adı şudur: 
“Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak” 

Gerekçe: 
1. Rahmetli Turgut Özal ile başlayan, S. Demirel ile kırılma yaşayan ama Sayın Erdoğan ve Sayın Gül yönetimleriyle yeniden ivme kazanan İpek yolunu yeniden bir medeniyet projesi olarak canlandırma çabasında son günlerde yeniden aksamalar başladı. İçerde yaşanılan kırılmalar, komşularımızda yaşanılan  çatışmalar kelebek etkisi ile İpek yolunun her bölgesinde fırtınaya dönüşebilir. Atayurt ile Anayurt irtibatını kültürel ve ekonomik merkezli kurulumu sekteye uğrayabilir.
2. En önemlisi de Oğuz Kaan’dan itibaren sürekli yönü Batı’ya doğru olan Türk boylarının kurduğu devletlerin sonuncusu olan Türkiye Cumhuriyeti’nin muasır medeniyet seviyesine ulaşma çabası aksayabilir. Bu satırların yazarı, Avrupa Birliği projesini, demokrasi, insan hakları ve ekonomik gelişmişlikte uluslararası standartların yükseltilmesi için bir vesile olarak görüyordu. Bu hedeflerden sapmalar, diğer kardeş ve akraba toplulukları da olumsuz etkileyecektir.  
3. Veya biraz daha özelleştirirsek, ne oldu da, son on yıl içinde uyum içinde çalışırken ve cemaatlerin sivil toplum kuruluşlarına dönüştürülmesi, evrilmesi çabası içindeyken, birden bir cemaat ile hükümet arasında sert bir çatışma çıktı? Muhafazakar ve/ya dindar diye nitelendirilenler birbirlerine karşılık çok sert söylem kullanmaya başladılar? Ülke dışında yeni selefiliğin farklı isimler adı altında ortaya koyduğu şiddet ile İslamfobia’nın gerekli bir öteki haline dönüşmesi, içerdeki bu gerilim ile iyice yıpranan (bu hafif kaldı, tahrif olan) din ve dindarlık kavramının nasıl telafi edileceği üzerinde epey düşünmemiz gerekiyor. 

Tarihsel ve Teolojik Temellendirme:
Temel önermemiz, fikirlerle hadiseler arasındaki irtibatın rasyonel, tutarlı ve eleştirel bir tarzda incelenerek kurulması gerekir. Bu bağlamda Selçuklu medreselerinin kuruluşuna kadar giden ve özünde teolojik/itikadi farklılıkların ayrılığa ve aykırılığa yani aşırı/batini yorumlara/okumalara dönüştürülmesine engel bir sistem arayışının tahlili gerekir: 
Selçuklu devleti ve sultanı temelde Hanefi ve Maturidi idi, ama vezir Nizamü’l-mülk Şafii ve Eşari öğretisine mensuptu. Siyasal akıl, Fatimi (Karmati ve ismaili) halifeliklere, Zeydiyye ve Buveyhilik gibi Şiilik merkezli öğretilere dayanan örgütlenmelere karşı Eşari çizgisini önceleyen bir üniversite sistemi kurulmasını öngörmüştü. Cuveyni kuruluşunu yaptı, sonra vefatı ile ünlü talebesi Gazzali bu medreselerin başına getirildi. 
Gazzali, sistematik bir hamle ile batini okumaların temelinin İşrakilik ve oradan da Meşşailik olduğunu bildiği için bu damarı kesti. Önce “Makasidu’l-Felasife” adlı kitabını yazarak, filozofların temel öğretilerini basit ve anlaşılır bir dille kaleme aldı. Ardından stratejik bir hamle “Tehafütü’l-Felasife” yani filozofların tutarsızlıklarını kaleme aldı. 3 noktada kafir, 17 noktada bidatcı olarak niteleyerek “sosyolojik bir tekfir”le batini öğretiye mülhem olduğunu düşündüğü yapıyı ters yüz etti. 
Sosyolojik tekfir; dememizin gerekçesi, sistemler öncüllerinden reddedilir ve söylenen üç temel hususta da filozofların ilk önermeyi kabul ettiğini çok iyi biliyor, ama niçin ile teoloji/kelam, nasıl ile diğer pozitif ilimler ilgilenir sorusu ıskalanarak, haşrin mahiyeti, alemin yaratılışı ve Allah’ın bilgisi meselelerinde kendi öğretisine ters yorumlar olduğu varsayımıyla ilk önermeyi reddettilerini söyledi. 
Bununla da kalmadı, kelamcıların da kendilerini ve yorumlarını mutlaklaştırdığını belirterek “Delilin butlanından (geçersiz kılınmasından) medlulün (ispatı yapılmak istenilenin ) de butlanı/geçersizliği gerekmez” dedi. O döneme kadar mantık,  bir zındıklık ilmi iken, birden mantık bilmeyenin ilmine güvenilmez denilmeye başlandı. 
Paradoks: Demem o ki, filozoflara ciddi eleştiri getiren ve o gün bugündür sırtlarının doğrulmasına imkân vermeyen Gazzali, paradoksal bir tarzda aynı zamanda felsefeyi popülerleştirdi. Filozofların amaçlarını anlaşılır bir dille yazdı ve fildişi kulelerinde yaşamalarının bir anlamı olmadığını gösterdi. Ardından Nizamiye medreselerinde mantık ve felsefe dersleri okutulmaya başlandı. 
Tasavvufun/Sufiliğin Sünni dünyadaki meşruiyeti
Sufilik ile batini okuma arasında net bir çizgi çeken Gazzali, Sufi söylemin özellikle Sünni İslam dünyasında meşruiyetini temin etti. Hallac, Beyazıd-ı  Bistami gibi alim, abid, zahid ve ariflerin bulundukları makamın rasyonalize edilememesinden dolayı sıkıntı çekildiğini, dolayısıyla bunların batini okuma olarak da görülmeyeceğini, ama makul de olmadığını söyleyerek, diğer sufi okumalara meşruiyet sağladı. Yani tasavvufu sünnileştiren de o dur.
Velhasıl, felsefeyi günümüze kadar gelen ilahiyat eğitiminde olmazsa olmaz yapan yine Gazzali’dir, Felsefesiz bir İlahiyat tasavvurunda bulunarak neo selefi söyleme yakın görüşler serdedenlerin bu hususu ıskaladıkları bir gerçektir. İlahiyat Fakülteleri de benim kanaatime göre Nizamiye medreseleriyle resmileştirilen ve felsefe-mantık dersleriyle birlikte verilen yüksek din eğitiminin devamıdır, İslam dünyasında bir tek Türkiye’de bu devam ettirilir, onun dışındaki Müslüman ülkelerde bırakın felsefeyi, kelam bile okutulmaz, akaid anlatılır. İran da felsefe bölümü ayrıdır. Şimdi Türkiye’de son dönemlerde denenen ama geçici bir süre askıya alındığını düşündüğüm felsefesiz ilahiyat projesini bir de bu bağlamda düşünün lütfen!
 Sonuç yerine tekrar soru: Nasıl oluyor da, Hanefilik ve Maturidilik gibi müstakil ve özgürleştirici bir söyleme sahip olan Selçuklu siyasal aklı, şii/batini okumalara karşı Eşarici çizgiyi önceler? Ya da Türkiye Cumhuriyeti yeni ve laik bir devlet olarak kurulurken niçin sadece ilahiyat eğitimini ve diyanet kurumunu yeni bir isimle devam ettiriyor? 
(Devam edecek; Bu yazı serisi için bkz İmam Maturidi ve Maturidilik (derleyen Sönmez Kutlu) Kitabiyat yayınevi. Ankara.2003; Türkiye Diyanet Vakfı, Maturidi Maddesi, c.28, s.146-174; http://web.hitit.edu.tr/mevlutuyanik/akademik/yayinlar )