Cumanız hayr ola, 30 Ağustos Zafer Bayramımız kutlu ola, güzel bir gün; ama mevcut durumumuz pek iyi gitmiyor. Çünkü Müslümanlar halklar kan ağlıyor, her gün bir bomba sesiyle uyanır, yönetimler halklarını alenen katlediyor; üstelik bunlara dinsel meşuriyetler sağlanıyor. En acı tarafı da bu. Dünyada refah ve huzuru, ahirette ise felahı sağlayacak ilkeleri ( ed-Din) nasıl oluyor da tam tersine çevirebiliyoruz?
Farklı zaman ve mekânlarda aynı temel ilkelerin (İlahi Risaletlerin Birliği) uygulamalarında kırılmalar olduğu zaman farklı dil ve kültürlere farklı peygamberler (nebi/rasül) tarafından gönderilmiş, farklı yol ve yöntemlerle (şeriat/şerait) uygulamaya geçirilmiştir. Dinler, mezhepler, fırkalar bu uygulamaların farklılığının tezahürleri aslında; ama artık peygamber de gelmeyecek!  Bütün sorumluluk biz de!
 İslam dünyası yerine Müslüman halklar dememin sebebi de bu, ortada bir İslam dünyası yok çünkü. Halklarına zülüm eden, bunu da din adına İslam adına yaptığını söyleyen patrimonyal/ebevi nizamlar var. Peygamberimizin ayakları altına aldığı cahiliye yapıyı I. Dünya savaşından sonra hortlatan yapılar din adına hükümranlıklarını sürdürüyorlar. Bunun istisnası yok mu? Bütün umutlar tükendi mi?
Var tabi ki, Türkiye Cumhuriyeti, bütün aksamalarına kırılmalarına (aleni veya post modern darbelere) rağmen Selçuklu, Osmanlı deneyimini tevarüs ederek yeni bir kimlik ortaya çıkan devletimiz var.
Bugün 30 Ağustos, zafer bayramı da bunun somut örneği, bu nedenle ümitsizlik yok. Cumhurbaşkanlığı forsundaki yıldızlar da bunun tarihsel boyutunu gösteriyor, yeni şart ve ortamlarda yeni kimlikle aynı kişilik/devlet yapısı devam ediyor, şükürler olsun. Bunu sağlayan kanaatime göre, yüzyılların birikimini felsefi bir dille analiz edip, yeni şartlara ve sorunlara çözümler üreten, eski hal muhal; ya yeni hal, ya izmihlal diyerek, her daim yeni bir yapılanmaya gidilmesidir.
Ama kaygımız var, çünkü felsefe kaygıları paylaşmaktır: Türkiye Cumhuriyeti, kökeni 1700 li yıllara varan bir modernleşme (ıslahat/tanzimat) sürecinin ürünüdür. Bu anlamda dini ve dünyevi değerleri bir arada harmanlayarak farklı dil, din ve ırklardaki insanları yüzyıllarca bir arada tutmuş bir geleneği tevarüs ettik. Biz çekildikten sonraki Arap dünyasının durumu ortada işte.
Türkiye’nin en büyük avantajı Daru’l-Funun geleneği ile 1700 lı yıllardan itibaren ulum-u diniyye ile beşeri/felsefi ilimleri bir arada götüren bir ilahiyatta eğitimi apılanmasına sahip olmasıdır. Arap dünyasında ise (Ürdün ve Yemen’de uzun süre kaldım, diğerlerini ise gezdim) tarihin belirli bir döneminde, belirli şartlarda üretilmiş hükümlerin şeriat adı altında okutulduğu fakülteler var, felsefi geleneği oldukça güçlü İran’da bile durum aynı. Tabii bu dini sadece belirli bir döneme, belirli bir yoruma hapsederek öğretme süreci, tersten dini sadece uhreviyat boyutunu öncelemeyi, Sezar’ın/kralın hakkını Kral’a; İsa’nın hakkını ise peygambere veren süreci aynen devam ettirmeyi gerektiriyor.
Bu nedenle de Arap dünyasında uygulamalardan hiç ama hiç rahatsız değil, Batılı modern ve laik olduğunu söyleyen yapılanmalar. İnsanın hiç değeri yok, kadının ise zaten adı yok, akla ziyan öneriler İslami hüküm diye utanmadan arlanmadan uygulamaya konulması önerilebiliyor (veda ciması). Hem yönettiğini zannedenler hem yönetilenler aynı ayetlerle uygulamalarına meşruiyet sağlamaya çalışıyorlar. İşte bu ulum-u diniyye, yani ilahiyatı gündelik hayattan kopuk felsefesiz bir şekilde üretmenin sonucudur. ÇÜNKÜ DÜŞÜNEN KAFALARA SİNEKLER ÜŞÜYÜR, büyüklerimiz biz den daha iyi düşünür, hale getiriliyor nesiller.
Bunun istisnası Türkiye diye hem Yemen’den hem de Kırgızistan’dan sürekli yazdım, gazete yazıları ve gezi notları ile. Makaleler neşrettim. Halk artık dini bu dünyada refahını ve huzurunu sağlayacak ilkeler bütünü olarak hayatında görmek istiyor, din adına yapılan sömürülerden bıktı artık. Arap dünyasında bu anlamda Türkiye’nin modelinin önemini gördüm bizatihi, Sayın Başbakan’da Mısır’da bu hususu açıkça izah etmişti.
SSCB’nin yoğun materyalist-ateist eğitimi ile şekillenen nesiller ile geleneksel dini yapıyı korumaya çalışan yapı arasındaki gerilimi gören Kardeş ve Akraba Toplulukların kurduğu devletlerin yöneticileri de radikal, selefi/vahhabi yorumlardan tedirginler. Dini ilimleri sahih kaynaklardan eleştirel, rasyonel ve tutarlı bir şekilde okutulmasının imkanını arıyorlar. Reel din,yani Tanrı’nın bütün peygamberlerine gönderdiği temel ilkeler ile olgusal din;yani mevcut İbrahimi dinler, mezhepler veya Uzakdoğu’daki dini gelenekler arasındaki gerilimi nasıl aşabileceklerine dair yol ve yöntemler arıyor. Her ortamda bunun ancak Türkiye’deki ilahiyat fakülteleri örneği ile olacağını söylüyordum.
Söylüyordum, çünkü Türkiye’ye dönünce ilahiyat fakültelerindeki felsefe gurubu derslerin azaltıldığı, kırpıldığını gördüm. Hatta İlahiyat (Divinity) anlamından tedirgin olunduğundan olsa gerek salt İslami ilimler (bunların ilim mi disiplin mi olduğu ayrıca tarıtışılmalıdır) fakültesi yapılanmasına gidilmek üzere olduğunu gördüm. Master talebelerinin öncelikle Arap ülkelerine gönderildiğini öğrendim. Böyle yapılarak dini ilimlerin/disiplinlerin daha iyi öğrenileceğini düşünenler, Arap dünyasındaki dini eğitimin bütün paradokslarını ülkeye taşıyacaklar. Hadi bununla baş edecek bir geleneğe sahibiz, ama “Pozitif laiklik” anlayışı ile son on yılda edilen ve gerek Arap Dünyası ve Afganistan Pakistan Hattı; gerekse İç Asya’daki Türk devletlerinin Türkiye’deki umutları ne olacak? Buiralar enerji üretim ve arzının olduğu yerler, radikalizm,fundemantalizm adı altında üstelik islam kelimesini de ilave ederek, bölge sürekli istikrarsızlaştırılıyor! Halklar, hem madden hem manen sömürülüyor, kazananlar ise bir grub azınlık ve bunların hizmet ettiği Batılı birimler oluyor.
 Kırgızistan’da Türkiye merkezli İlahiyat fakültesi üç oldu, ne yapacaksınız, buradaki kırılmayı oraya taşıyıp, islami ilimler adı altında oradaki medreselere mi teorik alt yapı sağlayacaksınız? Bu programla hangi Arap ülkesi ve halkı Müslüman olan ülke tarafından model olarak alınacaksınız?
Sonuç: Yapmayın, Nasreddin Hoca, hepimize güler, bindimiz dalı kesiyorsunuz! Felsefe ve felsefe gurubu dersleri azaltarak, kırparak veya kaldırarak, kimin değirmenine su taşıyorsunuz, bunu bir kez daha düşünün. İç Asya/Atayurt’tan üç ana yoldan Ön Asya’ya/Anadolu’ya gelen ve Cumhurbaşkanlığı forsundaki devletleri kuran geleneğin felsefesini yok etmeye çalışmayınız, bu olmaz. Bunları söylemek yeterli değil, en iyisi, Bişkek’e sunduğum bildiriyi yayımlayım, oradaki reel durumu nasıl tahrip edileceğini görünüz. Arap dünyasındaki durumu ise Yemen direnişleri için yazdığım makale ve gezi notlarına bakılabilir.