Okuluna giderken saplantılı bir psikopat tarafından pompalı tüfekle öldürülen liseli Helin PALANDÖKEN, okulundan eve dönerken minibüs şoförünün tecavüzüne uğrayarak işkenceyle öldürülen üniversiteli Özgecan ARSLAN, okulundan dönerken evinin önünde cezaevi firarisi bir psikopat tarafından öldürülen üniversiteli Ceren ÖZDEMİR…

Suçlulara en ağır cezanın verilmesini istemek kadar, bir toplumda suçlu yaratan sistemin kökünü kazımak da önemlidir. Masum bir bebek olarak doğan insanı, canavara dönüştüren şey nedir?

ABD’de2004 yılından bu yana yayın yapan Crime & Investigation isimli televizyon kanalında hayatları araştırma konusu olan onlarca suçlunun ortak noktaları, “çocukken yaşadıkları şiddet ve uğradıkları cinsel taciz” olarak öne çıkıyor. Bunların önemli bir bölümü de aile içinde yaşanıyor.

Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu(TKDF)’nun 2014 yılında yaptığı araştırmaya göre Türkiye’deki ensest oranı % 40. Mağdurlar çoğunlukla kız çocukları ve suçun failleri de aile içerisindeki bir erkek. Ne bunu köşesinde yazan Melis Alphan, ne de tehditlere rağmen mücadeleye devam eden TKDF Başkanı Canan Güllü suçluydu. Suçlu, bunlarla mücadele etmek yerine üstünü örtmeye çalışan kara zihniyetli, kapkara ruhlu egemen erkeğin yarattığı düzendi.

Erkeklerin yaratıp faydalandığı ve özgürlüklerin tadını çıkardığı, kadınlarınsa üzerine atılı bulunan “namus” kavramıyla yaşamaya mahkum bırakıldığı bir dünya düzeninde, ezberleri bozmak hiç de kolay olmadı. Finlandiya, 1906 yılında kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanıyan ilk ülke oldu. Bunu, 1917 Bolşevik Devrimini gerçekleştiren Rusya, 1918’de İngiltere takip etti.

1789’daki Fransız İhtilali’nin yurdu olan Fransa’da bile kadınlara seçme ve seçilme hakkı ancak 1945 yılında verildi; demek ki gerçekte demokrasiye de o zaman geçmişler. Oysaki Türkiye’de ATATÜRK’ün ısrarla ilan edilmesine vesile olduğu Cumhuriyet rejiminin ardından adım adım kadına haklar sağlayan yasalar çıkarılmıştır. 1925’te Kılık Kıyafet İnkılabı, 1930’da Türk Kadınlarına muhtar olma hakkı tanınması ve nihayetinde 5 Aralık 1934’te Türk Kadınlarına seçme ve seçilme hakkının tanınmasıyla Türkiye Cumhuriyeti, çağdaş denilen pek çok Avrupa ülkesini geride bıraktı. 1937 yılında Türk Hava Kurumu’nun yetiştirdiği ilk kadın pilot olan Sabiha Gökçen, aynı zamanda Dünya’nın da ilk kadın savaş pilotuydu. Kendisi, kadının tıpkı erkekler gibi her alanda söz sahibi olabileceğini düşünen Mustafa Kemal ATATÜRK’ün manevi kızıydı. Şayet ATATÜRK’ün bireysel çabaları olmasaydı, Türkiye’de kadın olarak bizlerin yaşadığı durum çok daha dayanılmaz olabilirdi; bugün pek çoğumuz konuşamıyor, okuyamıyor ve yazamıyor olabilirdik. Kısaca “yok” olabilirdik.

Cumhuriyetin ilk dönemlerinde kadın haklarıyla ilgili olarak hızla alınan mesafeler, muhafazakar-sağ iktidarlar ile beraber yavaşlamaya ve günümüzde de gerilemeye başlamıştır. Ülkeyi 17 yıldır tek başına yöneten AKP (Tayyip Erdoğan) İktidarı döneminde artan “şekilci dindarlık” neticesinde, kız çocuklarına anaokullarında türban takılmaya başlanmış, kadına şiddet olayları % 1400 artmış, dinci hocaların taciz ve tecavüzleri gündeme yağmur gibi düşmeye başlamıştır.

Uygulanan “yanlış eğitim politikası” ısrarla devam ettirilmekte, eskinin çağdaş okulları yok edilerek Osmanlı döneminin medrese anlayışına döndürülmektedir. Şekil olarak İmam Hatip Okullarının sayısı artmakta ama bunun topluma pozitif bir yansıması olmamaktadır. İçi boşaltılmış şekilci bir din anlayışı dayatılmakta, toplumsal ahlak erozyona uğramaktadır.

Sonuçta, kadın kapatıldıkça şiddet artmaktadır. Kadın ezildikçe erkek ezmektedir. Çünkü kanunlar nezdinde bunun ciddi bir karşılığı yoktur. Cinayet işleyen adam kısa bir süre sonra “iyi hal indirimi” denilen zırvalık nedeniyle hapisten çıkmakta ve bulduğu ilk fırsatta yine cinayet işlemektedir. Hapishaneler ağzına kadar doludur ve mahkumları rehabilite etmekten, topluma geri kazandırmaktan çok uzaktır. Suçluların sayısı artmaktadır. Çünkü çocuklara temelde verilen eğitim bozuktur ve cinsiyet ayrımına dayalı ögeler barındırmaktadır.

İlginç olan başka bir durum ise şudur: Araştırmalar, toplumda sadece sosyoekonomik açıdan zayıf olan kesimlerde değil, eğitim ve ekonomik düzeyi yüksek kesimlerde de ensest vakalarının görüldüğünü gösteriyor. Eski sunucu Murat Başoğlu’nun öz yeğeniyle yaşadıkları, iş adamı Fatih Oflaz’ın öz kızına yıllarca tecavüz etmesi gibi rezaletler medyaya yansıdı. Esasında bu şahısların isimleri açıkça teşhir edilmeli, kadınlar değil onlar utanmalıdır. Yapılan en büyük yanlış, mağdurların utancından susması ya da susturulmasıdır. Ancak pek çok muhafazakar toplumda olduğu gibi ülkemizde -özellikle şehir merkezlerinden uzak daha muhafazakar kırsal bölgelerde- kadınlar yeterince korunamadığı için susmak zorunda kalmaktadır. Çünkü konuştuklarında, haklı olsalar bile “adı çıktı” klasiğiyle toplumdan daha büyük darbe yiyeceklerini bilmektedirler.

Oysa gerçekler bir tokat gibi yüzümüze inmelidir; Büşra Sanay’ın cesaretle yazdığı “Kardeşini Doğurmak” kitabındaki gibi…

Mağduriyetin bir ayağını da devlete emanet edilen çocuklar oluşturmaktadır. Çocuk Esirgeme Kurumundaki her çocuk yeterince güçlü olana kadar koruyup kollanmalıdır. Şayet Ceren Özdemir’in katili olan ve çocukluğu ite-kaka yetimhanelerde geçmiş, uyuşturucu bağımlısı olmuş Özgür Arduç, devlete emanet edildiğinden itibaren özenle büyütülen bir çocuk olsaydı, belki de bir canavara dönüşmeyecekti. Geçmişi elbette onun canavarlığını yok etmez, suçunu bağışlatmaz. Ve geri döndürülemez katliamından ötürü en ağır şekilde cezalandırılmalıdır. Ancak toplumda yeni canavarların büyümesine zemin hazırlayacak tüm yanlışlıklar ortadan kaldırılmalıdır.

Çocuklar çağdaş, bilimsel bir eğitim anlayışıyla yetiştirilmelidir.

Çocukların beyinleri dogmalardan uzak olmalıdır.

Çocuklar tecavüzcü imamlara değil, çağdaş eğitimcilere teslim edilmelidir.

Çocuklar için ailelere verilecek ekonomik desteğin en üst seviyede olması gerekir.

Devlet bütçesinden en büyük pay Diyanet İşleri Başkanlığı’na değil, Milli Eğitim Bakanlığı’na aktarılmalıdır.

Milli Eğitim Bakanlığı hurafelerden, cemaatlerden, örümcek beyinlerden arındırılmalıdır.

Türkiye’de neredeyse her gün kadınların katledildiği bir Erkek Terörü yaşanmaktadır. Bunu söylerken kadınlara destek veren binlerce Türk Erkeğini suçlamaktan imtina ediyorum elbette. Şayet bugün bedeninin yarısına kadın elbisesi giyip “bir bedende iki cins” yaratarak kadınlarla beraber Kadına Şiddeti Protesto eylemine katılan İlyas SALMAN gibi sanatçılarımız ve Özgecan ARSLAN’ın ölümünden sonra kadınlarla beraber omuz omuza yürüyen binlerce çağdaş erkek olmasaydı, hayatımız çok daha zor olabilirdi. Ancak azımsanmayacak ölçüde çok olan gerici zihniyette pek çok erkek vardır. Özellikle Müslüman ülkelerin başına bela olan “sürdürülebilir cehaletten” aldıkları güçle kız çocuklarına baskı ve kadına şiddet uygulamaya devam etmektedirler.

Şayet ATATÜRK’ün önünü açtığı kadın haklarındaki ilerleme günümüze kadar olanca hızıyla devam ettirilebilseydi, Türkiye şu anda cinci hocaların tecavüzlerini değil, MARS’ta hayat olup olmadığını tartışırdı. Yaşadığımız kepazeliğe giden yol, gericiliğin hortlamasıyla açılmıştır. İşte bu yüzden ATATÜRK tarafından CEHALET, yenilmesi gereken en büyük düşman olarak görülmüştür.