el-Hamra; İslam Estetiğinin Zirvesi
06 Aralık 2014 sabahı Akdeniz’in bir diğer incesi Malaga’da sahildeki otelden ayrılıyoruz.  Sahili çok güzel, gece ve sabah yürüyüş yaptık az biraz. Buralarda Salih tamamen kamuya ayrılmış, öyle otellerin özel mekanları yok. Belediye herkesin denize girebileceği, duş ve tuvaletleri yapmış. Kaldırımları geniş, bisiklet yolu da var, oradan yürürseniz hiç bakmaz çarparlarmış.  Kum altın gibi parlıyor.  Yılda 60 milyon turist gelirmiş.  Araplar çokmuş, mülk alanlarda epeyceymiş. Nitekim otele yakın bir yerde Araplar bir camiyi yaptırmışlar, dış görünüşü güzel. Yakın da Kartegona da denizcilik müzesi varmış, bir batığı o kadar popüler hale getirmişler ki, dünyanın en eski batığı olarak bilinen ve Bodrum denizaltı müzesinde sergilenen uluburun batığı bunlarda olsa ne yapar ki diye düşündüm dedi İnanç bey. Bir nevi Antalya gibi, hakikaten öyle Granada’ya giderken sağ tarafınızda kalıyor ve sanki kendinizi Antalya’dan gidiyor gibi hissediyorsunuz.
Nevada Dağları (Sierra) eteğindeki Granada, Endülüs’ün incisi, vadi el kebir ile bir başka serinlik ve güzellikle parlıyor.  Nar ile simgesi, bayraklarında bile var. Nar’ı ve (şeftali) niye en çok sevdiğimi buldum galiba. Faydalarını herkes biliyor, tekil ve tikel olarak da bunu hissedersiniz, metafizik/tümel sebebi de burasıymış galiba sevmemin!
Granada üniversitende 70 Bin öğrencisi varmış. 1538 yılında Şarlken tarafından kurulmuş. Felsefe eğitimi özel bir kampusta yapılıyormuş, diğer beşeri ilimler ile birlikte. Yani bütün yoldaşlarım bilir, Don Kişot emmiye olan sevgimi, hemen arkamda duran panoda yıllardır bir resmi vardır. Felsefe Tarih Topluluğunun iki simgesinden birisidir, diğeri de kaplumbağa biliyorsunuz. Niçin felsefenin simgesi olan puhu yani baykuş değil de, diye de sormayınız artık.  Onun simgeleri odanın her tarafında zaten.  Burayı Barca ailesinden Hannibal’in babası Barcalona kurmuş. Kurtuba’yı da Hamilken Barca kurmuş. Romayı diz çöktüren ve bir “strateji dehası” olarak bilinen Kartaca kumandanı. Nitekim kurtuluş savaşında yunanlılara karşı onun birkaç stratejisini kullanmışız.  Bursa’nın kurucusun da bu olduğu rivayet edilirmiş.  Şimdi nasıl oluyor da şimdiki nesile “Hannibal kim?” diye sorulursa,  hee o mu; insan eti yemeyi büyük bir sanata dönüştüren canavar mı, diye cevap geliyor? İnanç beye göre bu da bir algı operasyonu. Tabii Hannibal’in yendiği zaman insanlar yenilmiş diye sormak gerek.
Endülüs Roma’nın ilk eyaleti. Oradan 15 ton altın gidermiş. Augustos  63 şehir ile kurulan eyaleti 500 şehirli hale getirmiş.  Emeviler döneminde 711 yılında buradan bölgeye çıkmış Müslümanlar. İberya denilen 1469 senesinde Aragon ve Kastilya Krallıkları'nın birleşerek kurdukları devletin ele geçirmişler kısa sürede. 750 yılına kadar Endülüs Emevilerin gönderdiği valiler tarafından yönetilmiş. 750 yılında Abbasiler Bağdat'ta halifeliklerini ilan edip, bir önceki yönetimin köklerini kazıyacak şekilde hareket edince, Emevi hanedanından Abdurrahman bin Muaviye, Endülüs'e kaçarak kendisini Emevi emiri ilan etti ve Kurtuba (Córdoba) kentini kendine başkent yaptı.
 
Fotograf: Mesut Ergin

•Hilafet Dediğimiz İslam Birliğinin simgesi mi gerçekten?
O dönem de Mısır’da Fatimiler’in halifelik ilan ettiğini hatırlarsak, İslam dünyasında üç halifenin aynı zamanda hükümran olduğunu söyleyebiliriz. Hilafet peşinde koşanlara ilan edilir, birazcık tarihe bakıp, hilafetin dinsel bir yapı olmaktan ziyade (ki bu muhal zaten, çünkü bizde ruhbanlık sınıfı yok) yönetim tarzına dinsel kılıf giydirerek meşruiyet sağlama politikası olduğunu unutmamak gerekiyor.  Eğer başkanlık sistemine bir şekilde dini meşruiyet sağlanmak isteniyorsa, bunun riskleri daha çok ve ki İslam dünyasında din ve devlet işlerini sistematik bir şekilde mesafeli tutmayı başaran tek devlet olan Türkiye Cumhuriyeti yapısı da zedelenecektir. Velhasıl Tanzimat ve Islahat fermanları ile 1 ve 2. Meşruiyet ilanlarına kadar giden parlamenter sistem temellerimizi Başkanlık sistemine çevirmek, buna da hilafet ile dinsel meşruiyet sağlamak ne derece tutarlı o ayrı ve teknik bir yazı konusu!
Burada önemli olan halifelik terimine yüklenen anlamdan ziyade, Endülüs’ün Emeviler döneminde bilim ve sanat açısından son derece ileri olması ve bir medeniyet tipi oluşturmasındadır. Nitekim başkent  Kurtuba şehri, Bağdat ve Kahire'den sonra dünyanın üçüncü önemli bilim merkezi haline gelmişti.
O gün bu gün bölgenin adı Endülüs’tür. 1492 yılı da Müslümanların hâkimiyetlerinin bitiş tarihidir. Kolomb keşfiyle birlikte bu tarih bizi de özel olarak ilgilendiriyor, onu bir önceki notlarımda paylaşmıştım. Ama sonrasında bilinçli bir şekilde hiçbir Müslüman kalmaması için çalışılan politikaya  "Reconquista” denilmesini vurgulamak gerek.

•Reconquista
Bu yeniden fetih demek, yani bölgeden Müslümanların çıkarılması ve yeniden hristiyanlaştırılması anlamına geliyor. İşte bunun için “Tarihin bir Anlamı Var mı?” adlı makaleyi her sene seçmeli tarih felsefesi dersinde okuturum. Açık Toplum ve Düşmanları adlı eserinin 2. Ciltinde Karl Popper, tarihciilik ve tarihsellik arasındaki farktan hareketle “Tanrıcı Tarihsici”lerin neler yapabileceğini teorik olarak incelemiş, bunu her daim okuyup okutuyorum ki, ister ilahi ister beşeri kaynaklı olsun bütün komplo teorilere karşı bilinç durumum zinde olsun.  Yani sizin fetih dediğinize adam, işgal diyor ve kaç yüzyıl geçerse geçsin bunu unutmuyor ve yeniden fethediyorum ediyor. Bu nedenle ortodoksi ve heteredoksi kavramları üzerinde ayrıntılı duruyorum her daim.
Katolikliğin İtalya’dan sonra burada en yaygın inanış olması Engizisyon ile olmuş. Önce Müslüman ve Yahudiler, sonra bunlar bitince kendi içlerine özellikle de kadınlara uygulamışlar, insanlıktan çıkmış işkence türlerini. Engizisyon’u bitiren Napolyon olmuş, adamlar Kurtuba da minik bir müze de yapmışlar.  Gezinin 3. Günü Kurtuba mescidini gezdikten sonra burayı ziyaret ettik, ufacık bir yer ama insanın kanını donduruyor derler ya öyle bir şey. Bu kadar işkence aletinin nasıl icat edileceği yerine hayırlı işlere mesailerini harcasalarmış da diyemiyor insan, çünkü lanet edip çıkıyorsun oradan.  1492 yılında 200.000 civarında Yahudi ve Müslüman İspanya’ yı terk etmiş. İlk baş engizisyoncu Dominiken papazTthomas de Torquemada’nın 2.000 kişi yaktırmış. 1808’ e kadar ispanya’ da engizisyon mahkemesinin yaktırdığı insan sayısı 31.912 kişiymiş. İnsanların yanı sıra. Müslümanlara ait kütüphaneleri, el yazmaları, sanatı ve tarihi de yok edilmiş. Bir sanatkarın dilinden bir tablodan hareketle yapılmış “Goya’nın hayaletleri”ni seyretmek en azından bu katliamlardan haberdar olunmasını temin edebilir.
Günümüz açısından "Reconquista” bağlamında söyleyeceğim husus, özellikle  Endülüs'te önce Müslümanların birbirine düşmesi ardından Müslüman-Hıristiyan İlişkilerini iyi incelemek gerekiyor ki, ülkemize yönelik siyasal ve kültürel operasyonlarda teknik hatalar yapmayalım. (Lütfi Seyban Reconquista –Endülüs'te Müslüman-Hıristiyan İlişkileri–, İstanbul: İz Yayıncılık, 2003) Bu sıralar Sema Bolat arkadaşımızın master tezi için Kindi’ye yönelik eleştirilerini okuduğumuz ilgi alanımıza doğrudan müdahil olan İbn Hazm da buralı ve şöyle diyor o dönemle ilgili olarak: Tefrikaya karşı kendini aslan sanan kediler gibi her taraf emir ve halife ile doldu. Bunlar iktidarlarını devam ettirebilmek için Hıristiyan bile olurlar” Görüldüğü üzere o dönemdeki tefrikayı net bir şekilde açıklamış. Bizim de tarihten ibret almamız gerekmiyor mu? Bu bağlamda Endülüs Emevileri'nin yıkılış döneminde vatanseverliği ve kahramanlığıyla şöhret kazanan Musa b. Ebi'l-Gazan'ın şu beyitlerini asla unutmamak lazım diye düşünüyorum:
İttihad olsa kalb-i millette/Hiç olur mu zeval devlette/Mülke âfet şikâk-ı millettir
Rûh-u mülk ittifak-ı millettir/Ayrılan millet ittihadından/Kessün ümidini muradından".  (Beşir Ayvazoğlu; "Edebiyatımızda Endülüs", Endülüs'ten İspanya'ya, TDV, Ankara 1996)
Endülüs’ün çöküş dönemi aslında bizim zirvede olduğumuz zamanlar, yardım da istemişler ama fazla olmamış galiba; fakat kültürel açıdan Fatih dönemde İbn Rüşd ve Gazzali merkezli Tehafüt okumaları yapıldığını biliyoruz.

•Günümüz Avrupa Birliğini Anlamak İçin Birazcık İspanya Tarihi
Biraz daha tarihe giderek okumalar yapalım, günümüzü anlamada bu gezi niye benim için önemli oldu, sorusunun cevabı için. Kral Carlos II'nin 1700'de ölmesiyle başlayan Veraset Savaşları İspanya’nın parçalanmasını hızlandırmış. Bugünkü Avrupa’nın tarihi de aslında bu dönemle başlamış, çünkü 1715'e dek süren küçük bir "dünya savaşı" görünümündeki savaş sonucunda yapılan Utrecht ve Westphalia anlaşma İspanya'nın Hollanda'dan, İtalya'ya kadar genişleyen toprakları, Avusturya (Kutsal-Roma Germen İmparatorluğu), Birleşik Krallık, Portekiz, Prusya, Hollanda ve dönemin Alman devletleri arasında paylaşılmış.
En şanlısı ve ileri görüşlüsü kim, tabiî ki İngiltere derken kast ettiğim bu işte:  Yani İspanya, Veraset Savaşları sonucunda 1714'e "kendi evindeki" Cebelitarık'ı dahi İngiltere'ye kaptırdı: Ülkenin yönetiminde kimin olduğu hiç umurlarında değil, yeraltı ve yerüstü zenginliklerinin nerede olduğu, ulaşımının nasıl olduğu ve kontrol edeceği noktaları alıyorlar. Görünüşte kralın kimlerden olduğunu hiç önemi yok aslında! Yani İngiltere, yüzyılların sömürgecisi İspanya’ya bile diz çöktürmüşler. Sanıyorum şimdi de ABD’nin kendini dünyanın patronu olması iddiasından hiç rahatsız değil. 
Haa gezerken İspanya da Amerika'daki sömürgelerin kültür merkezlerini gördük, “Stockholm sendromu” bu olsa gerek, adamlar yüzyıllarca sömürüldükleri ülkeye olan aidiyetlerini hala devam ettiriyorlar desem tuhaf kaçar mı? Gerçi dünyanın en zengin on insanının ikisi hala İspanyol, biri de Meksikalı ama İspanyol kökenliymiş. Sonra dünyada önemli şirketlerden bir kaçının ismini saydılar; en son da Garanti bankasını almışlar Türkiye’de. Bir de güneş enerjisinde çok iyilermiş, görüyorsunuz zaten her yerde yeldeğirmenlerini, Don Kişot’un memleketi bu doğal kardeşim de ona dair bir şey göremeden geldim de ona yanarım. Bir tane Don Kişot aldım, onu da geldiğim gün, gençler kolunu kopardılar! Dönüşümlü enerjide çalışmalar gelişmeler devam ediyormuş, hedefleri altı nükleer santralı kademeli kapatmakmış.  Adamlar çalışıyor kardeşim, ama kriz yaşamadılar mı diyeceksiniz, yakında size de gelecek, dikkat inşaat sektörüne diyorlar!
Günümüze baktığımız zaman İspanya’nın halen de fazla öne çıkmadan kültürel ve ekonomik açıdan etkinliğini sürdürüyor. 200 milyon insan İspanyolca konuşuyor. Onun için ben ikinci dil olarak bunu, Arapçayı, Rusçayı öneriyorum, İngilizce zaten neredeyse dünyanın ilk dili haline geldi. Çince de var ama o nüfus yoğunluğu olarak bir dünya dili olarak gözüküyor diye avunuluyordu. Şimdi Konfüçyüs Enstitüleri ile bütün dünyaya dilini öğretiyor, yüz milyondan fazla insan da öğrenmiş zaten bu küresel gücün dilini. Türkçe dünyada konuşulan dillerin beşincisi galiba, ama Yunus Emre vakfının çabalarını artırması lazım, bu gerçek.

•Şanlı tarih sendromu
Biz ise “Şanlı tarih sendromu” ile hareket etmeye devam ediyoruz mu ne!  Akademik birimlerde söylenilerek tarihsel bilinç hazırlamak başka, ona uygun politikalar ve alt yapı oluşturmadan hareket etmek başka, nitekim 2010 yılından sonra bunun ceremesini çekiyoruz. En haz hasarla atmak ümidiyle. Ne alakası var şimdi bu şanlı tarih sendromu ile mi dediniz?
Alakası şu; o dönemin Birleşik Avrupa dışında kalan Fransa Kralı I. François 1525'de Cermen İmparatoru V. Carlos tarafından esir alındı. Peki kim bu V Carlos? Nam-ı diğer Şarlken (Charles Quint; Fransızca okunuşu Şarlken) yani Osmanlı tarihi ve Kanuni döneminden bildiğimiz Şarlken! İspanya kralı, bütün Avrupa’yı birleştiren adam, tek süper güç yapan kişi. Acaip de şanslı, dış şartlar da lehine gelişiyor ve V Carlos/Şarlken’e Hollanda Belçika, ardından da Avusturya Almanya’yı da Krallığına hem bir miras yolu ile katmayı başarıyor. 1520 yılında Aachen’daki bir katedralde düzenlenen bir resmi törende de Kutsal Roma Cermen İmparatoru ilan ediliyor. Şarlken’e yenilen François’in niyeti de Avrupa Hıristiyan imparatorluğunu kurmaktı aslında.
Kralın annesi Kanuni Sultan Suleyman’dan yardım istedi. Çünkü Kanuni “Buda” kalesi ve “Peşt” şehrini ele geçirmişti. Viyana’ya dayanmıştı, Fransa, Osmanlı desteğini istedi.  Evet, 16. Yüzyılın süper gücüydü ama Kanuni karşısında Mohaç meydan muhaberesinde yenildi, kahrından bir manastırda uzlete çekildiği ve orada öldüğü söylenir. Almanya ve Avusturya’yı kardeşine; İtalya ve Napoli’yi özürlü kardeşi 2. Felibe’ye bırakmış. Sonrasında malum savaşlar başlıyor, neyse hatırlarsanız onun imparatorluk sıfatı Kanuni tarafından kabul edilmemişti. Çünkü bir imparator var o da benim demişti.
Bu bağlamda o meşhur ferman ya da kapitülasyon dediğimiz ayrıcalıklar da dönemin birleşik Avrupa güçlerine karşı yapılmış tutarlı ve rasyonel bir hamle olarak düşünebilir. Şimdi, eğer böyle güçlüyseniz, küresel güçlere karşı kafa tutarsınız, yoksa sadece söylemde kalır, bir diklenir, ertesi gün geri adım atarsınız, bu da uluslararası alanda güvenilirliğinizi ve rasyonelliğinizi yitirmek demektir.  Maalesef durum böyle, günümüzde!

•Din ve mezhepler açısından azıcık İspanya bilgisi iyi gider!
Siyaset ve iktidar olma ilişkisi ile bu hususta din ve mezheplerin yeri açısından da V. Carlos dönemi önemli, çünkü adam Avrupa’nın tamamına hakim oluyor. Katoliklik resmi inanç, Protestanlık en çok nefret ettiği anlayış. Kanuni’nin Protestanlara destek vermesini bir de bu bağlamda düşünmek gerek demem de bu yüzden.  Şimdi diyeceksiniz ki Martin Luther, Osmanlı’dan nefret ediyordu, bu da stratejik açıdan makul değil mi? Ne diyecekti doğru oradan yardım aldım mı? Neyse mevcut dünyanın süper gücü İngiltere’nin kendine özgü bir mezhep olarak Anglikanlığı kurmasının temeli de bu döneme gider ve doğrudan iktidar savaşlarıyla ilgiliymiş.
8. Henry’nin hanımı Şarlken’in teyzesi, ondan boşanmak istiyor, Katolikliğe göre bu mümkün değil. Zaten Roma ve Vatikan’ı da ele geçiren Şarlken buna müsaade edilmemesini istiyor. Bunun üzerine 8. Henry de kendilerine özgü bir mezhep kuruyor ve hanımını boşuyor, desem yok yahu bu kadar da olmaz mı diyorsunuz. 
Olur, olur, bal gibi olur, sadece şarkı sözü değil yani; İbn Haldun’u takiben hep söylerim ki  din ve mezhepler hükümranlıklara meşruiyet aracı olarak kullanılmış ve kullanılmaya da devam ediyor. Din, öbek öbek kılınmış, paramparça edilmiş, her birim de kendi halinden son derece memnun, doğruluk tasavvurundan emin olsa gerek ki, rahatlıkla karşısındakini ötekileştiriyor ve hatta öldürmeyi meşru görebiliyor.  Şimdi bu kadar din/mezhep adına yapılan katliamları gördükten sonra dini yapı nasıl diye geliyor değil mi, insanın aklına? Aslında bunların teolojik temelleri var dedi, Ali İhsan Yitik kardeşim, Kitabı Mukaddes Tesniye’nin 6-7 bölümlerine bakıldığı zaman bunların bilinçli bir şekilde yapıldığı bellidir. Sonraki tercümelerde biraz hafifletildi bu metinler ama işin aslı bu kavga sürer daim, demesi epey gerdi beni.
İnsanlar resmiyette %60 Katolik ama kiliseye gitmez, %23 ateist %14 kiliseye düzenli giden vramış. Yani burada din bir kültürel kimlik niteliğinde. Böyle deyince, diğer ülkelerdeki dindarlık ölçeklerine baktım, durum çok ilginç, gelişmiş ülkelerdeki anketlere cevap verme oranı çok yüksek ve kendilerini dinsiz olarak niteleyenlerin oranı da öyle.
Türkiye %4 gözüküyor. Geçenlerde bunca ilahiyat fakültesi ve İHL açıldı ama dini değerlerde aşınma oranı ne derecede ve buna inceleme, araştırma yapan STK var mı diye araştırdık, yok. İnanın yok, kendisini think thank (ne demeksek bu!) niteleyenler hem ekonomi ve siyaset üzerine konuşuyorlar. 2010 Arap baharı rüzgarında Yemen’deydim, televizyonlarda ahkam kesen insanların neredeyse tamamına yakını Arapça bilmiyor, bölgenin dini, mezhebi, kültürel yapılanmasına dair ilahiyat bilgileri ne derece de bilemem. Bildiğim İngilizce metinlerden hareketle konuştukları için isim ve yer adlarını tuhaf telaffuzlarıydı durum vahim aslında, neyse konumuza dönelim mi!
İspanyollar son derece rahatlarına düşkünler. Nitekim bizim orada olduğumuz Cuma ve pazartesi günler tatildi, her yer kapalıydı yani. Hafta sonu zaten tatil. Bundan asla taviz vermiyorlarmış. Örneğin bölgenin Müslümanların elinden alınma gününün resmi bayram olarak kaldırılmasına dair referandum yapılmış, önemli bir kesim hayır demiş, ama gerekçesi ne diye sormuşlar. Yani evet incitici olabilir ama biz resmi tatilin kalmasını istemiyoruz demiş önemli bir kesim.  İyi yani, bizden daha fazla yatan bir millet görmek, ama adamların sadece Barcelona’ya gelen turist sayısı 35 milyonmuş. Yani bütün Türkiye’ye gelen yıllık turist sayısı kadar.  El-hamra’yı yıllık 8 milyon kişi ziyaret ediyormuş. Zaten belli süre içinde belirli sayılarla ve rehber eşliğinde ziyaret etmeniz şart.

•Medeniyetimizin ve Endülüsün incisi: el-Hamra
Niçin el-hamra denilence Yahya Kemal Beyatlı merhumun şiiri ve harika bestesi gelir ki derdim, şimdi nedenini anladım:
Zil, şal ve gül. Bu bahçede raksın bütün hızı...
Şevk akşamında Endülüs üç def' kırmızı...
Aşkın sihirli şarkısı yüzlerce dildedir.
İspanya neşesiyle bu akşam bu zildedir.
Çünkü el-Hamra sarayını Türkiye’de bin bir gece masallarına dönüştüren bu güfte ve bestedir.  Düşler mekanı, gerçek ile hayalin birbirine karıştığı, evrendeki tevhidi düzeni, kesretteki vahdeti o mekanı nasıl anlatsam derken, bu sıralar geç tanıştığım Haruki Murakami’nin “Sahildeki Kafka” adlı eserini okumam da bir lutuf aslında. Bu da felsefi açıdan insan zihni ancak bu kadar sınırlarda dolaşır, düş ve gerçeklik arasındaki kurgu nasıl satırlara dökülür kardeşim diyerek okuduğum bu kitap, el-Hamra’yı anlatmadaki acizliğimi de gösteriyor bana, ama denemem lazım. En son Şibumi  de bu kadar heyecanlanmıştım, artık bir daha hiçbir şeye şaşırmayacağımı sanıyordum ama şaşırdım, büyük konuşmamak gerek. Tekrar buraya büyükelçi olarak gelen ve şiirini yazan Beyatli’ya döneyim. Kaymakam kardeşim Osman Canbaba, buraya gelip de şiir okunmaz mı kardeşim diyerek, metni bulmak için epey çaba sarf ettiğinden bahsetmişti, hatırladım hemen. Şimdi şartlar gelişti, açtık telefonu dinledik el Hamra’da muhteşem eserini merhumun. Mimari, estetik ortada, bir medeniyetin zirvesi, şiir de bu zirveye taşıyor insanı. Dışarısı alabildiğine sade hatta surlardan oluşan ve tıpkı istiridye gibi, sade ve sert, ama içinde bir inci, el-hamra yatıyor. 
 
V Carlos yani Şarlken’ni anlamak burada mümkün, adamcağız ne yapsın, muhtemeşem bir bilgi, bilim ve bunu estetize etmiş medeniyet incisi olarak el-Hamra duruyor kalbinde! İçerisine Roma’yı diriltiyorum diyerek bir saray yaptırıyor.  Fark iyice ortaya çıkıyor. Fakat o kırmızı ve oldukça sade duvarların içerisinde muhteşemlik karşısında donup kalmaları doğal. Sonrasında da Romalılara dönerek bir neo klasik adı altında Rönesans yapmaları makul yani anlaşılabilir bir durum. Acaba biz de bu nedenle mi, Eti ve Sümer’lere gidip temellendirmek istedik kültürümüzü? Neyse, V Carlos’un sarayının ilk Rönesans ayağı olması önemli şu an. El-Hamra bir güç gösterisi, İnanç beyin deyimiyle bir algı operasyonu, buralar artık bizim demenin mimaride yöntemi. Evet burayı ele geçirdiniz galipsiniz sözüne karşılık her yere “La galibe illallah” yani Allah’tan başka galip olan yoktur” nakşedilmiş.
El-hamra bir güç gösterisi dedik ya; özellikle baş kule bunu iyice gösteriyor, bütün şehir ayağınız altında. Castilya ile Granada krallığı ile savaşın algı ve hükümranlığın tescili olarak bu sarayda görmek mümkün.  Nitekim V Petro kendilerine özgü mimarisi olmayınca bunun kopyasını Sevilla’ya yaptırıyor. Ziyaretin son günü gördük burayı. Aslında ikisinde görünce aklıma geldi, küçük dikdörtgen havuz, gölgelerin yansıması ve simetrisi, Taç Mahal’deki muhteşem ve bütün dünyanın bildiğinin ilk örneği gibi. Kral 5. Muhammedi satranca çağırıyor. Bak biz de yaptık demek için, daha sonra el Hamra da aslanlı havluyu inşa ettiren 5. Muhammed de onu satranca çağırıyor ve gerçek güç budur demiş.
Bu nedenle, aslında el-Hamra, bir algı operasyonu diyor, İnanç bey. Haa buraya yani Sabika tepesindeki saraya gelirken yakınlardaki mezarlıkta Muhammed Esed’in yattığını öğrendik, tabiî ki gitme imkanımız olamadı. Biz de buradan Fatiha gönderelim ona ve Roger Garaudy’e bari dedik. Burasına al-hambra tepeleri de deniliyor. Nasirilerden önce Müslümanlar al-bayza (bügünkü albaicin) da ağırlıklı yaşarlarmış, sonra burayı da yerleşim mekanı haline getirmişler. Yani aslında özgün isimleri aynen korumuşlar, telaffuzları gibi yazarak.
Ana kapının yanında kabartmalarla haritalar var, önce orada bilgi veriyor rehberlerimiz. Önceden tur kanalıyla bilet aldığımız için hemen girebiliyoruz, yoksa uzun bir kuyruk var. Uzun ve ferah bir yol, yeşillik her taraf, surların dibinden kalenin girişine geliyoruz. Bu arada verilen bilgilere göre, bölge valiler dönemi (715-756) yaşamış. Sonra Endülüs Emevi Devleti kurulmuş.  (756-1031).  Karmaşa ve Beylikler (1031-1090), Murabıtlar (1090-1147), Muvahhidler (1146-1248) ve Granada Sultanlığı (1231-1492) el-Hamra bu birikimin sonucu olarak Ahmari ya da Nasri’ler diye bilinen devlet tarafından yapılıyor. 1237’de temelleri atılan El Hamra Ziya Paşa’nın ifadesiyle, “Temeline akıl ve hayal mühendisi hayran kalmış, yapılış tarzı feleği şaşırtmıştı.” Saray en büyük gelişmeyi I. Yusuf (1333-1354) zamanında yaşamış. V.Muhammed (1354-1392) döneminde de saraya önemli ilaveler eklenmiş. Düşünün o muhteşem alanın büyük bir kısmı hala gezmeye kapalı, bir de tamamı açık olsa neler göreceğiz? Aslında burası uzun yıllar unutulmak istenen bir yermiş, Napolyon silah deposu olarak da kullanmış. Dünyaya tanıtan Amerikalı büyükelçi Washington Irving olmuş. Önce tarihini araştırmış, sonra da 1832 yılında tanıtmış bütün dünyaya. Sarayın bir yerinde bu bilgi yer alıyor, resmi ile birlikte. 1984’te UNESCO burayı Dünya Kültür Mirası Listesi’ne alıncaya kadar bir şekilde biraz da iç savaşın etkisiyle hem gölgede kalmış bu şaheser.
I. Yusuf tarafından yaptırılan Babu’l-Şeriat ya da  Adalet kapısı denilen  yerden giriş yapılıyor. Giriş, ilginç, labirent şeklinde. Bu o dönemde hala yeterli güvenliğin sağlanamadığını gösteriyor, yani doğrudan giremesinler diye. Peki nasıl güç gösterisi diye soracak olursanız, içerisini görmeniz gerekiyor, bu güvenlik önlemiymiş, zaten diğerlerinde artık bu yok.  Niye adalet kapısı derseniz, yönetici belirli günlerde burada halkı dinler, sorunlarına çözüm ararmış. Sonrasında içeri giriyorsunuz, büyük bir site şeklinde, alkazaba denilen kale ve V. Carlos’un neo klasik denemesi sarayını görüyoruz.  Aslında el Hamra; kale, ribatlar, yazlık saray ve Generalife (Cennet-ül Arif) olmak üzere dört ana kısımdan oluşuyor.
Ana kule şehire tepeden bakıyor demiştik ya; Avrupa Birliği, İspanya ve Endülüs bayrağı var burada. Bayraktaki yeşil, zenginlik ve İslamiyet’i, beyaz uyumu, nar da bereketi simgelermiş.  İlk inşası aslında bir nevi ebediliğin simgesi, buradan sizi gözetliyorum ki bir hava veriyor insana; bu az biraz beni rahatsız etti doğrusunu söylemek gerekirse. Büyük kardeş seni gözetliyor, her dönemde geçerli mi ne? Ama oradan bütün şehri görüyorsunuz, tam karşıda Müslümanların ilk mahallesi olan albayza gözüküyor. Akşamüzeri de oradan burayı seyrettik, velhasıl muhteşem bir manzara, burası bir hakikat.
Gırnata fethedildiğinde Nasıri  emirini “Galip” diye karşılamışlar,  bu nedenle sarayın her tarafında hatla la galibe illallah yazıyor. Emir Muhammed 3 şiirleri var, esmau’l-hüsna ve ayetler geometrik şekiller ile sunulmuş. Tam bir estetik içinde, çünkü Pisagor üçgeni ve altın oran kullanılmış. Duvarlar tam anlamıyla  dolu, yani bir nevi boşluk korkusu veya evrende boşluk yok denmek istenmiş gibi. Kesretten vahdete gidişi anlatan ya da kesrette vahdeti hissettiren bir tavanın altında olmak bir başka duygu. Evrendeki düzenliliği gösteriyor, kufi yazılar.
Taht odası ise varılan son noktayı gösteriyor, buraya Hıristiyanlar “Muhammedizmin büyüsü” derlermiş. Duvarların altında seramik var, çünkü su çekme ihtimali giderilmiş. Dolayısıyla yüzyıllar önce yapılmış sanat harikası alçılar üzerine işlemelerde hiçbir bozulma yok, ilginç olan nokta Osmanlıda kullanılan lale motiflerine ve iç Asya’dan ata yurttan gelen hayat ağacı motiflerine de rastlamaktı. Artık hemen dikkatimi çekiyor, kilim ve benzeri yerlerdeki hayat ağacı motifleri.
Saray da yedi rakamı önemli. Toplam yedi emir tarafından yapılması,  evrenin 7 kat olması, cehennemin yedi katını simgeleyen mahzenlerin yedi kat olarak inşa edilmesi,  avlularda revak ve kemerlerde yedi sayısına dikkat edilmesi gibi simgesel hususlar. On iki köşeli yıldız, on iki aslan üzerine de yorumlar yapılabilir.  Gelen elçileri büyüleyen yön, bu sanat şaheseri işlemeler, metafizik değerleri ifade eden ayetler, şiirlerin yanısıra doğrudan pencerelerden yansıyan gölge oyunları ile sağlanmış. Yani bir nevi gökyüzü odaya girmiş gibiymiş. Bir nevi gökyüzünü buraya hapsetmişler gibi yani. Tabii şimdi onu yaşabilmenin imkânı ne derece diye de sormayınız. 

 
Fotoğraf: Mesut Ergin
Bir elçi “odaya girdim ruhlar dolaşıyor” diye yazmış.  Sarayın diğer yerlerinde çatılarda kullanılan ahşap sedeflerle süslenmiş, parlaklık bununla sağlanıyor. Fakat insanın içini burkan husus, yerde la galibe illallah yazan parçalardan ve seramiklerden oluşan bir dörtgen var. Bunu kraliçe İsabel yaptırmış, diğer yerlerden söktürerek. Yani iste siz ayaklarımın altındasınız demek için.  Neyse burayı şeritle kuşatmışlar da kimse basmıyor. Aynı kralice Gırnata Ulu Camii (Cami el’Kebir) yıktırıp, yerine büyük bir katedral inşa ettirmiş. Orayı göremedik ama! Yani turla gezmenin riski de bu, heryeri büyük bir koşturmaca ile dolaşıyorsun, şöyle bir gölgede sekilenip, sakin sakin dolaşıp bir günü ayırmak gerekir, nitekim el-hamra da öyle oldu, hüzünlendi bize, ne koşturuyorsunuz be diyerek!
Kapı kenarında bir selamlık var. Harem de onun yanında. Rumi motifler kuşlar yaprak gibi gösteriliyor. Harem aslanlı avluluğu ile çölde bir vaha, sütunlar palmiye gibi yapılmış.  5. Muhammed 14. yüzyılın ikinci yarısında yaptırmış. Muhammed’in büyüsün bozdu diyen Kastilya kralı Petro’yu davet ediyor, buraya ve satranç oynuyorlar. Bunu bozmanıza imkân yok, bak ilavesiyle buradayız diye.  12 aslanlı havuz burada. 4 küçük çeşme dört mezhebe tekabül ediyormuş. Havuz un olduğu mekanda da sedef kakmalar kullanılmış. Bu bir nevi Urfa’daki hz. İbrahim camidekilere benziyor, diyor İnanç bey. Çivisiz diyeceğim değil, ahşap çivi kullanılmış.
12. Muhammed şehri teslim ediyor, burası utanç kapısı. Pasaklı İsabel denilen kraliçe şehri alınca  eziyet de başlıyor. Burada bir girdi  daha yapayım, Romalılardan kalan ve Müslümanların geliştirdiği hamam kültürü bu pasakli İsabel zamanında yok ediliyor desek olur. Gariban Endülüslü kazandığı iki kuruşun biri ile hijyene dikkat edermiş, hamama gidermiş, adamlar özellikle Müslümanlara kapatıyorlar haftada bir güne indiriyorlar. Sonra zaten kademeli olarak yok olup gidiyor hamam kültürü. Hamam kültürü kaldırılınca hijyende kalkıyor ve Avrupayı veba salgınları alıyor. Oysa el-Hamra’da hamam, kanalizasyon ve su nakli çok önemli. Neyse İsabel hanım, merkez Camiide katedrale çevirtiyor. Hemen karşıdaki el bayza şimdi albayazın denilen ve Müslüman bölge olarak isimlendirilen yer kana bulanmış. Yani beyaz kırmızıya dönüşmüş.
Tekrar mimari yapılara dönecek olursak, inanç bey, Mukarnaslarla dikkat diyor: Sarkıt ve dikit, yıldız gibi duruyor, onlarca yıldız var, bütünü ise tek bir yıldız oluşturacak şekilde yapılması tam bir matematik ve uyum eseri gerçekten. Figürlü tasvir yok. Tasavvufi bir zihniyet var, vahdeti vücudu simgeler denilirmiş. İslam sanatlarında figür kullanılması da 14 asra tekabül ediyor ve burada da var ilk örnekleri, ama restorasyonda olduğu i in özgün halini göremedik, dışarıda resimleri vardı. 13.y Moğollar geliyor, Müslüman olan ilhanlılar Orta Asya’dan getirdikleri sanatları İslam ile bütünleştiriyor. Aynı dönemlerde Fatih Sultan Mehmet de ilk portresini yaptırıyor.
5. Carlos el Hamra içinde bir saray yaptırarak, Rönesans ve Roma’ya dönüp neo klasik tarzın ilk örneğini yaptırıyor.  Antik yunan pağan görüşleri Hıristiyanlaştırılmış. Eklektik bir yapı oluşturulmuş.  Yani aslında sarayın girişi mezar fakat yunan tapınağı girişi sanıyorlar.  Pagan figürlerin başına hale konularak aziz ve azize hale getirilmiş. Kanat takılmış, melek olmuş. Bunu duyunca Floransa’da gördüğüm Hz. Davud heykeli aklıma geldi, birden, öyle valla, yani karşımda bir grek ve/ya Roma erkek figürü anadan uryan duruyordu, diyeceğim, yahu dediğine bak demeyiniz,  Roma Notlarına bakınız derim bende. 
 

•CENNETU’L- ARİF:
Endülüs denilince bahçe dizaynı ve estetik geliyor ya, işte bunun sebeplerinden birisi Cennet-ül Arif denilen mekan olsa gerek. el-Hamra yerleşkesinin en uç tarafı, nehir ve şehir ayaklarınızın altında. Sürekli bir esinti var, sedir ağaçlarıyla kaplı yola herkes bir dağıldı ki sormayın. Çünkü su, kuş sesi, dizaynı harika bir ağaçlık, güller ile kaplı bir alandasınız.  Hemen aşağıda sarayın iaşesini sağlayacak sebzelerin ekildiği bir bahçe var. Fıskiyelerin dizaynı da harika. Su sistemi hala işlevsel. Bu su ile sadece saray değil, depolar kanalıyla el-beyza mahallesinin de ihtiyacı karşılanırmış bir zamanlar. Bu da o dönemin bilim ve teknoloji durumunu gösteriyor.
Fıskiye bahçesinin yanı sıra bir de yine yemyeşil bir koridordan geçerek Sultan Bahçesi’ne geçiliyor. Burası da güller, çiçekler, fıskiyeler ve havuzlarıyla hakikaten cennet’in yeryüzündeki gölgesi gibi çok mu Platonik takılmış oluruz bilemedim. Bildiğim felsefe tarihinde seyahat dönüşü Platon’un bilgi anlayışını, doksa ve episteme ayrımını, gölgeler ve idea ayrımını daha rahat anlattığımdır. Çorum İlahiyatta okuyanız varsa sorabilir dermişim
Artık Cennetü’l-Arif verdiği rehavetle iyice yorulduğumuzu anlıyoruz ve çıkışa doğru gidiyoruz.  Çıkışta sol tarafta muhtemelen Yahya Kemal’in şiirini yazdığı yer diye işaret ediyor. Burada otel var. Oldukça da pahalı imiş doğal olarak.

El-Beyza mahallesi
Hemen Müslümanların ilk yerleşim yeri olan ve el-hamra (kızıl) bembeyaz gözüken karşı mahalleye geçiyoruz. Bugünkü adıyla albaicin, yani ne bileyim bizim Alaçatı gibi geldi bana, bu yaz oraya gitmiştik. Yeşillik, beyazlık ve kızıllık tam bir uyum içinde, sokaklar aynı şekilde, dar; ama insanı darlandırmıyor nasıl oluyorsa. Evlerin önünde hep çiçek var, rengerank. Mirador San Nicalos denilen meydana çıkıyoruz, orada canlı müzik yapan gençler var, istiklal caddesindekiler gibi. Hemen büyük bir haç ve meydana ismini veren kilise karşılıyor bizi. Hemen biraz kenarında bir de mescid var, oraya geçiyoruz, 2003 yılında açılmış, şirin bir yer. La Mezquita de Granada adlı cami de
millet tahiyyatu’l-mescid ya da ikindi namazı kılıyor. Ardından caminin bahçesinden ve meydandan el hamra’yı görecek yerlerden resimler çekiniliyor. Yolun kenarında kafeler var ama yer bulma imkanı yok, nitekim sıra var, önlerinde. Zaten akşam da olmak üzere, soğuk da çıktı gibi. Yerlerde serili hediyeliklere bakıyoruz belirlenen zamanın gelmesi için. Bu arada kiliseye de giriyorum bir ara. Ardından otobüslere geçiyoruz ve doğru yeniden Malağa (devam edecek: Hüznün mekanı: Kurtuba)
Yeni Yılın ülkemize esenlik getirmesi dileğiyle…