Öncelikle Müslümanların çağlarını doğru algılayıp yaşamaların önündeki en büyük engelin tespiti gerekir. Bu, Müslüman toplumların yaşadıkları tarihin ve o tarih içinde yarattıkları kültürün ayrı olduğu gerçeğini unutarak, bu ayırımı analiz edecek yerde, onunla hiçbir alakası olmayan ve menkıbelere dayanan yanlış ve deforme edilmiş bir tarih bilinci üretilmesinden kaynaklanmaktadır. Emevî döneminden bu yana, yöneticiler, meşruiyetlerini bu tür bir tarih bilinciyle temin etmişler, din adına, kamu menfaati için siyaset yaptıklarını söylemişlerdir. Bireysel halifeliği kutsallaştırarak, siyasal kurumlaşmayı ailevi-kabilevi hilafete dönüştürdüler ve bunu din adına yaptılar.

Bu çerçevede, dini hegomonik bir siyasal amaç için araç olarak düşünenlerin, belirli, ayrıntılı ortak bir programları, stratejileri olup olmadığına bakmak gerekir. Yani, İslam toplumlarının geçirdiği kültürel, akidevi ve tarihsel gerçeklikleri yorumlamada ortak bir nokta, bir strateji olmadığı gibi, her biri kendine ait bir tarih bilinci üreterek, bunu evrensel (miş) gibi sunmaktadır. Siyasal İslam olarak sunulanlar, Arkoun’un ifadesiyle, dünyanın farklı bölgelerinde farklı grupların-cemaatlerin farklı motivasyonları neticesinde ortaya çıkan, çok merkezli toplumsal uyanış rüyaları, ideolojik talepler ve protestolardır.

Belki bu nedenden dolayı olsa gerek, bedevi/kabilevi yapıyı, yerleşik/hadari ve maddi açıdan çok gelişmiş durumlarda olmalarına rağmen bir medeniyet/ümran geliştirememişlerdir. Teo-siyasa denilen bu görüşe göre, hilafet ilahî bir kurumdur. Buna göre, halife, sadece nebinin vekili olan şahıs olmayıp, aynı zamanda Allah’ın yeryüzündeki gölgesidir.

Kısacası, Dini değerlerin hegomonik siyaset aracı olması hilafet kurumuyla ilk önce gerçekleşmiştir, birbirine tamamen ters politikalara sahip Emevî ve Abbasî kabilelerinin her ikisi de politikalarının, yönetimlerinin meşru olduğunu, kendilerinin Allah’ın yeryüzündeki temsilcileri bulunduklarını iddia etmişlerdir. Peygamberimizin cahiliye âdeti diyerek reddettiği kabile şeyhliği kurumunun, dört halifeden sonra yeniden bu sefer din adına tesis edilmesidir Hilafet.

Bu tespit önemli; Peygamberimizin halefi olarak kabul edilen bir liderlik konumunu ifade eden bu terimin tarihsel süreç dikkate alındığında sözlük anlamıyla çelişen uygulamalara delalet ettiği üzerinde önemle durmak gerekir. Çünkü Peygamberlik, Hz. Muhammed (as) ile bitmiş, onun dini görevini yüklenme veya devam ettirme manasına bir halifelik İslam öğretisi açısından düşünülemez. Hulefa-i Raşidin dönemi dinin muhafazası ve dünya işlerinin idaresi hususunda peygamberimize vekâlet etmesi anlamında halifelik olarak değerlendirilir; ama onlardan sonrası imamet (devlet başkanlığı) ve imam (Başkan) olarak görülür. Bu hususta tartışmaları bir kenara bırakarak, son tahlilde, “Sünnî İslam öğretisinde din işlerini idare eden ve sadece manevi otoritesi bulunan bir Halifelik makamı mevcut değildir, diyebiliriz.

Buradan da anlıyoruz ki, İslam siyaset geleneğinde yönetim modeli ve şeklinin belirlenmesinde baskın unsuru, dini naslardan ziyade, zamanın imkân ve şartları, insanların bilgi, kültür ve deneyimleri; kısacası ebevî nizam önemli rol oynamaktadır. Bu noktada ilk halifelerin Peygamberimize yakın şahsiyetler olması nedeniyle bir nevi kutsallaştırmanın başlamasının da etkisi olduğunu unutmamak gerekir. Fakat önemli olan tamamen zıt iki yönetim tarzının da din adına hareket ettiği, hilafetin kısa bir süre sonra saltanata dönüştüğü ve siyasal hedefler için kullanılan bir araç olarak kullanılması gerçeğidir.

(Temellendirme için bkz. M. Arkun, el-Hareketu’l-İslamiyye: Kıraatun evveliyetun”, Mecelletu’l-Vahde, yıl.5.sy.96,1992, s.8, krş. Mevlüt Uyanık, “İslami Hareketler İfadesinin Anlamlılığı Üzerine Bir Deneme” EKEV Akademi Dergisi, 1/1. s. 9-16, Kur’an’ın Tarihsel ve Evrensel Okunuşu, Fecr yay, Ankara 2017,s.300/323)