İstanbul dünyanın sıfır noktası, İstanbul’un doğusu ve İstanbul’un batısı diye dünyayı ikiye bölen, bütün dünyanın saatlerini ona göre ayarladığı şehir…
Bütün Müslümanların gönlünde yatan, uğruna nice sahabenin yola düşüp hasretle hayata veda ettiği bir aşk. Geçici bir heves değil gerçek bir aşk.
İstanbul bir kitap. Her okunuşunda büyüsü ve gizemi artan, her seferinde yeni dünyaların fark edildiği.
Süleymaniye’de bayram namazı, Eyüp’te dua. Tek başına hayat, tek başına devlet: başkenti Ayasofya olan.
Ayasofya, müebbet yemiş mahkum gibi mahzun bekleyen bir mabet.


İslam tarihinde şehri fetheden komutan İslam hukukunun kendine verdiği yetkiyle şehrin en büyük ibadethanesini camiye çevirerek ilk Cuma namazını orada kılar fethi tamamlamış olurdu. O yüzden Ayasofya bir camiden öte, bir sembol, İstanbul’un kapısına vurulmuş bir mühürdür. Biz 86 yıl önce nasıl bir düşünceyle bu hakkımızdan vazgeçtik acaba.

Ayasofya sadece bir mabet değil, bir müjdenin adı. Rivayet odur ki: ‘’ Peygamber Efendimiz doğunca Ayasofya'nın kubbesi çöker. Uzun süre tamir edilemez. Hızır aleyhisselam, " Peygamber Efendimiz’in tükürüğünden alıp, zemzem suyu ile birlikte kirece karıştırın, tamir edin" der. Ricalarını kabul eden Peygamber Efendimiz, "Onunla ayakta durup ümmetime nasip olsun" diye duada bulunur.’’

Ayasofya, başlı başına bir tarih neler görmüş, neler yaşamışsa bu yaşlı şehir hepsine tanık. Çağ açıp çağ kapatan Fatih Sultan Mehmed Han’ın surlardan içeri girişine, Ulubatlı Hasan’ın sancağımızı İstanbul’un surlarına dikişine, Süleymaniye’nin yükselişine, Mustafa Kemal Atatürk’ün ‘’Geldikleri gibi, giderler.’’ sözüne…
Fatih’in aziz hatırası, turizmin değil fethin sembolü olan Ayasofya’ya biletle değil, abdestle girmenin vakti gelmiştir artık. Cami olması Fatih Sultan Mehmet’in aziz hatırasına saygı, Ulubatlı Hasan’a vefa olacaktır.


Sezai Karakoç’un da dediği gibi, ‘’Cami olmayan Ayasofya tarihi bir cesettir.’