1959 yılında ABD ile öyle bir anlaşma imzaladık ki eminim mezarında ters dönmüşsündür… Millîleştirme işlemlerinde muhatap olarak ABD hükümetini kabul ettiğimiz bu anlaşma için o yılların DP Erzurum milletvekili Sabri Dilek bile mecliste tepki göstererek; “ Bu anlaşmanın kabulüyle kapitülasyonlar geri getirilmektedir. Bu anlaşma ile Amerikalılara açıkça imtiyaz verilmektedir. “ demek zorunda kaldı…1950-1960 döneminde ABD ile imzalanan anlaşmaların sayısının 200 civarında olduğu tahmin ediliyor…
1960 yılında ihtilal oldu. “Türkiye’nin sorunlarının devletçilikten geldiğini düşünüyoruz. Orada özel kesime daha çok rol verilmesini görmenin sabırsızlığı içindeyiz” diyen ABD’ li Macomber’ı fazla bekletmedik. Kaynağı dış krediler olan çok yönlü teşviklerle işbirlikçi niteliğinde bir sermaye yarattık. Bu dönemden sonra dini siyasette daha fazla kullanmaya başladık. Siyasi kadrolaşmaları arttırdık...
1968 yılında ABD ile bir kredi anlaşması daha yaptık ki evlere şenlik… Ülkemizin değişik bölgelerindeki tüm bakır madenleri ve eritme tesislerini, Etibank’ın Ergani hariç tüm bakır kuruluşlarını, ABD’ nin denetimi altındaki Karadeniz Bakır İşletmeleri A.Ş. ne devrettik… Yani mezarından kalksan yeridir…
1971 muhtırasından sonra çok sayıda Atatürkçü subayı ordudan çıkardık. Üniversite ve TRT üzerindeki siyasî baskıları arttırdık. Senin göz bebeğin Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu’nu kapattık… Terörü tırmandırdık... Küresel oyunlara kandık, sağ- sol olarak bölündük... Kardeş kardeşi vurdu...
Ve 1980’de yine ihtilal oldu… Ordu yönetime el koydu… Biz artık gençlerimiz ölmeyecek diye sevinirken, ihtilal sonrası uygulamalar Türk Solu’nun, işçinin, sendikaların ve sivil toplum örgütlerinin üzerinden silindir gibi geçti. Ulus-devlet karşıtçılığı açıktan açığa dillendirilmeye başlandı. Yeni Dünya Düzeni politikaları biz de çok iyi işlemeye başladı… “Gelmiş geçmiş en Amerikancı başbakanımız” oldu… İşini bilen memurlarımızın sayısı arttı… İthalât patlaması yaşadık, Türkiye Çikita muz ile tanıştı… Anlayacağın çağ atladık, ya da öyle sandık… Artık duruma bakıp o çağları aşan keskin görüşünle kararı sen ver…
Sen gittikten hemen sonra ektiğimiz siyasi İslâm tohumları 1950-1960 döneminde filiz verdi, 1970’li yıllarda boy attı, 1980 ihtilâlinden sonra iyice kök saldı ve 2002 yılında başımıza ılımlı İslamcı bir iktidar getirdik… Senin koltuğuna ise “Cumhuriyet bizim için bir amaç değil, araçtır…” diyen bir şahsı oturttuk… ABD’ yi icazet ve komşu kapısı yapan bir başbakanımız oldu…
Sen gidene kadar Türkiye’ye sokulamayan ne kadar sömürgeci ülke varsa bugün ülkemizde fink atıyor… Hıristiyan misyonerler ülkenin dört bir yanında faaliyetteler… İngiltere’nin yerini ABD aldı. Filistin topaklarında kurdurduğu İsrail Devleti’nin ikincisini (ülkemizin Güneydoğusunu da içine alacak şekilde) oluşturma çabası içerisinde...
Türkiye’yi 7 coğrafi bölgeye ayıranlar günümüzde de etnik kimliklere bölme peşindeler. Sen gittikten 10 yıl sonra yani 1948’de Amerika sınırlarımızı yeniden oluşturan bir harita geliştirdi… Bu haritaya göre biz yine Sevr sınırlarına hapsediliyoruz…
Okullardan fazla cami yaptık. Binlerce imam yetiştirdik… Bazı Batılı ülkelerden önce seçme ve seçilme hakkı verdiğin kadınlarımız hâlâ ikinci sınıf vatandaş muamelesi görüyor… Üzücü olan ise, çoğunluğunun bu muameleye gönüllü olarak talip olması… Çarşafa dolandık… Oyalı yazmalarımızı, tülbentlerimizi bıraktık ta, “Türban” isminde bir İslâm üniformasını sahiplendik… Medeni görüntü olarak Osmanlı’dan bile daha gerideyiz... Osmanlı dedim de, şimdilerde Yeni Osmanlıcılık modası var. Her yere Mehter Marşıyla gidiyoruz... Dostumuz (!), müttefikimiz (!) ABD’nin Ortadoğu’da ki “eş başkanı” olduk ama ABD izin vermeden adım atamıyoruz... Gazze için İsrail’e efeleniyoruz da Terör Örgütünün kamplarının bulunduğu Kuzey Irak’a giremiyoruz… Çünkü ABD “giremezsin” diyor… 9 vatandaşımızı öldüren İsrail’i özür dilemeye davet ediyoruz ama Süleymaniye’de askerimizin başına çuval geçiren ABD’ yi hoş görüyoruz…
Senin o yere göğe sığdıramadığın Türk Ordusu, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne gelince; Tüm komutanları Hasdal’ a tıktık. Orduyu’ da kışlaya hapsetmekle meşgulüz… Bu yıl 30 Ağustos Zafer Bayramı tebriklerini Cumhurbaşkanı, başkomutan sıfatıyla kabul etti… Oysa ki gerçek başkomutan olan senin sağlığında bile böyle bir uygulama yoktu…”Her Türk asker doğar” özdeyişini tarihe gömmekle meşgulüz, paralı ordu gündemde…
İçinde bulunduğumuz durum senin Samsun’a çıktığın tarihteki durumumuza benzemiyor mu, ne dersin?
Sana ve devrimlerine bağlı olduğunu düşündüğümüz ne kadar gazeteci, yazar, bilim adamı varsa onları da Silivri’ye gönderdik... Basılmayan kitapları yasakladık… Basın desen basın olmaktan çıktı... Büyük ölçüde tarafsızlığını yitirdi, “yandaş” oldu… İktidarın sevmediği gazetecileri kovduk... Bir iki basın kuruluşu şimdilik direniyor…
Ne demiştin?
“Ne yazık ki kahramanı kadar haini de bol bir milletiz…”
Kaynak: Metin Aydoğan, Yeni Dünya Düzeni, Kemalizm ve Türkiye.
Devam edecek…