Dağın birinde yaşayan bir bilge, tanındığı herkes tarafından çokça sayılır çokça da sevilirmiş. Gençlerden biri, bilgenin bilgeliğini kabul etmeyip ‘maskesini’ düşürmek istemiş ve bir plan kurmuş. Küçük bir kuşu avucunun arasına yerleştirmiş ve bilgeye sormuş;

‘Söyle bilge, avuçlarımın arasındaki kuş ölü mü, diri mi?’

Bilge şöyle bakmış ve demiş ki;

‘Evlat! Ölü desem avuçlarını açıp kuşu uçuracaksın, diri desem sıkıp öldüreceksin. Ellerinde hayatı ve ölümü birlikte tutuyorsun, gel bu kararı bana verdirme, kendin ver!

İnternet çöplüğünde çok farklı atıflar yapılsa da Anton Çehov’un ‘Kime Anlatsam Kederimi’ isimli kitabında geçer bu hikâye; insanoğlunun fıtratına yerleştirilen “sevdiğinde kusur, sevmediğinde ise meziyet görememe” zaafı başta olmak üzere zihin torbalarımızın ‘ibret’ kesesine “nasiplilerine” yetecek kadar muhtelif dersler bırakarak.

“Nasipliler” kelimeme bazı okuyucu kardeşlerim kızıyor ama bu “nasip” meselesinin çekirdeğinin “çaba” olduğunu unutuyorlar maalesef.

Ben kendi adıma sıklıkla kullandığım “nasip” kelimesinin anlamını da, “her çabanın sonuca ulaşamayacağını” da, “ama çabalamadan nasip diye bir şey olmadığını” da hayatımın mihmandarlarından olan rahmetli dedemden öğrendim.

Çocuk olmama rağmen o vakitlerde de, saçım sakalım iyice ağarmış şu halimle de tek harf okuma yazma bilmeyen bu insanın da, çocukluğumuzun buram buram huzur kokan o güzel insanlarının da nasıl bu kadar çok şey bildiklerine halen akıl sır erdirmiş değilim.

İlkokul yıllarımdı sanıyorum. Klasik bir deney olan “fasulyenin çimlenmesi” konusu bana düşmüştü ödev olarak. Ben hemen her gün heyecanla pamuk parçasının arasına yerleştirdiğim kupkuru fasulyeme su verir ama bir taraftan da “bu kupkuru şey nasıl yeşerecek ki” diye de merakla o pamuğu açar bakardım.

Aradan kaç gün geçti anımsamıyorum şu an; ama fasulyem filizlenmişti ve ben heyecan içinde “başardım” naraları atarken bu telaş ve heyecanımı gören dedem beni yanına çağırmış, “nasip” kelimesinin aslında ne olduğunu, dimağıma bir daha çıkmamak üzere kazımıştı.

“Ona düzenli su vermeye devam edersen o gördüğün küçük yeşillik günden güne büyür evladım” demiş ve eklemişti “çünkü ona emek verdin”

Bir akşamüstü idi sanırım, elinde ekmek filesi eve gelen dedem beni yanına çağırdı. “O fasulyene su verdiğin gibi her gün buraya da su ver” dedi, hemen ayağının altındaki asfaltı işaret ederek. Gayretimi artırmak için de ödül koymuştu;

“Burası yeşerirse sana bir külah akide şekeri alacağım”

“Durur muyum?”

(Bugünün çocukları için hiçbir şey ifade etmeyen bir külah akide şekerinin o gün bizler için ne muhteşem bir sevinç olduğunu kırk yaş ve üstü okuyucularım anlayacaklardır)

Dedemin işaret ettiği yeri yakındaki arsadan aldığım bir avuç kireçle çevrelemiş ve hemen her gün sulamaya başlamıştım. Bu arada o kupkuru fasulyem kısa sürede epey yeşillenmiş hatta annemle onu tenekeden mamul küçük bir salça kutusuna koymuştuk (şimdilerde saksılar var artık, kimse salça ve yağ tenekelerine tevessül etmiyor) ve günden güne büyüyordu ama asfalt olduğu gibiydi, en ufak bir yeşillik belirtisi yoktu.

Uzunca bir süreden sonra yine bir akşamüstü etrafını çevrelediğim o asfalt parçasının önünde diz çökmüş ellerim yanağımda “gitti akide şekeri” diye üzüntüyle kıvranırken dedem yanıma geldi. Yüzündeki daimi tebessümle beni dizine oturttu ve avuçlarıma akide şekeri doldurarak “evladım” dedi; “bu asfaltı her gün sulasan da yeşerip sana çiçek vermez, çünkü asfaltın tabiatında güzellik yoktur”

Bana o gün muhtelif örneklerle çabalamanın önemini uzun uzadıya anlatan dedem “çaba, nasip ve sonuç” kavramlarıyla ilgili hiç unutmayacağım dersler verirken aynı zamanda bugünüme de muhteşem bir tohum ekmişti belki farkında olarak, belki de olmadan;

“Uğraşarak düzeltemediğinden, vazgeçerek kurtulursun”

Bu yaşanmışlıklarımdan olsa gerek modernitenin ısrarla dikte ettiği “çekirdek aile” kavramına karşı çıktım hep ve nerde bir dede veya nine ile torununu görsem birkaç dakika da olsa (özlem dolu yaşaran gözlerle) çocukluk günlerime dönüp o huzur kokan günleri solukluyorum.

Ama yazık ki günümüz çocukları ve gençliği artık ‘her bir şeyleri olsa da’ bizim kadar şanslı değil. Ben kendi adıma abdesti dedemin eline su dökerek yani “yaşayarak” öğrenmiştim ama günümüz çocukları ve gençliği için öğrenmenin tek yolu ya internet artık, ya da kitaplar. Çünkü artık çocuğuna abdest almayı öğretmek için ne eline su döktürüp bunu öğretecek anne babalarımız var, ne de buna hevesli çocuk veya gençlerimiz.

Belki de bu yüzden ters giden şeylerin suçunu ters giden şeylerin başında ölçüsünü, yolunu, istikametini ve anlamını yitirmiş yeni ‘insan’ın geldiği gerçeğiyle hiç yüzleşmeden zamana yüklemeye devam ediyoruz.

İyiler tabi ki var halen aramızda.

Medyanın, sosyal medyanın, popüler mecraların baskın kötücül dili hepimizi zaman zaman karamsarlığa sürüklese ve biz “herkes birbirinden nefret ediyor, herkes birbirinin ayağına basmak için fırsat kolluyor, herkes birbirinin açığını arıyor, herkes içinde biriken karanlığı, ezikliği, öfkeyi yüzüne vuracak birilerini arıyor” sansak da; içine düştüğümüz bolluğun ruhumuzu yoran sarp yokuşlarında nefesimiz kesilse de; gündelik telaşlarımızın hızla inip kalkan göğsünde aklımız daralsa, kalbimiz yorulsa da; dünyevî önceliklerimizin hazla gidip gelen sarkacında ruhlarımız hoyratça savrulsa da; kötülük hep başkalarının tutuşturduğu bir yangın ve biz aslında onu söndürmeye çalışıyoruz diye avunsak da; sebeplerin kör kuyusuna uzatılan ışıltılı bir kova gibi varlığın koynuna tutunmuş insanı sonsuzluğun ufkuna doğuran bir sızıyla taşıyabilen sayısı çok az ama bu ‘az’lıkları ‘çok’olan girizgâhta andığım türden bilgelerimiz ve ariflerimiz halen gençlerimizin karanlığına ışık olmak için çabalıyor; kendini gerçek hayatın içinde tutabilenler, içindeki güzelliğin kuruyup gitmesine izin vermeyenler, iyiliği mütemadiyen hayatın kıyısında köşesinde başka insanlarla, canlılarla, hayatlarla paylaşıyorlar.

Yaptığı her iyiliğin önce yapanı güzelleştirdiğinin farkındalar çünkü.

Yani ‘iyi’ olarak nitelendirdiğimiz “en büyük kutsal olan insanı; ona dil, din, ırk, renk, mezhep gözetmeksizin hizmet edecek hayatı, iyiliği, güzelliği, doğruluğu, adaleti, hikmeti seçenler” tümüyle kaybolmuyor yeryüzünden. Ama artık yazık ki ezici bir çoğunluk iyiye, iyiliğe doğru değil; kötüye, kötülüğe, çirkinliğe, kabalığa, hadsizliğe doğru bakmayı tercih ediyor.

Peki, sizce “iyi” olmanın ölçüsü ne?

“Param varsa iyiyim”, “sağlığım iyiyse iyiyim”, “borçlarımı ödersem iyi olacağım”, “sınavı kazansam benden iyisi yok”, “ah o arabayı bir alsam, dünya yansa gam değil”, “memleket böyleyken ben nasıl olayım”, “şehid çocuğunun yüzünü görmeseydim iyiydi…” gibisinden kelimelerimizde mi saklı “iyi” dediğimiz şeyler?

Cevabımız “evet” ise ahirete ve hesap gününe iman ettiğini iddia eden birinin, iyi olup olmama ölçüsünü, dünya ve içindekilerle tespit etmesi sizce de anlamsız değil mi?

“Hanginizin en güzel ameli yapacağını imtihan için, ölümü ve hayatı yaratan O’dur” diyen bir Rabb’e iman eden insan, dünyaya iyi olmak için değil, iyi işler yapmak için gelmişse eğer; bu tespit onun aynı zamanda iyi olmasına mâni olmak yerine aksine tam bir sebep olmaz mı?

Bugün yaptığı işlerin iyi olup olmadığının hesabını vereceği bir günün geleceğini tahkiki bir iman ile bilen insan, o günün sahibinin kendisine nasıl muamele edeceğini bilmeden bu gün ‘iyiyim’ diyebilir mi?

Peki, o gün iyilerden olup olmayacağımızı, bize nasıl muamele edileceğini bugünden bilmek mümkün müdür? Eğer bunu bilmek şimdiden mümkün değilse bizim “iyi” tarifimiz nedir?

Tüm bu sorulara sizin cevaplarınızı bilmiyorum ama benim gördüğüm kadarıyla tüketim hırsımız ve sahip olma gayretimizin bizi çepeçevre kuşattığı bu hayat yetmeyecek bize; zira dünyadaki her şeyi tıka basa yesek de doyuramayacağımız bir açlık içindeyiz. Edindiğimiz, sahip olduğumuz, satın aldığımız hiçbir şey bu yüzden tatmin etmiyor heveslerimizi. Anlamını yitirdiğimiz bir hayatın küçük, kifayetsiz, zavallı tanrıları olmaya özendirdiler çünkü hepimizi ve yazık ki başardılar da.

Bu yüzden olsa gerek ki aklımıza, dilimize, kalbimize başkalarını ezmek için görünmez balyozlar takıp gezdiğimiz şu paslı zaman diliminde sahip olduklarımızı yitirmekten, konforumuzu kaybetmekten, acılara gark olmaktan, çaresizce köşeye sıkışmaktan, gerçeğin gelip yakamıza yapışmasından; her birimizin yüzüne yaşadığımız şeylerin toplamının bir hayat etmediğinin haykırılacağı, bizi derin uykumuzdan uyandıracak ve gerçeği bütün çıplaklığıyla yüzümüze vuracak o kaçılmaz, kaçınılmaz andan korkuyoruz!

Sahip olduğumuzu sandıklarımızın birer emanet, kaybettiklerimizin birer imtihan vesilesi olduğunu bildiğimiz ve yaşam denen sürecin bir düzen üzerinde aktığına hakkıyla inananlar için hayat nasıl olur da içinde bu kadar çok kavga gürültü biriktirebilir bilmiyorum ama ahlâka dair meseleler her konuşulduğunda; konu insanın zayıflıklarına, defolarına, samimiyetsizliklerine, düştüğü nefsaniyet çukurlarına geldiğinde ustaca zihin hamleleriyle bu konuları kendimizden uzaklaştırmamızın ve anlatılanları meçhul bir günahkârın hikâyesiymiş gibi dinlemeye başlamamızın yegâne sebebi de bu korku işte!