“7.3 1940- Çalışıyorum. Şiirin yeni bir muhteva verişi üzerine kafa patlatıyorum. Fakat daha çok ve daha yeni sahalarda, daha başka metotlarla çalışmak lâzım…
1.4.1940- Şiir ilerliyor. Bence yeni ve istediğime yakın oluyor. Şuurla, ne yapmak istediğimi bilerek işliyorum. Yalnız sen yoksun; en iyi anlayan okuyucum, en sezişli hocam yok…
15.1.1942- (Bursa cezaevi) Sana başı sende olan “1941’de Türkiye’den İnsan Manzaraları” isimli yazının devamını yolluyorum. Baş tarafın sonuna ekle ve eğer canın isterse baştan oku…
23.1.1942- Karıcığım, İyi dinle gayet mühimdir; VATAN gazetesinin sahibi Ahmet Emin Yalman bugün bana bir muhabirini gönderdi ve şu teklifte bulundu: Memleketimden İnsan Manzaraları isimli kitabımdaki destan parçasını satın alıp neşretmek…
27.10.1942- Sana bu mektupta yine bir hayli yazı yolluyorum. Yalnız bir ricam var: Oturma odamızda minderine iyice yerleş, tam karşıya gelen duvarda benim kendi elimle yaptığım resmimle, senin pastelle yaptığın resmin yan yana asılı dursunlar. Ara sıra onlara cennet yeşili gözlerinle şöyle bir bakarak, bu son gönderdiklerimin 20-25 sayfasından başlayarak oku…
Tarihsiz- Sana yarın bu mektupla beraber, dördüncü kitap ikinci bölümün başını da yolluyorum. Senden gelen her teşvik edici söz, “beğendim” diyen satır beni doludizgin çalışmaya teşvik ediyor…”
Malum, geçtiğimiz gün bir şiir dinletisine katılınca ben de en sevdiğim şairi anmadan edemeyeceğim. Koskoca kitap, tek bir şiir olur mu? Olmuş işte. Bu kadar samimi, bu kadar içten, bu kadar konuşur, anlatır gibi ve akıcı. Hapiste geçen uzun yıllar boyunca, nüshaları hapishaneden parça parça dışarı yollanan ve ancak yıllar sonra birleştirilebilen bir kitap:Memleketimden insan Manzaraları. Nazım HİKMET yazdığı her nüshayı çoğaltarak, başta karısı Piraye olmak üzere yazar arkadaşlarına yollar. Yapıtın bazı nüshalarının kaybolduğunu düşünüşse de Piraye’de toplanan nüshalar uzun süre gizlenir. Bazı tanıdıklar emanet edilen nüshaları, korktukları için başkasına verir veya yakarlar. Hapisten çıktıktan sonra karısından ayrılan Nazım da yurtdışına çıktıktan sonra yazdığı bir kitabının önsözünde, bu kitabın önemli bölümlerinin kaybolduğunu ya da Türk polisinin elinde kaldığını sanır. Sessizce ve sabırla, en yakınlarından bile bu yapıtı saklayan Piraye, bu yapıtın tarihe gömülmesini engelleyerek Nazım HİKMET’in ölümünden sonra parçaların tamamının tek kitapta toplanmasını sağlar.
Yukarıda karısı Piraye’ye yazmış olduğu mektuplardan alıntı yaptığım Nazım HİKMET, gerçekten de çok özel bir insan. Dünyası, hassasiyetleri, yoğunlaştığı konular bizim çağımız açısından neredeyse unutulmaya yüz tutmuş mevzular. İkili iletişimdeki incelik ve paylaşım mükemmel, hem de bütün zorluklara, hapishanelere, prangalara, ayrılıklara rağmen. Bu mektupların tamamında aşk, özlem ve meydana getireceği eserin incelikleri var. Ne siyaset konuşuyor, ne politika yapıyor, ne de boş ve gereksiz münakaşalara giriliyor. Anlayabildiğim kadarıyla insanî değerlerini en yüksek seviyede korumuş, duygusallığını asla yitirmemiş bir insan Nazım HİKMET. Ve dört duvar arasında hayata tutunmaya çalışırken, bir an bile kendine ve başkalarına olan saygısını kaybetmemiş. Bu da O’nun büyük yapıtından bir alıntı olsun:

“Atlantiğin dibinde upuzun yatıyorum, efendim
Atlantiğin dibinde dirseğime dayanmış…
Avrupa Amerika’dan
Atlantiğin yüzünde ayrıdır, dibinde değil…

Yukarda insanla dolu denizin içi.
Bir tortu gibi dibe çöküyorlar
tortu gibi çöküyorlar, Hacıbaba.
Baş aşağı, baş yukarı,
uzanıp kısalıyor, bir şeyler aranıyor kolları bacakları.
Ve hiçbir yere, hiçbir şeye tutunamadan
onlar da iniyorlar dibe doğru.