Soru 1. Felsefe yaparken genel olarak bütün arayışların temelinde “varlık fikri / varlık anlayışı” olduğu kabul edilir. Özgün “varlık anlayışı” na dayanarak insanlığa yön veren dünya görüşlerinin bir felsefeden yola çıktığını söyleyebilir miyiz? Bir diğer ifadeyle bir felsefi anlayışın bir “dünya görüşü” oluşturabilme imkânı olur mu?
-Evet öncelikle bilgelik/hikmet arayışının serencamını ifade eden kelime felsefe, dolayısıyla ilk insan/Adem’den itibaren varlık/ontoloji, bilgi/epistemoloji ve değer/aksiyoloji üzerine sistematik, tutarlı ve eleştirel bilginin peşindedir. Öncelikle kavramsal analizler yapacak olursak, felsefi birikimin bir kümülatif/kronolojik tahsili bir de sistematik/problematik analizi vardır.
Burada bir “Türk Felsefesi”’nin İmkânını müzakere ediyorsak, bunun tarihsel temellerini ortaya koyup, bir anlama ve açıklama modeli/tarzı/paradigmasından bahsediyoruz demektir. Bunu oldukça netameli kavramlar olan “dünya görüşü” ve “ideoloji” oluşturma ihtimalinin ortaya çıkaracağı soru(n)lara düşmeden yapmaya çalışacağım.
Tarihsici/totaliter bir imgeyi oluşturma riskinden kaçınmanın yolu, İslam Felsefesi, Arap Felsefesi, Hıristiyan Felsefesi, Musevi ve/ya Yahudi Felsefesi, Çin Felsefesi, Budist Felsefe gibi tanımlamalardan hareketle doğrudan bir “Türk Felsefesi”’nin mümkün olduğunu, bunları birikimsel bilgi yerine paradigmatik bilgi, (b)ilim tasavvurlarını önceleyerek temellendirmek gerekir. Çünkü bunlar, Farabi’nin temellendirmesiyle Hakikat’in birliğinin farklı tezahürlerini oluşturan düşünce modelleridir. Ezeli hikmet’in farklı zaman ve mekânlarda, farklı dillerle sistematik, yani kendine özgü bir ontolojisi, bunu temellendiren bir epistemolojisi; bunlara göre bir değerler dizgesi ve yaşam tarzı yani aksiyolojisi vardır.
Mesela ben İslam Felsefesi alanında çalışan biri olarak “İslâm” teriminin genel anlamıyla, ezeli ve biricik Hakikat’in insanlık tarihinin bilgi birikimini kapsadığını; özel anlamıyla da mevcut çevrimindeki son vahyedilmiş şekli, beşeri hayatın her boyutuna dair sözü olan bir uygulama tarzı ve yöntemini kast ediyorum. Felsefe’de varlık, bilgi ve değer üzerine rasyonel, eleştirel ve tutarlı bilgiler üretmekse, “İslâm Felsefesi” ifadesinin günümüz insanına sunduğu ve sunacaklarının önemli olduğunu düşünüyorum.
M.Ö 610 yılında belirli bir kavme, belirli bir dil (Arapça) ile indirilmiş, o dönemin soru ve sorunlarını merkeze alarak çözümler üretmiş ve kıyamete kadar da bir daha başka bir yol ve yöntem de gönderilmeyecekse ki gönderilmeyecek. O halde Türkçe düşünen ve yazan bir İslam Felsefecisi olarak içlem/kapsam münasebeti bağlamında benim ürettiklerimin “Türk Felsefesi” olduğunu söylüyorum.
Bunu da İbn Haldun’un asabiyeti oluşturan sebep ve nesep bağları tasavvurundan hareketle şöyle temellendiriyorum: Toplumsal birliktelik, sosyal bütünlük için gerekli olan dayanışma duygusu, komünal ruh, sosyal bağlılık veya “sosyo-politik kimlik” olarak tanımlanan asabiyetin sebep bağımı İslam ve bunu kronolojik/tarihsel birikimini eleştirel ve mukayeseli bir tarzda okumak ve yorumlamak oluştururken, nesep bağımı da Oğuz/Türk boylarının İslamı inşa (anlama, yorumlama ve uygulama) tarzları oluşturmaktadır. Diğer bir ifadeyle Arap kabilevi yapının siyasal erk tartışmaları (Emevi/Haşimi) ve Fars/Şii kültürel hegemonyası dışında inşa ettiğim Atayurt ve Anayurt birikimimden hareketle Bir “Türk Felsefesi”nden söz ediyorum.
Yakın dönemlere kadar Makasidu’l-Kur’an yani Rabbimizin bireysel ve toplumsal yapıya yönelik talepleri ile Makasidu’-Şeria yani temel ilkelerin farklı zaman ve mekanlarda, farklı siyasi, iktisadi, içtimai ve kültürel yapılarda uygulanma tarzlarına dikkat ettiğimiz zaman Türlerin de çoğu zaman Arapça ve Farsça eserler üretmesi, paradoksal bir şekilde İslam/Arap Felsefesi tasavvuruna destek verdiğinin de bilincindeyim. Ama tikelde tümeli yakalamak, yani Müslüman bir Türk olarak Kur’an’ın tarihin belirli bir döneminde soru ve sorunları çözmek için ortaya koyduğu ilkelerden hareketle çözüm önerileri üretme (ictihad) çabamın ortak adı “Türk Felsefesi”dir. Evet bazen ana dilimle ürettiğim metinleri günümüz hâkim dil olan İngilizce ile sunduğum oluyor, ama özne ve nesne irtibatını kuran zihniyetin, kültürel modelin “Türk Felsefesi” olmadığı anlamına gelmez. Ayrıca hangi dil ile sunumu yapılmış olursa olsun, temel metinler ve ilkeler/önermelerden hareketle düşünme kişinin ana dilinde olur, sonra bunu başka dile çevirip yayımlayabilir. Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak projesi bağlamında beraber çalıştığımız edebiyat kökenli Emrah Kanlıkama hocamın hatırlattığı “İnsan kaç tane yabancı dil bilirse bilsin, ana dilinde düşünür” tespiti bu noktada anlamlıdır. Mesela ünlü tarihçi Mesudi (v.956) tarihte filozof yetiştiren yedi büyük milletten birisi de Türklerdir, der. Bizim okumalarımıza hareket noktası olarak aldığımız Farabi, bunların ilkidir, düşünce tarihinde de muallim-i sani diye bilinir, malum Aristoteles muallim-i evvel’dir.
Bunu söylemek, Cumhuriyeti kuran Türkiye halkından olup, Türkçe okuyup yazan diğer etnik yapılara mensup kardeşlerimizin ürettiklerini de “Türk Felsefesi” içinde görmeyi getirir. Ziya Gökalp ve Hüseyin Nihal Atsız zaten bir “Türk Felsefesi”nin kurucu öznelerindendir. Tabii ki, İslam’ı bir düşünce modeli olarak görmeyen hatta tam tersini söyleyen alimlerin ortaya koyduğu da “Türk Felsefesi”dir. Nasıl vahyi bilgi ve onun pratiğe aktarımıyla oluşan bir düşünce yapısı içinde Müslüman bilim adamlarının ürettiği felsefi teemmüllere İslam Felsefesi demek yeterli olmadığı gibi, bu coğrafya ve burada oluşan İslam düşünce evrenine dair fikir üreten gayrimüslim âlimlerin ürettikleri İslâm felsefesi içinde değerlendiriliyorsa, aynısını “Türk Felsefesi” içinde söylemek gereklidir.
Bu tıpkı “İslâm” teriminin etnik ve dilsel bir yapıya, coğrafya’ya tekabül etmemesi gibidir. Burada Türk ve Türkçeden kasıt, fiziki ve zihinsel ortama yani Makasidu’-Şeria anlamında örf, adet, gelenek, görenek içinde şekillenen yapıya dikkat çekilmektedir. Arap/Fars siyasi, iktisadi, içtimai yapının İslam tasavvurunun dışında oluşturulan bir Türk/İslam Felsefesinden bahsediyorum. Bunu İslam Felsefecisi olarak söylüyorum. Allah rahmet eylesin Nihat Keklik hocamız felsefe bölümlerinde Türk-İslam Felsefesi anabilim dalı açılması için çok çalışmış ve bu anlamda “milli felsefe” oluşumuna önemli katkı da bulunmuştur. Cruz Harnendez’in İspanyol-İslam felsefesi, Abdullah eş-Şimali ve M.Abid Cabiri’nin Arap-İslam Felsefesi demesi gibi, İslam felsefesi alanına Türk kültürü açısından bakmaya Türk-İslam Felsefesi demiştir. Atayurt ve Anayurt’ta yüzyıllar boyunca farklı kültürel etkenlerle yüzleşerek oluşturulan milli felsefeden kasıt budur aslında.
Tam bu nokta Yusuf Akçura ve Ziya Gökalp’in Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesindeki önemli yerlerine işaret etmek gerekir. Fransız İhtilali (1789-1799) Batı ve oradan da bütün dünyaya etkisini gösteren siyasi, içtimai ve iktisadi dönüşümlerin de başlangıcını teşkil eder. Osmanlı bu sürece Tanzimat, Islahat Fermanlarıyla katılmak ve varlığını korumak istedi. 19 yüzyılda ihtilalin başlattığı ulusçuluk akımının da etkisiyle balkanlar, Ortadoğu da yaşadığı çözülmelere karşı üç tarz-ı siyaset (Osmanlı(cı)lık, İslam(cı)lık, Türk(çü)lük) ile direndi. Neticede en son ulusçuluğa karşı Türkçü söylemi sahaya sürerek, Fransız İhtilali’nin monarşiye karşı önerdiği cumhuriyeti yeni bir devletin temeli olarak inşa etti. Dolayısıyla önceden ana dil Türkçe ile üretilen ama Arapça ve Farsça yayımlanan eserler de yerini Türkçeye bıraktı. Yani Cumhuriyet ile birlikte milli bir felsefe olarak artık Türk-İslam Düşüncesi demeye gerek yok, doğrudan “Türk Felsefesi” demek daha tutarlıdır. Bu içlem kapsam münasebeti bağlamında söylenilebilir, İslam Felsefesi de ayrı bir disiplin olarak varlığını zaten sürdürmektedir.
Velhasıl, sözün özü, Aygün Akyol hocamla Çorum İlahiyat Fakültesi’nde hayata geçirmeye çalıştığımız Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak projesinin bir ayağı Atayurttan getirdiğimiz Hanefi/Maturidi (resmi) İslam tasavvuru ve Hoca Ahmed Yesevi (halk) İslamı yöntemiyse, burada Anadolu’da bulduğumuz düşünsel ortamın bir bileşkesidir bu. “Türk Felsefesi”nin kurucu unsurları olarak bunları görüyoruz. Nurettin Topçu’dan hareketle temellendirdiğimiz Anadoluculuk ve İslamcı Anadoluculuk’un yanı sıra bu kültürel kodların oldukça riskli olduğunu söyleyerek tam tersini savunan mavi/seküler Anadolucuk da “Türk Felsefesi”nin en önemli düşünce modelidir.
Bu bağlamda Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak’tan kastımız “Düşünce”nin bu Coğrafya ile İrtibatını tesis etmektir. Çünkü düşünmek, aslında daha çok toprakla yurtluk ilişkisi içinde gerçekleşir, çünkü düşünmek, toprağı emen (veya daha iyisi onu “tutan”) bir içkinlik düzlemi sermekten ibarettir. İslamiyetin genel ve özel tarzlarını kurucu unsur olarak kabul etmeyen Türkçü söylem ve/ya Mavi/seküler Anadoluculuk akımı bağlamında fikir üreten düşünürün sebep ve nesep olarak yabancı/acem olmasının, bulunduğu toprağı yurtlaştırdığı, gerekli ortamı oluşturduğu, kavram içinde bağıntıyı kurarak aşkın olanı içkinleştirdiği çerçevede ürettiğinin bulunduğu coğrafyaya göre isimlendirilmesine engel teşkil etmediği kanaatindeyiz. Bu anlamda bizim yapmaya çalıştığımız Jeo-felsefe, özne-nesne ikileminden sıyrılarak felsefeyi kavram üzerinde yeniden yurtlandırma çabasıdır. Felsefeyi bir halkın anlayışına uygun olarak yeniden yurtlandırmakla geçmiş, bugün ve gelecek arasında sağlanan ittifakı yeniden üretebiliriz.
Bu bağlamda felsefeyi, beşikten mezara kadar hikemi bilgiyi aramak, bunun için fikirleriyle daim yaşayan ve yaşatan âlimlerle yolda/ş olmak, varoluşumuza dair kaygılarımızı insanlarla paylaşmak olarak tanımlıyorum. Eğer günümüzün sorunlarına dair çözüm önerilerini çoğaltmak ve alternatif önerilerle zenginleştirmek istiyorsak, Atayurt’tan getirdiğimiz düşünce birikimiyle, Anadolu’da bulduğumuz kültürel yapıya dikkat ederek, düşünce-yurtluk ilişkisini yeniden kurmalıyız. Adına ister hikmet, yani Hz. Adem’den itibaren Tanrı’nın dünyada refah, ahirette felahı sağlayacak ilkeler bütünlüğü (Tevhid, nübüvvet ve mead) deyin, isterseniz felsefe tarihi deyin, bu birikimi Türkçe okumak, yorumlamak ve yeniden üretmek, “jeo-felsefe” yapmak demektir. Bu aslında pozitif klasik bilim tasavvurunun pozitivist etkisinden etkinlik olarak bilim tasavvuruna yaslanarak kurtulma çabasıdır aynı zamanda.
Bu bağlamda bilim, bir sosyal yapı, geleneksel bir etkinlik olup, belirli bir toplumsal ortamda epistemoloji, felsefe, ideoloji ve dine ait konuların bir yansımasıdır. Dolayısıyla bilim, salt gerçeğe ulaşmak amacıyla her türlü toplumsal değerden uzak, nesnel bir sorgulamadır, şeklindeki değerlendirmenin tutarlılığı yoktur. Bu açıdan bilgi iletişimi yoluyla bağlantıları olan kişilerin oluşturduğu birlikler vardır ve bunlara ait bilimsel topluluk/lar olduğu gibi, manevi/tinsel veya beşeri ilim sahasında birbirleriyle rekabet içinde olan düşünce modelleri olması kadar tabii bir şey olamaz. Ve burada sorunuzdaki özgün varlık tasavvuru vardır, ama bunun epistemik temellendirmeleri farklıdır diyorum.
Diğer bir ifadeyle klasik felsefe tasavvurunda ontoloji önceliğini, epistemik ontoloji’ye veriyorum. Çünkü Varlık’ın farklı bilgi kodlarıyla temellendirilmesi vardır, her sistem de aslında kendi Varlık tasavvurunu oluşturur ve buna göre de bir “değerler” dizisi sunar. Ancak bu epistemik ontoloji tasavvuruyla ilk dönemlerden itibaren yaşanan erk kavgalarını (Emevi/Haşimi) ve günümüzde Şii/Selefi çatışmalarını anlama imkânımız olur. Tanrı’nın mahiyeti ve hakikatliği hususunda hepsi aynı düşüncede yani Tevhid üzere olduklarını söyler, ama bunun dış dünyada yansıması/gerçekliği ve yüklenilen hüviyetler o kadar farklıdır ki, her biri ötekileştiriyor ve tekfir ediyor.
Felsefi dil ile söyleyecek olursak, her iki farklı Tanrı tasavvuru da kendi idealizmini kurar ve bunun gerçekliğinden/realizminden hiç kuşkusu yoktur. Fakat ironik olan her biri ötekinin tasavvurunun bir isimlendirme (nominalizm) olduğunu belirtir. Bize göre ise bunlar, ilk dönemden itibaren süre gelen siyasi, iktisadi ve ictimai pragmatizmin örtülendiği kavramlardır.
İbn Haldun’un ifadesiyle söyleyecek olursak, bunların Tanrı tasavvurları (ontolojileri) asabiyeti oluşturan ve mevcut çatışmalara meşruiyet sağlayan aygıtlara dönüşmüştür. Felsefeyi/düşünceyi Anadolu’da yeniden yurtlandırma kavramsallaştırması, nominalizm ve realizm çatışmasının ortaya çıkardığı sorunları Farabi’nin kavramcılık (conceptionalism) ile aşma denemesidir aynı zamanda.
Hakikat’in Birliği, Tanrı ve evren ilişkisine dair önce dil/düşünce mantık kurgusunun nasıl olacağını, ardından evreni anlama ve anlamdırmada pozitif ilimlerin yerini, sonra Tanrı-insan ilişkisini ilahiyat/metafizik bağlamında kurduğu İlimlerin Sayımı adlı eserini işte bu nedenle Bir “Türk Felsefesi”nin İmkânı müzakereye açan projemizin hareket noktası olarak alıyoruz. Çünkü beşeri/manevi bilimler sahasında üretilen metinleri eleştirel bir şekilde okumak için sistematik bir metodolojiye ve bağlamın araştırılmasına ihtiyaç vardır. Üretilen metinde oluşturulan söylemin tahlili, bir kültüre, bir topluma içkin, kural, bilgi, güç, dil pratikleri ve eylemleri tahlil etmek anlamına gelmektedir. Bu tahlil, bizi bir toplumu, kültür, değer ve inanç değişimine ilişkin bilgi sistemlerinin bilgisine ulaştırır. Farabi’nin öncelikle bir dil felsefesi yapmasını bu noktada çok önemsiyoruz. Çünkü öncüller bağlamında “söz”ün hakikatinin tespit edilmesi, isim, isimlendirilen ve isimlendirme arasındaki ilişki, muhtemel yanlışlıklardan korunmanın nasıl olacağının ekoller bazında tespiti önemlidir. Onun için ben “dünya görüşü” ve “ideoloji” kavramları yerine bir “felsefi sistem” tercih ediyorum ve “Türk Felsefesi”’ni bu bağlamda değerlendiriyorum.