Yaratan; her bir şeyi bir diğeri ile mutlaka irtibatlı hale getirip, birbirine muhtaç halde yaratırken kendini yarattığı bu düzen içinde ihtiyaç makamı olarak konumlandırmıştır. Ancak yaşadığımız modern zamanlar(!) bu konumlandırmanın tam tersi yönde herşeyin birbirinden kesin olarak ayrıldığı ve yine herşeyin bir diğeri üzerine egemenlik kurmaya çalıştığı bir zaman dilimi olarak karşımıza çıktı.

İnsan denen varlığın “yasak ağaçlara” dokunduğu günden bu yana nesilden nesile aktarılan sahip olma ve tahakküm etme hırsı; adına “modern” denen bu çağda çevre katliamı, türlerin tükenişi, insanlığın azımsanmayacak çoğunluktaki kısmının açlığa ve yoksulluğa mahkum edilmesi, milyonlarca insanın yerinden ve yurdundan edilmesi olarak yaşam buldu.

Aldığı nefesten içtiği suya kadar binbir ihtiyaç sahibi olan bu muhtaç varlık, sahip oldukça acziyetini unuttu ve bu unutuş ona aynı zamanda özünü de kaybettirdi. Bu kaybediş sanayi devriminde makinenin icadıyla zirveye çıktı; zira icat ettiği makinenin yaptıklarını, yapabildiklerini gördükçe içindeki “sahip olma”, “hükmetme” hırsı adım adım yaratılış gayesinin çok önüne geçmiş olacak ki bugün merkezde sadece “kendisi” var.

Ürettiği bilginin büyüsü içinde ihtiyaçsızlığını ilan eden bu varlık, teknolojinin baş döndürücü hızı ile ayağını yerden kesti ve bu ihtiyaçsızlık(!) hali kısa sürede bağımsızlığa dönüştü. Zihninde öldürdüğü “kudretin” yerine kendisini koydu ve acziyetinden bihaber elde ettiği gücün savurmasıyla Firavunlaşmaya, bilginin şehvetiyle Hamanlığa, sahip olduğu ekonomik güç ile de Karunluğa soyundu.

Sahip olma hırsı, tüketim arzusunu günden güne artırdı ama doyurduğu nefsine karşılık bu kez ruhu aç kaldı. Bu açlığı doyurmak adına içinde yok ettiği “kudreti”n boşluğunu bu kez “izm”lerle doldurmaya başladı. Bu “izm”lerin her biri, ortaya çıkışında merkeze insanı koyan bir düşünce yapısına sahip iken acemilik süresini aşan her “izm” kendisi gibi düşünmeyeni, görmeyeni, davranmayanı ya kendisi gibi olmaya, ya da ötekileştirip yok etmeye başladı. Sonunda da tüm bunlardan bencil, savurgan, tüm sorunlarını vurmak- kırmak ile çözmeye çalışan, herşeyi eleştiren ama söz konusu çözüm bulmak olunca susmayı tercih eden, haklıyı güçlü görmek yerine güçlüyü haklı gören ve anlamsızlığın içinde boğulmaya başlayan bir nesil ortaya çıktı.

Evet, insanlığın tekamül yolculuğunun özellikle son yüzyıldaki fotoğraf bundan ibaret.

Peki bu yolculukta kaybeden “neden” insan oldu?

Benim bu konudaki fikrim insan denen varlığın din ile bilim kavramlarını “çatışır” olarak algılamasından kaynaklı olduğunu fısıldıyor. Çünkü hemen herşeyin tekelleşmeye yüz tuttuğu günümüzde yaratılan algı “bilginin hakimiyeti” üzerine kurulu. Eskiye nazaran artık bilgiye ulaşmak çok kolay olsa da “bilginin kendisi” değil; elde edilen bu bilginin insanlığa ne sunduğu, bu bilgiden ne üretildiğinin ön plana çıktığı bu süreç de, doğal olarak “bilim” kavramını ön plana çıkarıyor.

Malumunuz, “bilme”yi sadece yirmi dokuz harfi öğrenmekten ibaret görenler ile, uzaya insansız uydular göndermeyi olarak görenlerin, hatta bununla yetinmeyip kainatta farklı yaşam alanları arayanların aynı havayı solukladığı bir dünyada yaşıyoruz ve bu yaşamsal süreç “bilme”yi tekeline alanları ‘muktedir’ kılıyor.

Çünkü “bilmek”, yaşanılan çağın gereği aynı zamanda “gücün” de sembolü haline geldi.

Ancak “bilgiyi” elinde tutan kudret, “bilim”i insanlığın refahına hizmet eden bir argüman olarak kullanması gerekirken; elindeki bilgiyi “kutsadığı” için toplumsal düzenleri de, hemen her kültürün ahlaki ve manevi düzenlerini de alt üst etti. Bu hızlı değişimle “güce” ulaşmak adına her türlü yol “mübah” görüldü ve yazık ki bu ‘beşeri fetva’ öte dünyanın imarının bu dünyanın imarı ile mümkün olabileceği gerçeğinin üstünü de örtmüş görünüyor.

Takdir edersiniz ki; bir toplumun yaşamını sürdürülebilir kılması sahip olduğu değerlere, kültürüne bağlılığı yani ağacın kökünün sağlamlığı ile mümkündür. Kökleri ile toprağa sağlam bağlanan bir ağacın, olası bir fırtınada kaybedeceği şey ya tutunamayan birkaç yaprak olur ya da kırılan zayıf birkaç dal.

Ancak köklerini toprağa tam salamayanlar, yazık ki günümüz “enformasyon fırtınasında” hayatını kolaylaştırması gereken “teknoloji”yi, yaşamsal vazgeçilmezi olan kültürünün dibine patlamaya hazır bir bomba gibi yerleştirdiğinden habersiz bir halde (yazının başından beri söz ettiğim) bu gücün “gönüllü” köleleri oldu ve bu gönüllülük ‘muktedir’lerin oluşturmaya çalıştıkları ‘tek kültür’ sevdasına yarenlik etti.

Özellikle son dönemde yaşanan; (başta ben) kiminin biyolojik savaş dediği, kiminin Çin ekonomisini baltalamak için bir komplo olarak gördüğü, kiminin kapitalizmin “can çekişmesi” olarak okuduğu, kiminin ise Allah’ın bir uyarısı olarak algıladığı ve halen etkisini sürdüren, uzunca bir sürdüreceğine de inandığım pandemi sürecinde kapımıza yemek bırakan komşumuz, balkondan ilaç fırlatan dostumuz, geceleri piyano çalanlarımız, bedavaya müzik yapanlarımız, camlardan “ihtiyacı olanlara” sepetle erzak sallayanlarımız, evinde siperlik üretenler, atölyelerde bedelsiz maske dikenler, boş evlerini sağlıkçılara açanlar, batacağını bile bile son güne ve son kuruşuna kadar çalışanın maaşını ödemeye çalışan küçük esnafımız, gıdalarımız bitmesin diye alın teri dökenlerimiz, herkes evine kapansa bile çalışacak olanlarımız, sağlıkçılarımız sözünü ettiğim bu “sevdanın” bedel ödeyen tarafı olsa da, “bilginin iktidarı” ile patlayan her bomba yazık ki bizi bizden bir adım daha uzaklaştırıyor.

Kendi adıma bu süreç başladığında “birşeylerde devrim yaşanacak, çok tabu yıkılacak, ezberler bozulacak, gösteriş ve şatafattan uzak bir yaşamın değeri anlaşılacak, kendini ölümsüz sananlar ölümle yeniden yüzleşecek, sosyo ekonomik ‘sınıf farkı’ fazladan can almayacak, sorulacak hesaplarda geç kalmayan bir hayat kurmak için hepimiz kendimizi hakkaniyet kantarına çıkarırız” sanmıştım ama yazık ki gördüğüm ve algıladığım kadarıyla bunu çok ama çok az insan yapabildi.

Çünkü tüm bu sanrılarım (ezici bir çoğunluk için) mahrumiyet günlerinin oluşturduğu tedirginliği allayıp pullayarak bastırmaya çalışmakmış. Yapılacağını hayal ettiğim ve hemen her kesim için çok da arzuladığım olası bir içsel yolculukta zihinlerin “güncel enformasyon” ile tıka basa dolu olduğunu ve en önemlisi insanın ‘iç’ine ulaşabilmesi için heryerin “duvar”dan ibaret olduğunu atlamışım zira.

Ama içimi acıtan şey, bu işi bundan sonra da “başaramayız artık” hissiyatı.

Çünkü günümüz insanının “bilgi muktedirlerinin” işgal ettiği zihnini kurtararak bırakın birşeylerin cevabını aramayı, kendi meraklarından doğan kendi sorularını üretmeye dahi zamanı olmadığı gibi etkileşim içinde olduğu ‘çok unsurlu’ ortam, zaten her konuda önceden hazırlanmış nihai cevapları eline tutuşturuyor.

Uyanık kaldığı hemen her dakika ‘seri üretilmiş’ bu cevaplar ışık hızıyla zihinlere boca ediliyor ve işin acıklı tarafı da bu ‘cevaplar’ hemen herkesi bir tarafından yakalayıp kendisine inandırıyor. Bu esaret de; hemen herkesin “herşeyden” haberdar olmayı adeta bir ihtiras haline getirdiği bu erozyonda, kişiye kendi kişisel performansını görünür kılmaktan başka seçenek bırakmadığı için; kimsenin ne hakikatle buluşmaya, ne bu buluşmaya teslim olmaya, ne de kendisinin dahi hal hatirini sormasına yazık ki zaman tanımıyor.

Ama tam da bu noktada sormak gerekiyor;

“Herşey insan için miydi, yoksa insan her şey için mi?”