Heyecanlı ve hamaset köpüklü atıflarla “millenium” olarak tabir edilen bu yüzyılın ilk çeyreğinde gerçekleşen ve adına “çağdaşlaşma” denilen ithal uygulamaların, insanlığın atası sayılabilecek geniş bir coğrafyayı aidiyet ve ruh köklerinden nasıl kopardığını; bugün kimimiz bunu yüreğine yük ederek, kimimiz bunu tersine çevirmek için imkân ve nasibince gecesini gündüz ederek, kimimiz yaşam gailesi içinde bu akıntıya sürüklenmiş bir halde ama her durumda da canlı birer tanık olarak müşahade ediyoruz.

Kimbilir, belki de bu tanıklık yüzünden; ilahi beyan yaşanan / yaşanacak “asırlara” yemin edip veya bazı tefsir alimlerinin tespitiyle yaşanan çağı şahit kılıp “insan ziyandadır” haykırışında bulunuyor, insan denen varlığı “iyi işler” yapmaya davet ediyordu.

Belki de biz bu tanıklığın, üzerimize yüklediği tarihsel “özne” olma sorumluluğundan kaçtığımız, zihin ve yaşam konforlarımızı bozmak istemediğimiz için her şey bu kadar karmaşık durumda!

Öyle ya; bu tanıklığın benliğimize fısıldadığı benliğimize döndüğümüzde görüyoruz ki, içinde yaşadığımız bu mümbit coğrafyanın bir aidiyeti vardı.

İnsanımız, bu aidiyetin haysiyetini ise üç kıtaya hükmetmiş atalarının inşa ettiği ruh köklerindeki medeniyetten alıyor; insanlığın olgunlaşma serüveninde “tarih” yazabilmiş bir coğrafyanın yani diğer bir deyişle görkemli bir geçmişin vârisleri olarak da, kurucu unsuru olabilmenin haklı kıvancını taşıyorlardı.

Ta ki “çağdaşlık” adı altında; akıllara ziyan uygulamalarla, tepeden inme kurallarla bu mümbit coğrafya, çok kısa sayılabilecek bir zaman diliminde onu ruh köküne bağlayan ana ve kılcal damarlardan birer birer koparılıncaya kadar.

Bu kopuşla “çağdaşlaşma”adı altında yaratılan “imitasyon” bir algı ile, bu coğrafyayı kendi değerlerinden koparıp, ait olmadıkları bir dünyaya yamamayı başarabildiler ve bu toplumun ontolojik temeli olan dinsel terminoloji de bu “çağdaşlık” vebasından yeterince nasibini aldı.

Yani bugünkü manevi hastalıklarımızın, ruhsal boşluklarımızın, kanayan yaralarımızın temelinde, “çağdaşlık” adı altında zerkedilen mikroplar yatıyor ve ateşimizin bu kadar yüksek olmasının da manevi dinamiklerimizden bu kadar uzaklaşmamızın da sebebi, bünyemize iyice yerleşen bu mikropların dışında başka bir şey değil.

Katili malum fakat faili meçhul bu infazla; bugün yaşadığımız travmaların sebep olduğu ahlâki körlüklerle aklımız şaşsa, dilimiz tutulsa, nutkumuz dursa, küçük dilimiz boğazımıza kaçsa ve hayretten parmaklarımızı ısırsak da; çalmadan oynamaya, vermeden almaya, üretmeden kazanmaya, hak etmeden götürmeye alışmış ve bunu bir yaşam biçimi olarak benimsemiş bir toplumu inşa etmeyi başardılar ne yazık ki!

Bakın mesela!

Özne” olmayı reddetmiş bir toplumun, özellikle din soslu paylaşımlarının ekseriyetinde, “ahir zaman” kelimesinin bu kadar yoğun bir şekilde kullanmasının başka bir anlamı var mı?

Bu kelimeye öyle bir anlam derinliği yüklenmiş ki; sanırsınız İslam coğrafyalarında akan kanın, dinmeyen gözyaşının, tarumar edilen yer altı kaynaklarının, kravatlı küresel korsanlarca yerinden yurdundan edilen ve bir o kadarı da çıktığı yollarda can veren milyonlarca mültecinin, kokan barutun ve gözleri iki resim karesine mahkûm edilmiş annelerin yegâne sebebi “ahir zaman” kelimesi.

Aklını kullanmadığı için başından aşağı pislik yağan (Yunus, 100.ayet) iki milyarlık koca bir coğrafyanın fertleri; kendi ellerinin yaptıklarından kaynaklı başlarına gelen her musibeti, her kötülüğü, her yanlışı Allah’a fatura edip adına “kader” koyma konforunu, şimdilerde ise “ahir zaman” kelimesine yüklediği anlamla geçiştirmeye çalışıyor!

Çok az sayıda; yüreği olan bitenden mustarip, gözlerine kum kaçmış, gecesini gündüz eden insan, bunun farkında olsa da inancı kullanarak, halkın bu cehaletinden faydalanarak makam, mevki, servet, konfor, şan, şöhret, mansıp elde edenlerin ekseriyetinden bir tanesi de çıkıp demiyor ki;

Yahu kardeşim! Dünyaya gelen her insan için yaşadığı çağ zaten “ahir zaman”, yani zamanın bitimidir. Bizim bugünkü hal ve ahvalimizin, bunca kırılmışlık ve dağılmışlığımızın, akan gözyaşlarımız ve kanayan yaralarımızın sebebi “ilahi” değil “beşeridir” ve kendi ellerimizle yaptıklarımızdan dolayı başımıza gelmektedir.

Çünkü biz, içinde doğduğumuz toplumun kültürü, ömrümüze gölgesi düşen ailemizin bilgisi ile bize “din sosu” ile kodlanan manevi dinamiklerin, aslında “ilahi” hitabın neresinde olduğunu zerre kadar sorgulamadan alıp yaşamaya başlayan ve bu konuda yaşam konforumuzu bozmayan “kültürel” bir inancı yaşıyoruz.

İlahi beyan ısrarla “aslını koru” diyor; sevgi diyor, merhamet diyor, illa ki adalet diyor, mutlaka eşitlik diyor ama bizim her tarafımızdan üstüne üstlük din adına nefret, kin, öfke ve vahşet fışkırıyor!

Peki dünyaya bin küsur yıl hükmetmiş ve tarih yazmış bir aslan medeniyeti, bu kurnazlığa nasıl teslim oldu da bugün bu hale geldi derseniz de bence cevabı çok açık;

“Tarla nemli olmadan tohum yeşermez!”

Anımsıyorum, bir söyleşi esnasında gençlerimizden biri sormuştu;

“Hocam neden ısrarla batıya vurgu yapıyorsunuz, bizim hiç mi suçumuz yok bu yozlaşmada?

Elbette suçumuz var.

Ancak şunu atlamamak gerek;

Yüzlerce medeniyete beşiklik yapan ve tüm bu medeniyetlerden kendine has bir medeniyeti ortaya çıkaran Anadolu Medeniyetinin ortaya koyduğu okuma yazmasız irfanı, buram buram samimiyet kokanı ihsanı; asırlar boyunca göçlerle, savaşlarla, yoksullukla yoğrulmuş bir halkın evine gittiğiniz zaman çoluk çocuğuna ait rızkını tümüyle önünüze koymanın misafirperverliğini dünyanın başka hiçbir coğrafyasında bulamazsınız.

Bakın mesela!

Elağız İlimizdi sanırım.

İki yıl önce, yani hemen pandemi öncesinde yürüttüğümüz yurt turnesinde tam bir okulun kapısından girerken yaşlı bir amca çaya buyur etmişti.

Evleri hemen okula bitişik bu “gül kokulu” amcanın teklifini kıramamış, asistan arkadaşlarımı okula gönderip beş dakika gecikeceğimi söylemiştim.

Hâl hatır ve tanışma faslından sonra hemen yanı başında dikiş diken ve eşi olduğunu sonradan öğrendiğim nur yüzlü bir teyze, o beş dakikalık zaman zarfında adeta beynime kazınan iki çift laf etmişti;

“Demek gençlerle konuşmaya geldin evladım. Allah muvaffak etsin. Güzel bir insana benziyorsun. Ama dikkat et oğul. Hele de bu zamanda cümle kurmak, yırtık gömlek dikmeye benziyor. Düğümü içten atsan tenine batar, dıştan atsan gözlere batar

Okuma yazması dahi olmayan bu teyzemin cümlelerini beynim hazmetmekle uğraşırken, gençleri konferans salonunda daha çok bekletmek istemediğim için, “Allahaısmarladık” istediğim yaşlı amca, ellerimi sıkıca kavradı ve gözlerimin içine bakarak;

“Allah yar ve yardımcın olsun oğul” dedi.

“Madem kaderde tanışmak nasipmiş, benden de gönül heybene iki çift söz koy ki, bu faniyi unutmayasın.”

Sonra gözlerini boşluğa astı ve yaşam çizgimde unutulmaz bir iz bırakan; ama gerçekten ancak ciltlere sığabilecek o derin cümlelerini kurdu;

“Dünya, fanidir oğul. Dilenci de olsan, padişah da olsan aynı tahta tabuta konuluyor; tıpkı namazdaki gibi, Kabe’deki gibi toprağın altında eşitleniyorsun. Yani, eninde sonunda “ömür” dediğin yol bitiyor. Sen, iyi bir yolcu olmaya bak evladım!”

Sonra elini kalbime koyarak ekledi;

“Bir kalp; insanları, kötülükten çekmek ve onlara faydalı olmak için çırpınmıyorsa o kalp viranedir oğul!”

Süslü -püslü sözlerin ruhları kolayca esir aldığı, beyazları iyiden iyiye kirletilmiş böylesi bir zamanda; diplomalı cahil ordusuna inat, tek harf okuma yazması olmadığı halde bir kuru selam, iki çift kelâmla gönülleri titreten bu gönül erleri, hala aramızda iken sormak gerekmez mi “Anadolu bizim neyimiz olur?” diye!

Peki, buna “baba ocağımızdır” cevabını veren herhangi bir zihin, insanlığın ve iyiliğin yurdu olan; sabırlı, dirayetli, metanetli evlatları yetiştiren, cefakâr ve kanaatkâr insanların yetiştiği bu emin beldeye yapılan zihni ve kültürel saldırıları kabullenebilir mi?

Pek tabi ki, kocaman bir hayır!

Zira bu saldırılar yaşam biçimine, kültürüne, zihnine, samimiyetine, birikimine, aidiyet ve haysiyetine yapılmış saldırılardır ve bu saldırıları yaparak her gün başımızdan aşağı kötülük boca eden felaket tellalları, bu medeniyetin bağrında yeşeren onca iyiliği, güzelliği, merhameti, kardeşliği görmemekte; gördüğü anda da yok etmek istemektedir!

Kötülük yok mu, tabi ki var! Kabil’den bu yana olduğu gibi! Ama bir ağacın bütün meyveleri aynı olur mu? Kimi meyve çürüyüp düşmüyor mu? Biz kalanlarla iktifa etmiyor muyuz?

Peki, az evvel andığım yaşlı teyze ve amca gibi sayısını bilemediğimiz ama bu mümbit coğrafyayı mayalayan gönül insanları gibi yine bu medeniyetin bağrında yaşayan okuma yazma dahi bilmeyen bir çobanın gözündeki yaşın, yüreğindeki ateşin samimiyetini; on yıllarca okumuş ve bu okumalarından payeler edinmiş bir ilahiyat profesöründe görebiliyor muyuz? “Hayır!” dediğinizi duyar gibiyim!

İşte bu yüzdendir ki, bu coğrafyanın ikliminde yetişmiş insanın bu samimiyetinden beslenen irfanı, basiret ve feraseti yüzyıllar boyunca bu coğrafya üzerinde oynanan oyunları bozmuş, kötü niyetli nice nice projeler bu toplumun kalp gözünden dönmüştür.

Peki neden ısrarla batı?

Bugün hepimiz farkındayız ki; başka bir gezegene, oradaki kayaların yapısını incelemek, oradaki “olası” hayati bulgulara ulaşmak için araç gönderebilecek kapasite ve zenginliğe sahip insanlık, milyonlarca insanın açlıktan ölmesini umursamaz durumda!

Çünkü bu güce ulaşan muktedirler; bütün gücü ellerinde toplamak, dünyanın bütün zenginliklerine sahip olmak istiyor ve bu hesabın içinde binlerce insanın hunharca katledilmesini, genel maliyet hesabının içindeki bir küsurat farkından daha fazla dikkate değer bulmuyorlar.

Çünkü bizim için kanla, acıyla, zulümle, katliamla eşleşmiş ve ceddimizin “ezan okunan her yer vatandır!” dediği coğrafyalar; onlar için enerjiyle, petrolle, altınla, kârla, finansla, tankla, füzeyle, filoyla bağlantılı basit ticaret haritalarında küçük noktalar sadece.

Peki biz, bunca büyük ve muhteşem bir mirasın sahipleri olarak nerde kaybediyoruz?

Bunun cevabını da aynı manevi mirasa yönümüzü dönerek verelim;

İslâm tarihine adını altın harflerle yazdırmış ünlü komutan Halid b. Velid(ra) komutasındaki askerler, aldığı talimat ile “Benu Cezime” denen bir kavmin üzerine gönderilir.

Ancak Halid b. Velid(ra), bir saldırıyı meşru kılacak adımları atmadan, yani muhatabına barış çağrısı yapmadan bir gece yarısı ansızın saldırır ve bu saldırıda savaşın tarafı olmayacağı kesin olan sivil insanların da öldüğü ortaya çıkar.

Halid b. Velid(ra), bu saldırıdan zafer kazanmış bir komutan olarak döner dönmesine ama Alemlere rahmet olan, tüm çabalarına rağmen Halid b. Velid(ra)’in yüzüne dahi bakmaz.

Tam aksine Alemlere rahmet olan; gözlerinde yaş, duanın kanatlarına tutunmuş bir halde ellerini semaya açmış sürekli şöyle yakarmaktadır:

“Allah’ım! Ben Halid’in yaptığından beriyim!”

Çağlar ötesinden alıp gönül sofranıza ikram ettiğim bu yaşanmışlık, size ne hissettirdi bilmiyorum ancak burada benim dikkatimi çeken bir önceliğin, sizin de dikkatinizi çekmesini istiyorum;

Bir tarafta “güvenliğini” tehdit eden bir kavme karşılık yapılan saldırı, öbür tarafta “adalet” anlayışına ters düşen bir savunma biçimiyle “öncelenemeyen” insan unsuru ve nihayetinde tutunduğu köklere aykırı olduğu için “ben bu fiilden beriyim” diyen Nebevi bir önder!

Peki neden?

Çünkü adaleti öteleyerek ortaya konan “güvenlik” odaklı bir anlayış, (başka bir deyişle adaletle güvenlik çatıştığı zaman yani çıkarlar ön plana çıktığında güvenlik uğruna adaleti gözden çıkarılabilir bir şey olarak görmek) ilahi hitabın onayladığı bir anlayış değildir ki, tarih boyunca insanlığa karşı işlenen tüm suçlar, güvenlik gerekçesinin arkasına sığınılarak icra edilmiştir.

Güvenliğin adaletin önüne geçtiği bir anlayış ise; “hakkın güce değil, gücün hakka tercih edildiği” bir yaklaşımdır ve tüm insanlık tarihi boyunca haklılığına güçlülüğünü referans gösteren tüm müstekbir güçler, zulümlerini aynı mantıkla savunmuş ve akıl almaz vahşetler sergilemişlerdir.

Yani ilk sıkıntımız “adaleti” tesis etmek ve gücün hakkına değil hakkın gücüne iman etmek!

Başka?

Ruhlarımızı diriltmek adına çağlar ötesinden zamanımızın yürek ve zihinlerine yeniden nebevi bir soluk;

“Zalim de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım et!”

“Ya Rasûlallah(sav)! Mazluma yardım edelim, bunu anladık da zalime nasıl yardım ederiz?”

“Zulmüne engel olarak.”

Siz bu ikazdan ne anladınız bilmiyorum.

Ama ben bu hikmet kokan ikazdan “yanlış yapanı dahi tek başına bırakmamak; yanlış yapanı yanlışa duyduğumuz öfke, onu müsamaha ile kucaklamamıza engel olmamalı” mesajını alıyorum.

Çağımızın; en ufak bir yanlış, hata ve eksikte insanların üzerini çizen kripto iletişimlerine bundan daha güzel bir manifesto olabilir mi?

Ama farkındayım.

Samimiyet, son dönemlerde en çok kirletilen kavramlardan biri.

Özellikle dinsel terminoloji açısından baktığınızda bu kavramın yüz akı olması gerekenler, bu muhteşem ve muazzez kavramın yürek yarası oldular.

Üzülmek mi?

Üzülmek ne kelime, adeta kahroluyoruz.

Kirletilen ahlaki kavramlarımıza mı yanalım, din adına ortaya konan çirkinliklere mi yanalım, günbegün artan ahlâki körlüğümüze mi yanalım, herkesin doğruyu kendi tekelinde sanmasına mı yanalım, mutluluğu ipoteklemeye çalışanlara mı yanalım, gönül ve mana haramilerinin Allah adına aldattıklarına mı yanalım, “samimiyet” diye diye tüketilen değerlerimize mi yanalım, hoyratça kırılan umutlara mı yanalım, örselenen güven duygusuna mı yanalım, yoksa mağdur edilen insanlara mı yanalım bilmiyorum!

Işıksız bırakılmış bir göz gibi kutsalla tüm ilişkilerini koparmış, kendi kendisine yabancılaşmış ve varoluşuna ihanet etmiş, hürmeti çiğnenmiş, kimliği kundaklanmış, izzeti yaralanmış, hafızası silinmiş, duygusu incitilmiş, haysiyeti tecavüze uğramış, bilinci örselenmiş; yüreği işgale, aklı iğfale uğramış bir şuurla kalemler kırık, gözler yumuk, boyunlar eğri, ağızlar kilitli!

Ama bu tabloyu gördükçe yüreği acıyan, sol tarafı kanayan, gözlerine kum kaçmışçasına gecelerini gündüz eden, bir kum tanesi olup çölün derdiyle kavrulanların, bulabildiği en tenha yerde yüzlerini kalplerine yaslayarak, duanın kanatlarına tutunarak cennetini yitirmiş Âdem(as) gibi gözlerinden gönüllerine bir kanal bağlayarak ıslak secdelerini, içli yakarışlarını bilirim.

Farkındalık dileklerimle!