28-30 Ağustos tarihleri şahsım açısından oldukça verimli oldu. 28 Ağustos‘da 12. Cumhurbaşkanı seçilen Sayın Erdoğan,  tarihte sürekli devlet kuran ortak aklı simgeleyen 16 yıldızlı Cumhurbaşkanlığı forsunu Sayın Gül’den devraldı.  
Bir Simge Olarak Cumhurbaşkanlığı Atlı Süvari Birliği
Atayurt ilen Anayurt arasında kurduğumuz ve medeniyet mihveri olan İpek yolunu kontrol ettiğimiz on altı devletin bayrağını taşıyan atlı süvariler,  tarihimizde özgürlüğün simgesi olan mavi üniformalarıyla geçiş yapması siyasi alandaki sürekliliğimizin göstergesidir. At, Türk Toplumlarının sosyal, ekonomik, siyasi ve askeri hayatlarımıza yön veren, tabir-i caizse bizimle ağlayan, bizimle gülen, bütün göçlerimizdeki can yoldaşımızdır.  Teknik olarak da tarihteki ilk düzenli ordu olarak M.Ö. 209 yılında 12.000 atlı olarak teşkil edilen Türk Kara Kuvvetlerinin tarihsel sürekliliğini gösterir. Bu nedenle,  simgesel törenin ihyası çok önemlidir. 
Bu simgesel tören de gösteriyor ki, Cumhurbaşkanı sadece Türkiye Cumhuriyeti’nin değil, Türk milleti olarak tarihsel sürekliliğimizi gösteren diğer Türk Devletlerinin de Başkanıdır. 30 Ağustos ise bir cihan devleti olan Osmanlı’nın yıkılışı ile küresel güçler tarafından işgal edilme çabalarının yok edildiği tarihtir. Anadolu’nun yeniden dirilişidir. Simugr/Anka kuşu gibi küllerinden yeniden doğmuş, üç kıtanın birleştiği noktaya, Anadolu’da Türkiye Cumhuriyeti’ kurulmuştur.
İşte bu nedenle Atlı tören eşliğinde yapılan Cumhurbaşkanlığı devir teslim törenini çok önemsiyorum. Bu nedenle,  “Devlet’in başkanı” ile “Millet’in Başkanı” ayırımı yapan bir zihniyetin nasıl bir koda sahip olduğu, bu hüküm cümlesinin günlük sığ siyasetin ortaya çıkardığı sorunlardan dolayı bile olsa nasıl “Devlet” ve”Millet” telakkisi olduğu  hususu ayrıca analiz edilmelidir. 
Bu noktayı simgeler üzerinden biraz daha açmak gerekiyor. 30 Ağustos Zafer’in başlatıldığı tarih 26 Ağustos’dur.  Bu tarih aynı zamanda 1071 Malazgirt zaferinin, yani Anadolu’nun İslamlaşma sürecinin başlangıcıdır. Ondan önce bölgeye Türklerin geldiğine dair yazıtlar, belgeler var, hatta şu anda bütün küresel güçlerin olduğu Kerkük, Musul gibi yerlerin 1055 yılında Büyük Selçuklu Hakanı Tuğrul Bey tarafından fethedildiği malumdur. 
Bu bağlamda Atatürk, Anadolu’nun asla işgal edilemeyeceğini gösteren büyük harekâtın başlangıcını niçin özellikle 26 Ağustos seçmiştir? Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin Çankaya’da yaptırılan Devlet Başkanlığı köşkü niçin 1071 rakımlı tepeye kurulmuştur? Bunların hepsi tesadüf müdür, yoksa tarihsel süreklilik ve simgelerin önemini mi göstermektedir? 
Anadolu Vakfı Toplantısı
Bu bağlamda Anadolu Bilim ve Kültür Vakfı’nın Türkiye’nin temel sorunlarına çözüm önerileri üretmeye katkı amacıyla düzenlediği “Akademisyenler Toplantısı” 30 Ağustos tarihinde yapması taktire şayandır. Siyasi, Ekonomik, Dini ve Kültürel bir çok sorunla karşı karşıyayız, bunların çözümüne sivil toplum kuruluşu olarak nasıl katkı yapabiliriz öncülü ile hareket edilip, Anadolu’nun asla işgal edilemeyeceğinin göstergesi olan 30 Ağustos günüün seçimi son derece isabetlidir. 
29 Ağustos günü de Eksen adıyla kurulan Eğitimci Kamu Çalışanları Sendikası merkezini ziyaret ederek kısmen oradaki toplantıya katıldım. Çünkü vakıf, dernek ve sendika gibi Sivil Toplum Kuruluşlarını önemsiyorum. Bunların müstakil ve sivil duruşları olması gerektiğini, devlet ve birimleri olarak yasama, yürütme ve yargı ile sivil alanda bireysel hak ve özgürlüklerin korunması, olası ihlaller ve sorunlar karşısında yürütmenin arka bahçesi olmadan yani oradan  çıkartılan kararlara meşruiyet sağlayan bir söylem oluşturmadan özgün ve özgül ve müstakil duruşlar sergilemesi gerektiğini düşünüyorum. Bu noktada Sivil Toplum kavramı hakkında biraz durmak gerekir ki, iki toplantının da amacı ve olası katkılarımızın mahiyeti belirginleşsin.
Sivil Toplum ve STK
“Kamu (devlet ve birimleri) karşısında kamuoyu’nun yani halkın, yani bizlerin hakları kimler tarafından ve nasıl korunacaktır?” sorusu bağlamında Sendika ve Vakıf Toplantısına katılım ve katkıda bulunmak benim için önemliydi. 
Demokratik yönetimlerde iktidar, çeşitli gruplar ve kurumlar arasında dağ(t)ılmış olarak bulunur. İktidar, bu anlamda, yönetilenlerin emir ve kurallara uymalarını sağlamak olup, en büyük iktidar örgütü, kurumların kurumu olan devlettir. Hükümet, devletin varolması için gerekli olan örgütlenmiş siyasal iktidara denir. Sonra muhalif siyasal partiler, sendikalar, ticaret ve sanayi odaları vb. gelir. 
Devletin dikkate alması gereken toplum ise kamuoyu olarak nitelendirilir, hükümet, onun istek, özlem, amaç ve çıkarlarını, yani kamu yararını gözetmek zorundadır. Kamu yararı, halkın ihtiyaç duyduğu her türlü mal ve hizmetin, kamu bürokrasisi tarafından üretilmesidir. Bu üretim ve dağıtımda sorun olduğu zaman ne olacaktır. Yani yasalar önünde eşit yurttaşlar topluluğu diye tanımladığımız kamu oyu  haklarını kim(ler) tarafından koruyacaktır? 
Bu tanım, kamu oyunun hukuki boyutunu gösterir.  Yasalar önünde eşitlik sayesinde siyasal topluluğun bütün üyeleri aynı haklara sahip olarak yurttaşlar eşitlenmesi demektir.  Eşitlik toplumsal bütünlüğü sağlanması için şarttır, ama bunun yanı sıra bireyleri toplumun eşit üyeleri haline getirmesi nedeniyle çeşitli hak taleplerinin birbiriyle çatıştığı uzlaşmaz bir zemin oluşturma durumu da vardır. Bu duruma bir de kamuoyunun   sosyolojik açıdan birey/grup ve sınıf bazında tanımlamalar yapılacağını ilave edelim, uzlaşmazlık zemini gittikçe güçlenebilir. Yukarıdaki soruyu uzlaşmazlık zeminin artma riskiyle birlikte bir kelime ilavesiyle tekrar soralım:
Kamu oyunun hakları kimler tarafından ve nasıl korunacaktır?
İşte bu noktada, sivil toplum tanımı yapmak gerekir. Siyaset biliminin doğuşuyla paralel olan sivil toplum, şehir hayatının beraberinde getirdiği hakları ve yüklenimleri tanımlar. Sivil toplumda devlet dışındaki hayatın akışı sendika, dernekler, ticaret ve sanayi odaları gibi sivil toplum kuruluşları vasıtasıyla garanti altına alınmaya çalışılır. Bu örgütler, insanların bir takım ortak amaçlarının gerçekleşmesi için bir araya gelmeleriyle oluşur. Bu anlamda umutlarının ve yükümlülüklerinin birlikteliğidir. 
Avrupa Birliği Ekonomik ve Sosyal Komitesi’ne (EESC) göre ‘Sivil toplum kuruluşları, üyelerinin amaç ve sorumlulukları oluşan genel çıkarlarını savunan ve kamu otoriteleri ile vatandaşlar arasında aracı görevi üstlenen tüm örgütsel yapılar bütününü ifade etmektedir. Şimdi Akademisyenler Toplantısına geçebilirim. Sendika’da arkadaşlara Avrupa Birliği’ne Üyelik Sürecinde Türkiye’de Yönetimin Yeniden Yapılanmasında Sendikaların Konumu -Politik ve İnanç Bölünmüşlüğü Analizi- başlığıyla katkı sağlamaya çalıştım. Bir akademisyen olarak yapabileceğim şimdilik bu.
Akademisyenler Toplantısı
Adından da anlaşılacağı üzere Anadolu Eğitim, Kültür ve Bilim Vakfı sorumluları Türkiye’nin temel sorunları üzerine bir ön çalışma yapıp, akademisyenlerin müzakeresine açtı. Halis Ölmez hocamızın nezih ve nezaketli bir ortamda başkanlığını yaptığı sabah oturumunda bu temel sorunlar üzerine ön görüşmeler yapılıp, komisyonlar oluşturuldu. 
Müzakereler esnasında ana hatlarıyla yukarıda verdiğim hususu, yani “Vakıf,  bu çalışmasıyla bir sivil “Düşünce Kuruluşu” olarak sorunlara olası çözüm önerilerini sunarak,  yürütme erkinin alternatiflerini çoğalmasına katkı sunmalıdır. Yoksa sorunlardan biri olarak sunulan “Çözüm Süreci” başlığında söylediğim üzere, mevcut bir uygulamaya bir çok STK adı taşıyan birimin  meşruiyet sağlaması gibi bir konuma düşülmemelidir” diye kanaatimi belirttim. 
İlahiyat ve Beşeri ilimler üzerine çalışan biri olarak  Türkiye’de Din ve Cemaat Anlayışı, Din Eğitimi, Kur’an’ın Doğru Anlaşılması, Sünnet’e Yaklaşım ve İslam Dünyasının Sorunları başlıklarının müstakil bir komisyonda olabileceğini, bunların aynı sorunun kategorik tasnifleri olduğunu belirttim.  İslam Coğrafyasının Sorunlarının burada olmaması itirazına da, bu vakfın adının da Anadolu, kaygısının burada yaşayan insanların sorunlarını yerli, milli ve dini değerlerimizi dikkate alarak çözüm önerileri üretmek olduğunu vurguladım. Yani Anadolu merkeze alarak Ortadoğu, Kafkasya, Balkanlar ve İç Asya, yani bütün Türk ve İslam coğrafyasının siyasi ve ekonomik sorunlarını bizle alakalı boyutlarını incelememiz tutarlı olacağını söyledim. Dolayısıyla “Türkiye’de Dini, Siyasi Kültürel Yapı” bir bütün olarak analiz edilmeli, ekonomi, enerji, su ve tarım boyutları teknik alanda çalışan akademisyenlere alt yapı oluşturacak bir çalışma sunulmalı kanaatindeyim. Komisyonların ürettiği bilgiler ve çözüm önerileri, Vakfın veya düşünce kuruluşun üst koordinasyon birimi oluşturularak (ki bunlar komisyon başkanları ve sekreterleri olabilir) tutarlı ve uygulanabilir bütüncül bir metne dönüştürülmelidir. 
Türkiye’de Dini ve Kültürel Durum
Önce Türkiye’de son onlu yıllarda gelişen AB sürecinin de katsıyla yaşanan siyasi, kültürel ve dini özgürlükler alanında katkıların pratik sonuçlarının kamuoyunda nasıl yansıdığını araştırmak lazım diye düşünüyorum.  4 yıllık üç dönem şeklinde 12 yıl eğitim zorunlu oldu, İHL çoğaldı, Kur’an, Siyer ve Osmanlı Türkçesi gibi dini ve milli değerlerimizi isteyen herkesin öğrenebileceği seçmeli dersler konuldu. Yüze yakın ilahiyat fakültesi açıldı, ama dini hayat açısından bir değerler aşınması olduğu kesin. Hadi teknik ve siyasal adıyla söyleyeyim, dindar nesil derken, ya dini/i/dar ya da dini değerleri hiç tanımayan bir nesil ile karşı karışayız gibi. Her yere ilahiyat fakültesi açıldı ve öğrenci sayısı çoğaltıldı, ne fiziki imkan ne da manevi yeterlilik sıhhatli bir eğitim ve öğretim verilmesine müsaade etmiyor. 28 Şubat sürecinde 20 öğrenci alınması da yanlıştı, şimdi aynı fakülteye ikili öğretimle 300 öğrenci alınması da yanlış, bana göre.
Nasıl bir eğitim politikası izlemeliyiz derken yakından tanığımız ve akademisyen olarak çok takdir ettiğim sayın Nabi Avcı’nın başında olduğu MEB tam bir kaos içinde! Nizamiye medreselerinden bu yana gelen yüksek öğretime sahibiz; İslam aleminde din ile felsefenin aynı anda okutulduğu ülkeyiz, ama felsefesiz ilahiyat çabaları ile bu budanmak istendi. 
İslam dünyasındaki yeni selefi zihniyet, radikal okumalar ve yorumlar yaygınlaştı.  İshid denilen kanlı örgüt, halifeliğini ilan ederek, İslam adına kelleler ile top oynuyor, Boko Haram (Batılı Eğitim Yasaklanmalı) denilen ve İslamcı olduğunu iddia eden bir örgütte Afrika’da Borno’da halifelik ilan etti. Türkiye’de bunun özlemi içinde olanlar var. Yukarıda dediğim üzere 16 yıldızlı forsa dikkat ettiğimiz de, her devletin tıpkı insan gibi doğup, büyüyüp öldüğünü, ama yeni bir çocuk ve devlet ile geleneğin devam ettiğini, ne yaparsanız yapın yaşlı bir insanı gençleştiremeyeceğimizi; dolayısıyla hilafet gibi bir kurumun yeniden ihdasının mümkün olmadığını unutmamak gerekiyor: Hatta küresel bir gücün niçin periyodik aralıklarla başkentinde hilafet toplantıları yaptırdığını, şu anda hilafet adına yapılan dinsel terörün enerji arz ve üretim merkezlerini sürekli istikrarsızlaştırma projesi olduğunu unutursak, Türkiye’de başkanlık sistemi ile hilafet arasında ilişki kurulduğu, buradan federasyon ve/ya konfederasyon alt yapısı oluşturulacağı kaygılarını da ıskalamış oluruz. 
Tam bu noktada Vakfın “Çözüm Süreci” başlıklı soruna olan itirazımı kaydedeyim.  STK olarak mevcut uygulamaya meşruiyet mi sağlayacağız yoksa sorunun çözümüne katkı da mı bulunacağız diye soracak olursak, bana göre çözüm süreci çözülme sürecine katkı sağlayacak bir ivmeye dönüşmek üzere dedim. Tabii bunu bölgeden gelen bir arkadaşın tespitleri sonrasında ortak kaygı olarak gördüğüm için söyledim. Çünkü dediğine göre dağdan inenler, son seçimlerde dahil olmak üzere tehditlerle malum siyasal partiye destek istemişler. Yol kesildiği, vergiler alınmaya çalışıldığını zaten biliyoruz. Dolayısıyla çözüm süreci denilen uygulama kaosu artıyor, özgürlük bağlamında yapılan uygulamalar güvenlik sorunu oluşturuyor.  Devlet de bu uygulamalara ses çıkarmıyor deyince, yaşanan yerel ve cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgili hükümetin bir uygulaması olabilir, üstelik bundan fazla da memnun olduklarını sanmıyorum. Dolayısıyla güvenlik ve özgürlük sarmalına düşmeden birini sağlarken diğerinden taviz vermeden uygulamalar yaparak toplumsal barışı oluşturmak gerekir.
Bizim vurgumuz dil, din, ırk, cinsiyet ayrımına gitmeksizin bireysel hak ve özgürlüklerin güvenlik sarmalına düşülmeden teminidir. Bölgede, Türkler, Zazalar, Araplar ve diğer dinlere ve ırklara mensup vatandaşlarımız da olduğunu düşünürsek, sorunun bireysel haklar bağlamında değerlendirilmesi gerektiğini, kolektif haklar hususuna dikkat edilmesi hususunu vurguladım.  
Eğer bu süreç, federasyon ve/ya konfederasyona gidecekse, başkanlık sistemi de buna yönelik bir projeyse, dinsel temelinin de halifelik teorisiyle sağlanacaksa bunu tutarlı bulmadığımı belirttim. Facebook sayfamda paylaşmıştım, İşhid ve Boko Haram hilafetleri ilanları karşısında, bakalım kimin halifesi kimi dövecek diye! Olan mazlum ve mağdur Müslüman halklara oluyor. DİB Sayın Görmez’’in de söylediği gibi günde dünyada bin insan ölüyor bunun 900 Müslüman Müslümanı katlediyor. Halbuki Arap Baharına kadar başarılı bir şekilde yürüttüğümüz din ve devlet ilişkilerinin rasyonel temele dayanması gerektiğini, dinin siyasal yapılara meşruiyet sağlayan bir kurum olmaktan çıkarılması vurgusunu, yani din ve mezheplere dayanmayan (laik) üst bir politika uygulamasına devam etmek gerekiyor. Sayın Erdoğan’ın Mısır’da yaptığı laiklik vurgusu bu bağlamda önemliydi.  
Bunlardan kastım, Türkiye’de dini hayat ve kültürden bahsedeceksek, dışarda islamfobiayı besleyen radikal siyasal örgütler, Anadolu’daki dini sahih kaynaklardan öğrenen ve öğreten İHL ve İlahiyat kültürünü, Yesevi geleneğini yani kalplere ulaşan sufi/halk İslam’ını zorlamaya ve bastırmaya başladı. Tabii bunda cemaat ve tarikatların birer sivil toplum kuruluşuna dönüşememesi önemli etken oldu.Son zamanlardaki ilginç toplumsal gelişmelerden biri de bana göre şudur: Varoluşlarını devlete ve sisteme muhalefet olduğunu söyleyen İslamcı birimler, sistemle uzlaştılar. Resmi kurumlar devre dışı kalınca, cemaat, tarikatlar bir yandan, yeni selefi söylemler öbür yandan halkın dini tasavvurlarını etkilemeye çalışıyor ve dinin merkezsizlik durumu netleşti. Dışardan bastıran ve ülke içinde yaygınlaşan hilafet söylemleri ve yeni selefi yapının da etkisiyle devlet, millet ve şeriat kavramlarında yaşanan kaos ve kargaşa iyice arttı.
Belki aşırı yorum olacak ama, sistem radikal ve İslamcı geçinenleri dönüştürdü ve entegre etti. Hatta yeni selefi zihniyet ve siyasal İslam söylemleri, cemaatler arası mücadeleler dini değerlerde aşınmayı hızlandırdı ve paradoksal bir şekilde laikliği Türkiye’de tahkim etti. Konuştukları zaman da bunlar laiklik söylemine karşı olduklarını belirtirler, ve bu paradoksun hala farkında değiller. Velhasıl dini, milli değerleri ve dindar nesil kavramını önceleyen “Muhafazakar Demokrat” olduğunu niteleyen bir iktidar döneminde bunca olumlu gelişmeye rağmen “Din bir merkezsizlik durumu” yaşamaktadır.
Din Bir Merkezsizlik Durumu Yaşıyor
Şöyle ki:
Türkiye’de din bir merkezsizlik durumu yaşıyor, ilahiyat fakülteleri çözüme katkı sağlayacak birimler olmayı başaramadılar.
DİB toplumsal yapıda uzlaşıcı konum olmaktan uzaklaşmaktadır. Osmanlı’dan kurumsal olarak tevarüs edilen ve yeni bir formatta oluşturulan dini sahih kaynaklardan öğrenilip öğretilmesi ve uygulamayan aktarılmasını hedefleyen ve anayasal bir kuruluş olan DİB, son gelişmeler karşısında bu işlevini önemli oranda yitirmiş gözükmektedir. Durum böyle olunca da Selefi zihniyet ile paralel bir şekilde cemaat ve tarikatlar birbirlerini dışlayan ve her biri kendisini biricik merkez olarak sunmaya başladılar. Bu da merkezsizliği iyice artırdı. 
Din, tanımı gereği bu dünya için olduğu söyleniliyor, ritüeller önemseniyor ama bunun hayata yansıyan boyutu olan Ahlak öğretimi yani değerler eğitimi öteleniyor. 
Kadının toplumsal statüsü neredeyse cahili sistem kurgusu düzeyde yaşatılmakta ve üstelik bu, dini ve ahlaki diye sunulmaktadır.  Çocuk gelin, kocaya sorgusuz sualsiz itaat, çok evlilik ve imam nikahı gibi hususlar hakkında dini değerleri aşındıran bir sunum yapılmaktadır. Kadına yönelik şiddet zirveye ulaşmış durumdadır. Bunca dini değeri vurgulayan kurum olmasına rağmen bu olgu üzerinde özellikle durmak gerekiyor.  
Nekrofil yani ölü sevici bir zihniyet besleniyor, yani her şey ölümün kutsanması üzerine, bunu da cihat kavramı ile temellendiriliyor. İşhid adlı örgüte dünyanın her tarafından gençler katılıyor, İslam adına savaştığını söylüyor. Öldürdükleri Şii Müslümanlar, bunu sahih İslam adına yaptıklarını belirtiyorlar. Sünni yapı yerine yeni selefi ve radikal İslamcı örgüt denilmesini istememiz, bu Sünni-Şii çatışması, medeniyet içi savaşa katkıda bulunmamak içindir. İşhid’e katılımların küresel istihbarat güçlerinin bilgisi dışında olması imkansız. Bu ülkeler, kendi vatandaşı olan zeki ve yetenekli dini değerlere hassas gençleri bu örgütlere katılımını kolaylaştırıyor, mıknatısın bütün çivileri çekmesi gibi topluyor. Hep ülkesinde potansiyel tehditleri kaldırıyor, hem de Müslümanı Müslümana kırdırarak islamfobiayı besliyor, hem de enerji bölgelerinde istikrarsızlık sağlayarak, Müslüman halkların mazlum ve mağduriyetini devamlı kılıyorlar.
Hâlbuki İslam, esenlik ve barış demektir: Yani biyofil, yaşam sever olmak öncelenmelidir.  Veda hutbesinde, can, mal, ırz, akıl gibi temel insan haklarını, yani bireysel hak ve özgürlükleri önceleyen bir sistem (ki Mağna Carta ‘dan öncedir)  nasıl olur da  nekrofilyayı besler, sorusu üzerinde düşünmemiz gerekiyor. Eğer bir kişiye, dili, dini, ırkı ne olursa olsun yapılan haksızlık bütün insanlığa yapılmış gibidir, deniliyorsa, her durumda yanlışa evet dememek gerekir. Arap dünyasına özellikle Suriye ve Irak’a bakınca, cihat adı altında Müslüman Müslümanı katlediyor, eğer iç cihat, yani nefis muhasebesi yapılsa, bunlar olabilir mi?

Sonuç: Türkiye’de dini hayat ve kültürel yapımızı incelerken
Kutsal metin olarak İslam,
Bağlam Olarak İslam ile 
Bahane Olarak İslam 
arasını ayrıştıracak teorik ve pratik çalışmalar artırılmalıdır.  
Böylece dinin siyasal ve ekonomik savaşların meşruiyet aracı olmasından kurtaran özgürlükçü, çoğulcu yorumları üretmek hedeflenmelidir. Bu bağlamda her dinin evrensellik sunumunun kendi müntesiplerini bağladığı ilkesinden hareketle, diğer dinlere mensup vatandaşlarımızın konumunu ilahi Risaletlerin birliği bağlamında yorumlayarak,  mevcut dini farklılıklar ve bunların ekonomi politik alanda kullanımlarına dikkat ederek yapmak gerekir.  Eğer buna dikkat edersek, yani ekonomi-politik alanın teolojik arka planını işaret eden çalışmalar ortaya koyabilirsek, din, sosyo politik amaçların gerçekleşmesinde bir manivela olmaktan çıkarak, tarikat, cemaat gibi toplumsal birimlerin aralarındaki olası çatışmalar ve ortaya çıkan sorunlara dair çözüm önerileri üretmek mümkün olabilir.