Annemin tespitiyle 47 yıl önce bugün 15 Temmuz 1973 tarihinde bir pazarın seherinde evin ilk çocuğu olarak; ikinin ikincisi ama diğeri vefat ettiği için belki de ‘talihlisi’ olarak gelmişim dünyaya…

Annem, “bu dünya iki Rıdvan’ı kaldıramazdı zaten oğlum” dese de; okurum o anki yürek yangınını, kabaran yorgun gönlünün yansıması nemli gözleri ve titreyen cennet mekân öpülesi ellerinden.

Yanisi ezanların lahuti sesi karanlığı yırtarken başlamış hayat hikâyemiz dünyaya “eşref-i mahluk” olarak gönderilmiş olmanın nasipdarlığıyla.

Toprak kokan zamanların, hesapsız ilişkilerin, etiketsiz münasebetlerin; yok’un, yokluğun ama illa ki huzur, rahmet ve merhamet çağının çocuğuyum yani. Evet, eksiğimiz ve eskimiz çoktu ama, sofraya konan bulgur pilavıyla da; büyük kardeşten, akrabadan miras kalan eski ayakkabıyla da yetinmeyi bilirdik.

Sobalı evlerde büyüdük. O sobalar, çayın, yemeğin ve banyo yapacağımız güğümün suyunu ısıtırken aynı zamanda çamaşırlarımızı da kuruturdu. Üşüyen ayaklarımızı dayar, sırtımızı yaslardık. Üstünde kaynayan çaydanlığın tıslayan sesini dinler, geceleyin görüntüsü tavana vuran ateşin dans edişini izlerdik. Kış sabahlarında uyanırken yanmadığını gördüğümüz, yorganın altından çıkmak için yanmasını beklediğimiz, o tütmesi bile güzel olan sobaların üstünde ekmek ısıttığımız da olurdu. Yanı başındaki yer minderinde oturur, dersimizi onun baş ucunda çalışırdık. Üstünde silgi parçaları dolu çizgili defterlerimize üflerken bir yandan da annemiz meyve soyar ve kabuklarını sobaya atardı.

O mis kokulu evlerden misafir eksik olmazdı. Lakin bizi en çok ısıtan sobanın sıcaklığı ve kokusu değil onun vesilesiyle hep birlikte oturup ailemizle vakit geçirmekti. İnternet, bilgisayarlar, tabletler, cep telefonları yoktu.

Sobanın üzerine kolonya döküp alevleri seyreden, mandalina kabuklarını sobanın üzerine atıp oda kokusu yapan, sonra gece yattığında tavana vuran ateşin dansında hayal kurup uykuya dalan çocuklardık biz.

O yokluk yıllarında “eğitimci” bir babanın çocuğu olsam da bir oyuncağım dahi olduğunu anımsamıyorum.

Kara önlüklü halim, üç numara traşım, ayağımdaki kara lastikle henüz ilkokul 3.sınıfta iken sırtımda boya sandığı “aile bütçesine destek” ile adım attım hayata. Kim bilir belki de bu yüzden hiç bulamadım kömür karası boyalı ellerimle ekmek arası pişmiş yumurtanın üzerine içtiğim “lüks” gazozun lezzetini, “ilk alın terim” olduğu için. Memur çocuğu olmanın “rotasyon” cilvesiyle ilkokuldan liseye defalarca yer, yurt ,okul ve öğretmen değiştirerek turlandı Karadeniz illeri…

Oğlum kucağıma verildiğinde henüz bitmişti lise çağları ve onunla birlikte arşınladık çoğu kez üniversite koridorlarını…

Bir oyuncak mağazasının önünden geçerken kendi kendine mırıldanarak kullandığı sözcüklere “ne dedin oğlum” diye ısrarla sorduğumda; “Dua ettim inşallah benim de bir bisikletim olur” diye kullandığı o umut kokan, ama “baba” olmanın tarumar ettiği çaresizliği unutmadım hiçbir an; “gözüme toz kaçtı ağlamıyorum babacığım” yalanıyla örttüğüm ve yokluğu derinden yaşadığım o günleri.

Henüz 4 yaşında bir çocukla evden ayrıldığımda tek kanepe , bir yatak, iki kaşık ve bir beşiği ıslatarak “herşey yeni başlıyor” diyen yağmur; yetişti imdadına nemli gözlerimin, ben verirken cebimdeki son param olan beş lirayı hayata atılıyor olmanın hezeyanıyla.

Kardeşliğin tarifsiz huzurunu keşfettim yetimliğimde aynı sıraları okuduğum arkadaşlarımın evime getirdiği kilim, koltuk ve kapkacakla. Sabahlara kadar başkalarına ait ödevlerin hazırlanması ile çınladı oturduğum sokaklar, elimdeki daktilonun şangırtıları o günden bu yana miras bırakırken gözlerime uykusuzluğu.

Sonra anneliği tanıdım çalıştığım eczanenin gece nöbetinde; soğuktan tir tir titrerken üzerindeki pardesüyü ilaç parası olmadığı ama çocuğu çok ateşli olduğu için bırakmaya çalışan bir annenin nemli gözleri ama dünyayı sarmalayan rahmetinde.

Hak yemenin sefilliğinin maliyetini öğrendiğimde üniversite 3.sınıfta idim çalıştığım matbaada haftalığım verilmeden boynu bükük kapı önüne konulduğumda.

Kimsesizliği tanıdım evimin elektriğinin faturasını ödeyemediğim için sokak lambasının ışığında finallere çalıştığım gecelerin zemheri yalnızlığında.

Yetişebilmek adına hayata, herşeye inat; bir çay ocağında elimde kırılan bardağın akıttığı kanların acısını unuttum hocalarım ve arkadaşlarımın alkışları arasında alırken azmimin hediyesi diplomasını.

Adıyaman’ın ücra bir köşesinde öğretmenliği tanıdım sonra köyün ilk öğretmeni olmanın verdiği heyecanla kucaklayarak 74 çocuğumu, henüz bıyıkları yeni terleyen bir delikanlı telaşıyla…

Takvimler 98 in kışını gösteriyordu çaresizliği iliklerime kadar yaşadığım ölümle ilk burun buruna geldiğimde; fırtınalı bir tipide, boyu aşan karın içinde bir başına kalmışlığın yetimliğinde.

Ne gözlerim öyle leziz bir uyku bildi o günden sonra, ne midem onayladı hiçbir yemeğin lezzetini o sıcacık çorbanın buram buram tüten doymuşluğunda.

İhanet ile ilk tanıştığımda henüz 28 lerde idi yaşım; okula arazisini hibe etmiş adamın kararından vazgeçtiğini duyduğumda deli çağların uslanmazlığıyla.

Sürgün edildiğim bölgede vicdansızlığı tanıdım, insafsızlığı soludum 52 köy ve mezranın merkezi konumundaki başka bir okulda; 5.sınıfa geldiği halde tek kelime Türkçe konuşamayan, okuma yazma dahi öğrenememiş çocukların sahipsizliği; başı takkeli, alnı secdeli(!) “sofi” lerin umursamazlığı; yirmi beş yıl sonra bugün her birinin işgal ettiği müdürlük makamlarına kanarken sol yanımın çaresizliğinde.

Azmi tanıdım personelim ve çocuklarım ile gafillerin tünediği o virane, baykuşlar öten harabeden muhteşem bir ordu ile ülkenin dört bir yanına gönderdiğim öğretmenlerin, hemşirelerin, doktorların, mühendislerin,kaymakamların zemheri karanlığı ışıtan aydınlığında.

Yetimlik yârim oldu kendi ellerimle toprağa gömüp çıkmasınlar diye bir de üzerlerine toprak attığım yeryüzü ilahlarına kurban edilen Kerem’lerimin, Berfin’lerimin, Kevser’lerimin sessiz çığlıklarında, bulaşırken acıları ömrümün kanayan yaralarına.

Kanaya kanaya büyürken yüreğim çıkar putlarıyla tanıştım, gözümün önünde kurşunlanırken insanlar; cansız bedenlerin üzerine çullanan yetim kalmış yüreklerin gözyaşlarında boğulurken mahluklar.

Binlerce öğrenciye su getirmenin gayretiyle şehirden km lerce uzakta çalışan sondaj makinesi operatörünün haftalardır delemediği taştan vazgeçip gitmek üzereyken duanın gücü sundu azmin meyvelerini, gözyaşları ile secdeye kapandığımda bir seher vaktinin berraklığında.

Düzene, sisteme, yokluğa, kimsesizliğe ve çocukların sessiz çığlıklarına kıyam ettiğimde horlanmanın, itilmenin, kakılmanın, kovulmanın rengini solukladım tüm zerrelerimde; karanlık gölgeler takip ederken siluetimi, kimselerin cesaret edemediği “an” ların en zifiri karanlıklarında.

Yaşamanın ne demek olduğunu ölümü ikinci soluklamamda gördüm; onlarca takla atmış aracın suda sürüklenmesi ile gırtlağına kadar suya batmış kızımın “baba ölüyoruz” haykırışında.

Zirveyi de, zevali de; yokluğu da varlığı da, vefayı da ihaneti de; sevgiyi de hasreti de; gülmeyi de ağlamayı da iliklerime kadar yaşadım doksanlık ruhumun yetimliğinde.

Süslü ışıklar, donatılmış masalar, kucak kucak çiçekler, su gibi akan içeceklerin bulunduğu bir otelin salonunda beş yıldızlı muktedirlerin elinden alırken “Yılın Öğretmeni Ödülü” nü, zirveyle tanıştım yüceltenlerin çıkar putlarını yıktığımda beni ayaklar altında ezmeye and içtiklerini bilmeden.

Miladı oldu biçilen vadenin ; tarihler 7 Temmuz 2002 yi gösterdiğinde; kulaklarıma rüyamda okunan Rahman Süresi’nin “Siz Rabbinizin hangi nimetlerini inkar edersiniz?” ayetinin beni yataktan kaldırıp kan ter içinde atmasıyla kendime geldiğimde.

Bu dünyaya gelmenin gitmenin ilk adımı olduğunu “keşfettiğim o günden beri” değişmedim hiçbir şeyi, seher vakti sahibimle hemhalken yüzümü ateş gibi yakan iki damla gözyaşının verdiği o hazzı; hiçbir makama , mevkiye, şöhrete, mülke ve metaya; nebevi bir ikazla “bir deniz karşısında bir parmaktaki ıslaklık kadar olduğu işaret edilen” bu faniliğin ihtirasında.

Şimdilerde kendimle kalabalık kalmanın, kim bilir belki de kimsesizliğimin mahsun lezzetini yudumlarken yorgun yüreğim; yazdırıyor kalemin ve kaderin sahibi bahşettiği ömrün yaşanmışlığı, adanmışlığı ve kimbilir belki de en çok aldanmışlığını; milyarlarca sessiz harf içinde “sesli” bir harf olabilme gayretinin yarattığı dinmez fırtınalarla.

Yaşanmışlığın ‘keşke’lerinde, yarınların ‘belki’erinde ; insan doğmak ile insan kalabilmenin kılıçtan keskin, kıldan ince çizgisinde aramakta artık yorgun ruhum huzuru; dudaklarımda inceden inceye “kalanın geçenden hayırlı olması” temennisinin yeşeren umuduyla.